AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

Kadim ve istikbal vaad eden meslek: Jurnalcilik

İktidarın “Dezenformasyon Yasası” diye bizlere yutturmaya çalıştığı “Sansür Yasası”, bir meslek(!) grubunun da yıldızını parlattı. Bu mesleğin mensupları Osmanlı döneminde “jurnalci”, Cumhuriyet döneminde “muhbir”, “ispiyoncu” ve “gizli tanık” diye biliniyor. Son dönemde sosyal medyada “AKTroll” diye adlandırılan kesim, aynı zamanda “sanal devriye” adı altında bu kadim mesleği bazen gönüllü, bazen muhtemelen ücreti karşılığı ifa ediyor. Haftanın yazısı işte bu mühim(!) mesleğinin tarihine dair.

***

16. yüzyıl devlet adamı ve tarihçisi Gelibolulu Mustafa Âlî, Sasanî hükümdarı Ardeşir’in (ö. 242) uygulamalarını örnek gösterip gizli polis teşkilatı kurulmasını önermiş ama bu öneriyi yaşama geçirmek ancak yarım asır sonra mümkün olmuştu. Kaynaklara göre IV. Murad (hd 1623-1640) ilk kez muhbir (ihbarcı) kullanan padişah idi.

Ama ihbarcılık işinin sistematikleşmesine daha çok vardı. 19. yüzyıldan itibaren bu işin adı “jurnal” oldu. “Jurnal”, Fransızca “journal” kelimesinden geliyor ve “günlük”, “haber” gibi olumlu veya nötr anlamlardan “gizlice bildirme”, “ele verme”, “kötüleme” gibi olumsuz anlamlara uzanan geniş bir anlam yelpazesine sahip. “Jurnal” terimine ilk olarak II. Mahmud Dönemi’nde (1808-1839), merkezin baş belası olan Mısır Valisi (Hıdivi) Kavalalı Mehmet Paşa’nın yazışmalarında rastlıyoruz. Paşa, önce haftada bir, sonra her gün rapor istemiş bu işle görevlendirdiği kişilerden. II. Mahmud, ordusuyla Kütahya’ya kadar gelen Kavalalı’yı sevmiyor ama bu icadını çok beğeniyor ve jurnalcilik işini sistemli hale getiriyor. Öyle ki, jurnal usulüne dair bir talimatname yayımlıyor.

II. Mahmud Dönemi Sırp, Yunan isyanları, Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Tepedelenli Ali Paşa isyanları, Cezayir’in Fransızlar tarafından işgali gibi olayların yaşandığı sıkıntılı bir dönem. 1826’de Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla başlayan reformların bir parçası da jurnalcilik.

Abdülmecid ve kamuoyunun keşfi

II. Mahmud’un jurnalcilikten muradının bilgi edinmek ve ona göre politikalarını düzenlemek mi yoksa devlete, sultana, düzene karşı gelenleri cezalandırmak mı olduğunu bilecek kadar veriye sahip değiliz. Ama halefi Abdülmecid’in ilk dört yılına ait yüzlerce sayfalık “havadis jurnalleri”ni incelemiş olan Cengiz Kırlı Toplumsal Tarih’in Temmuz 2009 tarihli 187. sayısında yayımlanan söyleşisinde şöyle özetliyor bulgularını:

