ORHAN GAZİ ERTEKİN
HDP ve TİP: Aradaki sorun nedir?
HDP VE TİP tabanı arasında huzursuzluk bir kez daha yükseliyor. Bununla beraber bu meselenin sadece güncel seçim ve parlamenter yol tercihleri ile alakalı olmadığını, Türk milliyetçiliği ile Kürt mücadelesi arasında “hak” ve “hukuk”a dair bir huzursuzluğun güncel fasikülü olduğunu kabul etmek şart. Kürtler ve Türkler arasındaki birlikteliğin “hukuk”u ve bu hukukun içerdiği protokol; konuşma, iletişim ve ilişki biçimleri bugün kurulmadı. Ama çeşitli tarihsel uğraklar içinde ve bugünde de değişerek ilerliyor. “Sınıf” ve “kimlik” mücadelelerinin politik yüzleşme halleri; uzlaşma ve çatışma pratikleri gibi görünüyor ya da gösteriliyor olan bitenler. İşçi ve emekçilerin kurtuluşu ve Kürtlerin özgürleşmesinin aralıklarının nasıl kurulacağı sorusunun yarattığı bir gerilim mi bu? Tek başına değil! Egemenlik ve kamunun inşasına dair bir yanı da var ve hatta daha fazla burada ortaya çıkıyor gerilimler. Milli hukuk ve bunun yarattığı hiyerarşik konuşma biçimleri ile de alakalı bir mesele bu…
Sorunun özeti şu bence: Uzun dönemler boyunca “Türklük protokolü” içinde gelişen Kürt mücadelesi 1990’lardan itibaren kendi “Kürt protokolü”nü yarattı ve Türk solunun yenilgiden arta kalan hala devrimci kesimlerinin dinamizmini de kendisine eklemeyi başardı. TİP ise bugün bu “Kürt protokol”ünden ayrılarak kendi yolunu sınamak istiyor. Bu hem iyi hem kötü. İyi. Çünkü Türk solunun kendi mücadelesini vermesi gerekiyor. Kendi mücadelesini kendi eylemiyle, kendi örgütüyle yaratması gerekiyor. Kötü çünkü TİP’in çıkışı büyük oranda parlamenter bir tercih anında ve onunla sınırlı olarak ortaya çıkıyor. İyi. Çünkü kendine güveniyor ve kendi bağımsızlığını kovalıyor. Kötü. Çünkü içeriksiz ve maddesi olmayan bir bağımsızlık iddiası nedeniyle Türk parlamenterizminin Kürt parlamenterizmine mesafe koyarak “konfor”lu bir siyaset alanı kazanma eğilimine dönüşüyor. Kürtler ve Türkler arasındaki geleneksel konuşma ve ilişki biçimleri devralınarak Türklük kibri sahiplenilmiş ve onun sınırları tanınmış oluyor… İyi. Çünkü uzun vadede Türk solunun yolunu açıyor. Kötü. Çünkü güncel tiranlığın çağırdığı politik bağlaşma eğilimlerini baltalıyor…
Bence bu sorun hep uzak durduğumuz hak ve hukuk tartışmaları açısından hem ciddi hem de hassas… Hem de Türkiye’nin demokrasisi ve hukuku bakımından acil bir tartışma konusu…
Önce Türklük protokolünden başlayalım:
Türklük Protokolü
Türk milliyetçiliğinin Kürtler ve Kürt mücadelesi ile ilişkisi Cumhuriyetin başından 1960’lara kadar “Türklük saadetine” çağıran bir kibir taşıyordu. “Ne mutlu Türküm diyene” mutlu olmanın son çağrısını içerdiği ölçüde ve bu çağrıya uyulmadığı taktirde başlarına neler geleceğinin pek iyi bilindiği bir “hukuk”u ilan etmiş oluyordu. 