İLKE ATİK TAŞKIRAN

İLKE ATİK TAŞKIRAN

İhtiyacımız olan ortak, tutarlı ve cesur bir hikaye

Bugün ülkeler yalnızca sınırlarıyla değil, sosyal medyada bıraktıkları izlerle de tanımlanıyor. Kimileri bu alanı kültürel bir güç sahası olarak stratejik biçimde kullanıyor; kimileri ise hâlâ yönetilmesi gereken bir tehdit olarak görüyor. Bizim ülkemiz ise ne planlı bir kültür politikasıyla sosyal medyada kendi hikâyesini anlatabiliyor, ne de sosyal medya kullanıcılarının ürettiği içerikleri destekleyerek bir bütünlük oluşturabiliyor.

Oysa örnekleri çok. Güney Kore, resmî kurumları ile desteklediği K-Pop, K-Drama ve estetik sektörünü sosyal medyada bir ihracat kalemine dönüştürdü. Finlandiya, sade yaşam tarzını ve doğayla uyumlu kültürünü sosyal medya kullanıcılarının içerikleriyle dünyaya sundu. Türkiye ise hâlâ Kapadokya balonları ve Boğaz manzaralarıyla yetiniyor.

Stratejik değil anlık tanıtım

Ülkemizde kültürel tanıtım hâlâ turizm sezonlarına, teşviklere ya da ani kampanyalara bağlı şekilde ilerliyor. Kalıcı, sürdürülebilir bir kültür politikamız maalesef yok. O yüzden Türkiye sosyal medyada ya bir turizm destinasyonu ya da bir kriz ülkesi olarak görünüyor. Yıllardır aynı görüntüler, aynı karelerle turistik destinasyonlar. Çağdaş sanat, yeni nesil kültür, yaratıcı endüstriler görünmez konumda. Bu nedenle ülkemizin dijital vitrini tekrar eden bir döngüden ibaret.

Oysa dünya değişti. İnsanlar artık bir ülkenin yalnızca tarihine değil, gündelik yaşamına, sokaklarına, kültürel enerjisine bakıyor. Hangi kafede nasıl oturulduğu, sokakta neyin konuşulduğu, gençlerin neyi dert ettiği, insanların hangi hayallerle yaşadığı daha çok merak ediliyor. Artık vitrin değil, gerçek hayat ilgi çekiyor. Türkiye ise hâlâ eski yöntemlerle, kartpostallık görüntülerle ya da bürokratik başarılarla kendini anlatmaya çalışıyor.

İmaj kaygısı ve gerçek hayatlar

Türkiye’nin dijital dünyadaki en temel sorunu, resmî kurumların ürettiği imaj ile bireylerin sosyal medyada anlattığı gerçeklik arasındaki uçurum. Kurumlar hâlâ geleneksel söylemlerle, Orta Doğu pazarına hitap eden mesajlarla ilerliyor: “Gelin tarih, doğa ve kültür diyarı Türkiye’yi keşfedin.” Oysa Türkiye’de bireylerin gündemi çok başka: ekonomik kriz, gençlerin umutsuzluğu, göç dalgası, işsizlik, hayal kırıklıkları…

Bir yanda “güçlü, modern Türkiye” imajı vermeye çalışan resmî tanıtımlar; diğer yanda hayatta kalmaya çalışan gençlerin görünürlüğü. İki ayrı Türkiye, aynı dijital platformlarda yan yana ama birbirine tamamen yabancı şekilde dolaşıyor. Bu kopukluk, sosyal medyada ülkenin dış algısını tutarsız ve güvenilmez hâle getiriyor.

Avrupa ülkelerinde durum daha farklı ilerliyor. Örneğin, İtalya’da resmî kurumlar ve sosyal medya kullanıcıları ortak bir kültürel zemin üzerinden aynı hikâyeyi anlatabiliyor. Resmî tanıtımlar “yaşam tarzı, tarih, sanat, estetik, gastronomi” etrafında şekillenirken, sosyal medya kullanıcıları da İtalyan kültürünün gündelik yüzünü, yani sokaklarını, yemek ritüellerini, tasarımını, aile hayatını, yavaş yaşam felsefesini görünür kılıyor. İtalya sosyal medyada tutarlı, zamansız ve kültür odaklı bir algıyla öne çıkıyor.