“Jurnaller İstanbul’da yaşayan veya geçici olarak İstanbul’a gelmiş olan sıradan insanların gündelik sohbetlerine kulak kabartan hafiyelerin, sohbeti yapanların kendi ağzından naklettiği raporlar. Sohbeti yapan kişinin ismi, hangi devletin tebaası olduğu, sohbetin hangi mekânda ve hatta hangi gün ve saatte yapıldığı gibi ayrıntılar da jurnallerde yer alıyor. Başka bir deyişle bu jurnaller halkın gündelik konuşmalarından fotoğraf kareleri. (…) Jurnallerin tamamı Türkçe olarak kaleme alınmış olmakla beraber İstanbul’da konuşulan farklı dillerde yapılmış azımsanamayacak sayıda sohbetin kaydı da tutulmuş. (…) Dolayısıyla, jurnallerin bütününe baktığımızda odaklanılmış belirli bir grup göze çarpmaz. Mümkün olduğunca geniş bir ‘kamuoyunun’ nabzı tutulmaya çalışılmış. Bu nedenle jurnallere yansıyan sohbet konuları büyük çeşitlilikler gösterebiliyor. Kıyamet alametlerinden duvar altında kalıp ölmüş bir küçük kızın annesinin feryadına, geçim sıkıntısından devlet ricalinin atamalarına, İngiltere ile Çin arasındaki Afyon Savaşı’ndan Fransız kralına suikast girişimine kadar dramatik, eğlenceli, kaygılı, umutlu ve meraklı her türlü sohbet jurnallerde yer almakta. 1840’lı yıllarda insanların ne konuştuklarına 170 yıl sonrasında kulak kabartmak için bu jurnaller gerçekten çok değerli bir pencere açıyor.”

Abdülaziz’in talimatnamesi

Abdülmecid’in halefi Abdülaziz döneminde ise “jurnalciler” adlı yeni bir memuriyet ortaya çıkıyor. Orhan Koloğlu’nun aktardığına göre 1871 yılında Tanzimat reformlarının takipçisi Ali Paşa’nın ölümünden sonra Sadrazam olan Mahmud Nedim Paşa şöyle bir talimatname göndermiş vilayetlere:

“Şura-yı Devlet muavinlerinden ve ülkenin çeşitli yerlerindeki yetenekli ve ahlak sahibi kimselerden jurnalci namıyla Anadolu’nun üç kolu için her yöne üçerden dokuz ve Rumeli cihetine dahi altı memur seçilerek, her bir ya da iki ayda, biri birinin ardından ülkeyi dolaşarak şahit oldukları ve topladıkları ülke ve halk ile ilgili haberleri jurnal ederek parça parça Babıali’ye göndermeleri ve dönüşlerinde genel görüşleri ile ilgili jurnallerini vermeleri istenecektir. Bu şekilde yapılan çalışmalar neticesinde alınacak tedbir ve yapılacak ıslahatlar sultan tarafından verilecek fermana uygun olarak Babıali tarafından gerçekleştirilecektir.”

II. Abdülhamid’in Yıldız Hafiye Teşkilatı

Abdülaziz’in 30 Mayıs 1876’da bir saray darbesi ile tahttan indirilmesi, 4 Haziran 1876 günü de öldürülmesi, yerini alan V. Murad’ın da 93 gün sonra “ruhi bunalım” gerekçesiyle tahttan indirilmesi üzerine 31 Ağustos 1876’da tahta geçen II. Abdülhamid, kucağında birbirinden belalı pek çok mesele bulmuştu. Bosna-Hersek ayaklanması, Karadağ yenilgisi, Sırbistan’ın ve nihayet Rusya’nın Osmanlı’ya savaş açması yetmezmiş gibi, 1878 yılında Ali Suavi’nin ve Kleanti Skalieri-Aziz Bey komitesinin darbe teşebbüsleriyle zaten evhamlı biri olan padişah “Dış ve iç tehlikelere karşı gereken tedbirleri almak korkaklık alameti değil insanlık icabıdır” dedi ve Yıldız Sarayı’na kapandı. Ardından II. Mahmud döneminden beri gündemde olan jurnalcilik işinin deyim yerindeyse “suyunu çıkarttı”.