1960’larda TİP’in kuruluşu ve Kürt mücadelesinin kamu alanında giderek görünür olmaya başlaması bu protokolde sorunlar yaratmaya ve buna bağlı huzursuzluklar doğurmaya başlamıştı. Bu huzursuzluk sadece Türk milliyetçiliğinin ana akımları ve milliyetçi hareketin içinde değil aynı zamanda Türk sol aydınlarının içinde de vardı. Örneğin Deniz Gezmiş’in avukatı Halit Çelenk, Deniz’in “Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının kurtuluşu…” sözünü uzun bir süre sadece “yaşasın halkların kardeşliği” şeklinde aktarmıştı kamuoyuna. Ancak kitabında yazabilmişti doğrusunu. Çelenk “Kürt halkının kurtuluşunu” ancak anonimleştirerek kabul edebileceğini göstermişti. Nitekim çok sonraları 1990’da İnsan Hakları Derneğinin Ankara’daki genel kurulunda divan başkanlığı sırasında da Vedat Aydın Kürtçe konuşmasını ısrarla sürdürünce salonu terkedenler arasındaydı Çelenk. Genel kurulu yönetirken Vedat Aydın’ın “bilinen dilde” konuşmasını istemiş, sonradan Ahmet Zeki Okçuoğlu’nun Türkçe çeviri yapmaya başlamasına rağmen salonu terk etmekten imtina etmemişti. Türk solunun en büyük “gurur figürleri” bile Kürtlük karşısında ikircikli tavırdan uzak kalamıyorlardı. Bu noktada en şaşırtıcı olan, hatta “mucize” denilebilecek örnek herhalde savcı Doğan Öz olmalıdır. Çünkü Doğan Öz, daha 1971-72’de Kürtlerle kürtçe ilişki kurmanın, o dili kabul etmenin, öğrenmenin gerekli olduğunu görerek Elazığ’da Av. Osman Aydın’dan Kürtçe dersleri almıştı. Savcı Doğan Öz’ün bu tavrı emsalsizliği ile gurur vericiydi. Fakat bir harekete ve yola dönüşemedi uzun süre… Bugün işte onun; Savcı Doğan Öz’ün tavrını daha çok hatırlamamız gereken bir dönemdeyiz…
1990’larda durum önemli ölçüde değişmeye başladı. Fakat Türk solu tarafından “sınıfçılık” üzerinden Kürt mücadelesinin “kimlik”sel sınırları ve menziline dair şüpheler büyütülmeye devam edildi. Kürt mücadelesinin bu söylem ile karşılanmasında ve geleneksel “bölücü” hatlarda terkedilmesinde hala ısrar ediliyordu. Oysa Türkiye’nin devleti, hukuku ve kamusu Türklük ve sünnilik üzerine kurulmuştu. Bu kurucu zemin yok sayılarak, görmezden gelinerek “sınıf kardeşliği”ni öne almak Türklük kibrini hem taşımaktan ve hem de görünmez kılmaktan başka bir anlama gelmiyordu.
Türklük Sözleşmesi
Peki bu Türklük sözleşmesi ile mi alakalıydı? Hayır. Bence değil! Bu süreçlerin Türklük sözleşmesi açıklaması ile yeterince açıklık kazandığı kanaatinde değilim şahsen. “Türklük sözleşmesi” doğrudan yurttaşın (bireysel ve kitlesel) da sorgulanmasını içerdiği, yurttaşın hak ve hukukun üretiminde ve taşınmasındaki yeri üzerinde durduğu ölçüde oldukça önemli ve verimli bir hukuk yaklaşımı içeriyor. Fakat bunu yapısallaştırdığı ve bir “sözleşme”ye dönüştürdüğü ölçüde de politik alanı olağanüstü daraltıyor ve tarihsel değişimlerin görülmesini engelliyor. Hukukun tarihsel eğilimlerini takip etmeyi zorlaştırıyor. Tabii ki Türkler ve Kürtler arasındaki konuşma biçimleri tamamen politiktir. HDP ve TİP arasındaki müzakere ve diyalog politik olarak yaratılmıştır. Politik olarak yönetilmektedir. Bu ilişkinin bir “sözleşme”si yoktur. Fakat “sözleşmesel”dir. Türkün Kürtlüğe, Kürdün Türklüğe dönüştüğü, dönüşebildiği, kimliklerin dönemsel olarak öne çıktığı ve gerilediği, politik mücadelenin değiştiği, değiştirdiği, hafızaların farklılaştığı ve bu hafızaların failleri dinamize etme biçimlerinin değişerek yeniden biçimlendiği bir tarihsel “sözleşmesel”lik bu. Ama bağlayıcı, içinden çıkılması çok zor bir “Türklük sözleşmesi” değil bu.