Başarılı örneklerden birisi olan İspanya ise, kültür ve yaratıcılığı ekonomik büyümenin ve uluslararası prestijin bir aracı olarak konumlandırıyor. Sanatçılar, tasarımcılar, influencer’lar, oyun geliştiricileri destekleniyor. Kültür politikaları dijital dönüşüm ve yeni nesil yaratıcılık ekseninde sürekli güncelleniyor. Bunun sonucunda da İspanya, sosyal medyada özgürlük, ilham, yaratıcılık ve yenilik üzerinden pozitif bir görünürlük sağlıyor.

Üretim ekosistemi ve özgürlük sorunu

Ülkemizde ise yaratıcı alanlar hâlâ güvensiz bir zeminde. İfade özgürlüğü sınırlı, sansür baskın, teşvik eksik. İnsanlar Türkiye’yi anlatmaktan çok, Türkiye’den kaçmayı ve başka ülkelerde kurdukları hayatları anlatmayı tercih ediyor. Üretilen içeriklerin temel tonu mutsuzluk, hayal kırıklığı ve gelecek belirsizliği etrafında şekilleniyor. Böyle bir ortamda pozitif, çağdaş ve özgün bir ülke markası yaratmak mümkün değil.

Bir ülke yaratıcılığına alan açmazsa, dijital dünyada da kendi hikâyesini yazamaz. Türkiye’de sosyal medya hâlâ özgür bir alan değil, denetlenmesi gereken bir mecra gibi görülüyor. Erişim engelleri, yasaklar, sansür kültürü yalnızca bireyleri değil, ülkenin uluslararası algısını da zedeliyor. Bugün Türkiye sosyal medyada, kültürden çok krizlerle; sanattan çok sansürle; yaratıcılıktan çok yasaklarla anılıyor.

Anlatmak yerine seyretmek

Bugünün dünyasında dijital görünürlük, yalnızca bireylerin değil, toplumların, kültürlerin ve devletlerin kimliğini de dönüştürüyor. Bir ülkenin sosyal medyada nasıl temsil edildiği, artık onun dünyayla kurduğu ilişkinin parçası. Türkiye ise bu ilişkide kendini anlatmak yerine seyretmeyi tercih eden bir ülke gibi duruyor.

Eksik kalan şey yalnızca içerik üretimi değil; bir bakış, bir vizyon, bir bütünlük duygusu. Türkiye dijital dünyada hangi kimlikle, hangi değerlerle görünmek istediğine karar vermediği sürece, ne bireylerin sesleri bir araya gelebilir ne de kurumsal tanıtımlar gerçek bir etki yaratabilir.

Ülkemiz, kendini yalnızca turizm kataloglarına değil, geleceğe anlatan ve kültürünü bugünden yazan bir ülke olmalı. Bunun için gerekli olan şey daha fazla görüntü değil; ortak, tutarlı ve cesur bir kültürel hikâye oluşturmak, kültürüne, insanına ve potansiyeline dayanan bütünlüklü, çağdaş bir anlatı inşa etmektir.

Bu anlatı, devlet politikalarıyla bireysel yaratıcılığı birbirine yaklaştırmalı; sanatçıyı, tasarımcıyı, yazarı ve girişimciyi desteklemeli, gerçek gündelik yaşamın sesiyle kültürel zenginliklerin dilini buluşturacak bir anlatım dili kurmalıdır.

Peki, bu ne zaman yapılmalıdır?

Elbette, kendi vatandaşlarının gerçekten yaşayabileceği bir hikâyesi olduğunda. Özgürce, onurla ve utanmadan anlatabilecekleri ortak bir hikâye.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İLKE ATİK TAŞKIRAN Arşivi