Elimizde II. Abdülhamid döneminin jurnallerinin asılları yok. Öte yandan tüm jurnaller okunup tasnif edilmiş de değil. Yıldız Hafiyye Teşkilatı da kâğıt üzerinde bir örgütlenme. (Hafiyye, Arapça “gizli” demek olan “hafa” kelimesinden geliyor.) Her şey Abdülhamid, onun adamları ve jurnalciler arasında geçiyor. Bu ilişkilerin kaydı da yok. Bu yüzden ikincil, üçüncül kaynakların yorumlarına dayalı olarak değerlendirme yapabiliyoruz. Bildiklerimiz şunlar:

Abdülhamid’in özel doktoru Mavroyani Paşa, 1891’de yayımlanan risalesinde ilk gizli teşkilatın İngiliz Elçisi Stratford Canning’in telkinleriyle kurulduğunu söylüyor. Paşa’ya göre Napolyon Bonapart döneminde Fransa’da gizli emniyet teşkilatını kuran Vidocq adlı kişinin tecrübeleri incelenmiş, Civinis Efendi adlı Korfulu ya da Kefalonyalı bir Rum, albay rütbesiyle polis şefi yapılmış. Polis Umumi Müfettişliği’ne de Kont Edouard Lefoulonu getirilmiş. Orhan Koloğlu’na göre bunun dışında doğrudan Abdülhamid’e bağlı olan Yıldız Hafiyye Teşkilatı vardı. Bunun başına da Fransa’dan çağırdığı Mösyö Bonin’i getirilmişti. (Abdülhamid’in yabancı veya gayrimüslim uzmanlara yönelik ilgisi ayrı bir yazı konusu.)

Bir de “Ser Hafiye-i Hazreti Şehriyarı” unvanlı, doğrudan padişaha rapor veren, polisten bağımsız reisler altında çalışan örgütlenmeler var. Örneğin Kabasakal Mehmet Paşa Takımı, Fehim Paşa Takımı, Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa Takımı, Yaver-i Şehriyarı Ahmet Celaleddin Paşa Takımı, Askeri Mektepler Müfettişi İsmail Paşa Takımı gibi. Anlaşılan o ki Abdülhamid bu ekipleri birbirinden bağımsız ve rekabet halinde çalıştırmış.

Jurnalciler ordusunun sayısı meçhul. 23 merkezde görevli 990 hafiyenin adını veren bir risale var. Abdülhamid’in 27 Nisan 1909’da tahttan indirilmesinden sonra jurnallerin tasnifinde çalışan Asaf Tugay’a göre tam olarak 1.058 kişiydiler. 1896’dan itibaren çeşitli devlet görevlerinde bulunan Süleyman Kani İrtem’e göre 30 bini aşıyordu. Sayı muhtelif ama bazı isimler var ki, bütün kaynaklarda geçiyor. Bunlar arasında Abdullah Cevdet, Mihran Efendi, Ahmet Ziya Bey, Apik Bey, Ahmet İhsan Bey, Ohannes Ferid Bey, Tevfik Bey, Ali Saip Bin Hüsnü Bey gibi önemli gazeteciler, İzzet Paşa, Münir Paşa, Celal Paşa, Zeki Paşa, Memduh Paşa, Selim Melhame, Baba Tahir gibi yüksek devlet görevlileri var….

“Abdülhamid jurnalcileri hor görürdü”

Abdülhamid Dönemi sansürü üzerine çalışan Cevdet Kudret Aksal’a göre II. Abdülhamid, jurnalcileri hem kullanır hem de hor görürdü. Bir başka yazar Ahmet Semih Mümtaz’a göre “Gerçi jurnalcileri o da sevmezdi. Lâkin bin yalanın içinden bir doğrunun çıkacağını hayal ederek bu zararlı adamları terslemezdi. Hatta, ne olduklarını bildiği için, bazılarının jurnallerini hiç açmaz, bir tarafa atardı.”