Kürt Protokolü
Nitekim Kürt mücadelesi ve dahi “Kürt protokolü”nün gücü giderek yükseliyor ve Türkiye’nin demokratik sürecinin ana dinamiğine dönüşme potansiyeli ortaya çıkıyor. HDP’ye yönelik şiddet-siyaset ve terörizm odaklı konvansiyonel analizler artık oldukça arkaik kalıyor. Bu tür analizler bugün için sadece traji-komiktir. Çünkü Kürt hareketi bu kavramlar içinde değerlendirilecek bir hareket ve yapı değil. Bir defa üç temel politik hattı artık geriye döndürülemez biçimde örmüş durumdadır Kürt hareketi: Bunlardan birincisi Kürt parlamenterizmidir. Hatta çok iddialı söyleyeceğim: Artık Türkiye’nin bir parlamentoya sahip olduğunu ancak HDP sayesinde söyleyebilecek durumdayız. İkinci olarak Kürt hareketi dünyada pek az ülkede rastlanabilecek bir “Kürt avukatlığı” tecrübesine de sahiptir. Ne Filistin ne de Güney Afrika’da bu çapta bir avukatlık alanından bahsedilebilir. Ve üçüncüsü artık bir “Kürt yönetsel tecrübesi”, “Kürt idareciliği” tecrübesi de vardır. Kürt mücadelesi 1990’lardan bugüne bu üç temel politik alan üzerinde giderek yükselmekte Türkiye’nin hukuku ve demokrasisine dönük yapıcı dinamizmini de göstermiş bulunmaktadır. Türkler ve Türk solunun kendi politik ve ahlaki sınırlarını buna göre oluşturmasında artık büyük fayda vardır. Kürtlerle ve Kürt mücadelesi ile ilişkisini ve protokolünü de bu durumu göz önüne alarak sağduyuya eklemesi, geleneksel hiyerarşik dilden ve söylemden uzak durması şarttır.
Nihayet yeniden başa dönelim ve sonuca bağlayalım: HDP ve TİP tabanındaki bu son gerilim ve huzursuzluk tarihsel bir sürecin andaki görüntüleri sadece. HDP kendi hattında ilerlemekte TİP ise kaçınılmaz olarak sınırlarda gezinmekte ve politikanın ihtimallerini zorlamaktadır. Politikada bu riski almak kaçınılmazdır. Bu risklerden, krizlerden giderek eşit, özgür bir ilişki ve iletişimin kamusal zemini doğuyor ve doğacak. HDP ve TİP’in kardeş partiler olduğundan hiçbir kuşkum yok. Fakat bu kardeşlik gerilimli ve huzursuzluk yaratan alanları görmezden gelmeye yol açmamalıdır. Ve arkasındaki kibrin… Tıpkı bu gerilim ve huzursuzlukları her şey gibi görmemek gerektiği gibi. “Saf ahlaki tepki”lerden uzak durarak her şeyi, yaşadığımız huzursuzluğu da politikleştirmekten başka çaremiz yok. Nitekim politika bizim dışımızdakiler ile yapılan bir pratiktir ve kaçınılmaz olarak bizden farklı olan ile ilişkiyi gerektirir. Bu da çatışma içinde müzakere alanını daima elimizin altında tutmayı gerekli kılar…