Gerçekten de 1909’da tahttan indirildikten sonra Yıldız Sarayı’nda bir oda dolusu hiç açılmamış jurnal bulunduğunu yazar kaynaklar. Peki Abdülhamid’in amacı neydi derseniz, selefleri II. Mahmud ve bir ölçüde Abdülmecid gibi “kamuoyu yoklaması yapmak” ve poltikalarını buna göre tayin etmek değildi öncelikli amacı. Abdülaziz’le başlayan, “cezalandırmak için bilgi toplamak” fikrine daha yakındı ama Abdülhamid’in muhaliflerine karşı tavrı gayet yumuşak sayılabilir. Çoğu zaman maaşa bağlayarak sürgüne göndermeyi veya elverişsiz bir bölgede göreve atamayı tercih ederdi. Nadim olduğunu söyleyenleri affetmesi de hiç nadir değildi.

“El Üfürük” Ebulhüda’nın jurnalleri

Jurnalleri verenlerin kimliği, jurnallerin içeriği ve Abdülhamid’in tutumu konusunda fikir vermek için birkaç örnek aktarayım:

1876’dan itibaren Abdülhamid’in “üfürükçüsü” ve “muskacısı” olan Sayyadîzâde Ebulhüdâ Efendi (ki kendisi Rufai Tarikatı’nın şeyhlerinden olup, Abdülhamid’in bir rüyasını tabir ettikten sonra yıldızı parlamıştı) asılsız jurnalleri, adam kayırmacılığı, yolsuzlukları ve usulsüzlükleriyle meşhurdu ama Kazaskerliğe kadar da yükselmişti. Ama bu yetmemişti, en büyük arzusu Şeyhülislâm olmaktı. Bu konuda en büyük rakibi olan Şazeli Tarikatı şeyhi Zafiri’yi gözden düşürmek için, padişahın bazen cuma namazını kıldığı Şazeli dergahının camiinde bir bomba patlatılacağına dair sahte bir jurnali Romanya’daki adamı aracılığıyla padişaha gönderecek kadar gözü kararmıştı. Padişah jurnali Ebulhüdâ’nı gönderdiğini tespit ettiği halde bir daha o camiye ayağını basmamış, Zarifi gözden düşmüş ama Ebulhüdâ ayrıcalıklı konumunu sürdürmeye devam etmişti.

İsmail Hakkı Uzunçarşılı, 1878 yılı sonunda, Mithad Paşa’nın Suriye’de vali olarak göreve başlaması ile beraber Deli Nusret Paşa, Sururi Efendi ve Mahmut Celaleddin Bey gibi düşmanlarının Paşa’yı Saray’a jurnallemeye başladıklarını söyler. Öyle ki iddialar arasında Mithad Paşa hakkında Suriye’de hükümdarlığını ilan edeceği bile vardır.

Gedikpaşa Tiyatrosu’nu kapattıran jurnal

1859’da İstanbul’a çeşitli tarihlerde gelmeyi adet edinen Souillier Sirki için yapılan, sirkin 1864’te Maslağa taşınması üzerine Ermeni sanatçılar Hovan Kasparyan ve Karabet Papazyan ve topluluğu tarafından sözlü ve sözsüz pandomim gösterileri için kullanılmaya başlayan ve 1867’de ünlü tiyatro adamı “Güllü” Agop tarafından onarılan Gedikpaşa Tiyatrosu’nun ortadan kalkması, Ahmet Mithat Efendi’nin Çengi ve Çerkez Özdenleri adlı oyunda hem ahlaka aykırı hem de hanedana karşı halkı ayaklanmaya teşvik edici sözler bulunduğu yolundaki jurnaller sonucu olmuş, tiyatro 400 belediye çavuşu tarafından 1884’te bir gecede yıkılmıştı.

Trabzon Valisi sevinçten bando mızıka mı çaldı?

1892’de Trabzon Valisi Ali Bey hakkında, İstanbullu bir Rum olan Geogiades ile evli olduğu için yaşam tarzıyla halkı rahatsız ettiği, Ali Bey’in dans edip, kart oyunları oynadığı, içki içtiği belirtilmekteydi. 1894’teki büyük İstanbul Depremi sonrasında Ali Bey’in halefi Kadri Bey için yazılan 20 kadar jurnalden birinde “İstanbul’da Sultan II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı sallandı diye Trabzon’da Vali İbrahim Kadri Bey sevincinden bando mızıka çaldı” diye yazıyordu. Oysa Vali Bey, her hafta cumartesi günü bando çaldırırdı. Abdülhamid, kendisinden beklendiği üzere bu jurnale gülüp geçmedi ve ciddi bir soruşturma açtırdı. Ancak Kadri Bey’in 1903’e kadar görevde kalmasına ve her cumartesi bando mızıka çaldırmaya devam etmesine bakılırsa, Abdülhamid’i, kötü bir niyeti olmadığına inandırmayı başarmış olmalıydı!

“Çerkes tarihi yazıyor Efendim!”

Yıldız Sarayı’nda mabeyn kâtibi olarak çalışırken Çerkes tarihini yazmaya kalkan Hacı Mustafa Raşit Bey, 1886’daki Kahire’deki Çerkes Cemiyeti’yle ilişkili olduğu yolundaki jurnaller sonunda önce beş değişik yere sürüldükten sonra Trablus’a İstinaf Mahkemesi Reisi olarak gönderilmişti. Abdülhamid’in Çerkes alerjisinin nedeni, büyük kardeşi sabık padişah V. Murad’ı hapis olduğu Çırağan Sarayı’ndan çıkarıp tekrar tahta geçirmek isteyen Ali Suavi’nin işbirliği yaptığı kişilerin arasında Saray’daki Çerkes kadınların olması idi. Bu olayda muarızını maaşlı bir göreve atayan Abdülhamid’in bazı durumlarda maaşı kesmeden ama bir göreve de atamadan sürgünler yaptığını biliyoruz.

Hem jurnalci hem mağdur Abdullah Cevdet

Askerî Tıbbiye öğrencisi iken 1889’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kuran dört kişiden biri olan Abdullah Cevdet’in hem jurnal verdiğini hem de jurnal kurbanı olduğunu not edelim. Abdullah Cevdet aleyhindeki jurnaller ciddi bir yekûn tutunca 1895’te Abdülhamid’e muhalefet suçundan tutuklanarak Trablusgarp’a gönderildi ama Abdülhamid’in yufka yüreği sayesinde, kısa bir hapislikten sonra Trablus Merkez Hastanesi’nde göz hekimliği yaptı, hastane yakınlarındaki evinde diğer sürgünlere hürriyetçi şiirlerini okudu. Ancak Trablusgarp’ın “cehennemi” Fizan’a gönderileceğini haber alınca, 1897 yazında bir maltız kayığı ile Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp’taki varlığının sembolü olan köhne Muzaffer korvetinin gözünün içine baka baka önce Tunus’a, oradan da Avrupa’ya kaçacaktı.

Jurnallerle Trablusgarp’a

5 Aralık 1896’da İstanbul’dan kalkan Canik vapuru ile Libya’ya gönderilen Hacı Ahmet Efendi’nin başını da Abdülhamid’i devirmek için komite kurduğuna dair jurnaller yakmıştı. Jurnalcilere göre komitenin üyeleri arasında İstanbul Merkez Kumandanı Müşir Kazım Paşa, Ayan Meclisi üyesi Kürt Seyid Abdülkadir, Numune-i Terakki Mektebi Müdürü Nadir Bey de vardı. Nadir Bey sarhoşlukla ağzından birkaç söz kaçırınca, Abdülhamid’in hafiyeleri olayı derhal Yıldız’a bildirmiş, diğerlerine bir şey olmamıştı ama Hacı Ahmet Efendi, Trablusgarp’ın yolunu tutmuştu. Yanında Kocamustafapaşa’daki Bedevi Tekkesi Şeyhi Naili Efendi ile Humus’a sürülen kardeşi Hakkı Bey ile Bingazi’ye sürülen diğer kardeşi Yümni Bey de vardı. Bu ailenin suçu da Jön Türklerle ilişki içinde olmaktı.

Şeref Kurbanları

Trablusgarp’a Şeref vapuruyla geldikleri için başlangıçta “Şeref Yolcuları”, bir süre sonra “Şeref Kurbanları”, kurtuluşlarından sonra da “Şeref Kahramanları” diye anılan grup ise hakkında en çok bilgi sahibi olduğumuz sürgünler. Babası Sadullah Koloğlu, 1947-1948 arasında Libya Başbakanı olan tarihçi Orhan Koloğlu’na göre (ki ailenin soyadı Kuloğullarından geliyor) jurnallerle tespit edilen çoğunluğu Tıbbiye Mektebi öğrencisi olan 77 kişi, 28 Ağustos 1897’de Şeref vapuruna bindirilmiş, ambara doğru yürürken güverte üstünü dolduran sırmalı nişanlı subaylara “Yuha!” diye bağırmışlardı. Çoğu padişaha bağlı memur ailelerinin çocuklarının çektiği bu “Yuha” saltanatın sona ermekte olduğunun bir işaretiydi.

Ancak Şeref Yolcuları dokuz aylık baskı ve beyin yıkama faaliyetinden sonra 21 Haziran 1898 günü valinin huzurunda “Bundan böyle padişaha sadakatle hizmet edeceklerine, fesatlarla meşgul olmayacaklarına, herhangi bir şekilde firar ederek Avrupa’da kötü yayınlar ile uğraşanlara katılmayacaklarına Vallah ve Billah” yemin ettiler ve “Padişahım çok yaşa” diye bağırdılar. Rivayete göre bazıları “Padişahım baş aşağı!” diye bağırmıştı. Sürgünlere eski rütbeleri verildi, asker olanlar orduda, mülkiyeliler vilayette, tıbbiyeliler hastanelerde Abdülhamid’i devirmek için çalışmaya devam ettiler…

Ahmet Samim ve Ebuzziye Tevfik’in jurnalleri

17 Mart 1904 tarihli bir jurnal ise (1910’da İttihatçılarca öldürülecek olan), Sada-yı Millet gazetesi başyazarı Ahmet Samim Bey tarafından kaleme alınmış. Sadeleştirerek aktarıyorum:

“Azori adında bir Suriyeli (Teyakkuz-ı Millet-i Arap) adında hükümdar aleyhinde gayet zararlı bir kitap yayımlamıştı. Padişahın kutsal çıkarlarına karşı olan bu olayı arz ederim…”

Bir başka ünlü gazeteci Ebuzziya Tevfik’in tarihini tespit edemediğim bir jurnali ise şöyle:

“Çakmakçılar yokuşundaki ünlü Vali Hanı İranlıların istilası altında olup ter türlü teftiş ve aramanın dışındadır. (…) Bu Valide Hanında bir İran şirketinin matbaası vardır bu matbaada hiç kitap ayrımı yapılmadan basılmaktadır. Örneğin Ziya Paşa’nın Zaptiye Nazırı Hasan Paşa’nın dilinden yazdığı ünlü Zafer name Şerhi orada birçok kez basılarak ülkenin her tarafına dağıtıldı. Bu şirket Namık Kemal’in ‘Vatan yahut Silistre’ adındaki tiyatrosu ile ‘Zavallı Çocuk’ adındaki bir tiyatrosunu şimdiye kadar elli defa basmıştır (…) Bu matbaalar ayrıca toplumun ahlakını bozacak eserler de basmaktadırlar…”

1906 yılında geleceğin hukuk doktoru, edebiyatçısı Mithat Cemal’i (Kuntay), kimin jurnallediğini bilmiyoruz ancak “suçu” Namık Kemal’in bir kitabının baskı kalıplarını evinde bulundurmasıydı. Neyse ki bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest kalmıştı. Mithat Cemal’in yakın dostu, geleceğin “İstiklal Marşı Şairi” Mehmet Akif (Ersoy) da evinde içki içilen bir dostunun evine yaptığı ziyaret yüzünden “şarapçı” diye jurnallenmişti. Jurnalcileri bilmiyoruz dedim ama, muhtemelen yakın çevrelerindendi, çünkü ancak onlar bilebilirdi böyle özel bilgileri.

Emanuel Karasu Efendi de jurnalciydi

Arşivlerde Jön Türk hareketinin ünlü üyelerinden Emanuel Karasu Efendi’nin de iki jurnaline rastlanmış. Birincisinde sergiye gitmek bahanesiyle Avrupa’ya giden Tabip Rıfat ve Mehmed Aziz efendilerin “aslında fesada katılmak amacında oldukları ve bunlara müsaade edilmemesi” isteniyor. Karasu’nun “fesad” dediği İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin faaliyetleri. İkincisinde “Avrupa’da yayınlanan halkın düşüncelerini bozan gazetelerin Selanik’te umumi kahvehanelerde serbestçe okunduğu fakat bunların Polis Dairesince katiyen engellenmediği” yolunda. Bu gazetelerin de İttihatçılar tarafından yayımlandığını tahmin etmişsinizdir. İlginç olan Emanuel Efendi’nin 27 Nisan 1909’da Abdülhamid’i halleden beş kişilik heyette olması ve 1908, 1912 ve 1914 seçimlerinde İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olarak Selanik Mebusu olması… Yani İTC aleyhine jurnalleri siyasi ikbalini önlememiş…

Babasını jurnallemiş evlat…

Jurnal işi öylesine dejenere olmuştu ki, 1905’te Beşiktaş Muhafızı olan Vasıf Paşa mealen şöyle yakınmıştı:

“Artık bizim gözetleme memurlarımıza iş kalmadı. Sadrazam (Ferit Paşa) bu görevi kusursuz şekilde yapıyor, durmadan jurnal veriyor. Sadrazam görevine giderken yol üzerinde arabasından inip bir karakola girmesi bile padişaha ulaştırılıyor, o da Sadrazam’ı (Halil Rıfat Paşa) sorguya çekiyor. Yahut da biri misafir Alman İmparatoru’nun getirdiği örnek tüfek hediyelerinin kendisine suikast yapılması için kullanılacağını bildiriyor, padişah da hediye sunma programını iptale kalkışabiliyordu. Nazırın halini ve yaptığı işleri müsteşarı, müsteşarın yaptığı işleri kalem müdürü, onu da daha altındaki jurnalliyordu. Babasını jurnallemiş evlat, damadının felaketine sebep olmuş kayınpeder, taşradan merkeze, yerli görevlilerden sefaretlerde çalışanlara herkes birbirini jurnalliyordu…”

Belçikalı bombacı Jorris’e 500 altın

Abdülhamid 21 Temmuz 1905 günü kendisine karşı bombalı suikast girişiminde bulunan Belçikalı anarşist Jorris’i bile affedip 500 altın ihsan ederek jurnalci yapmıştı. Jorris’ten beklenen Avrupa’daki Ermeni komitacılarını jurnallemekti. İleriki yıllarda ortaya çıkacağı gibi bu olayla ilgili olarak Ermeniler de jurnallemişti bombacıları. Hatta o sırada Osmanlı Devleti’nin Londra Sefareti’nde Üçüncü Sekreter olan Esat (Paker) Bey anılarında Padişah’ın kendisine hazırlanan suikasttan haberdar olduğunu, Abdülhamid’in bu konudaki istihbaratı Londa Sefiri Stefanaki Muzurus Paşa’dan, Muzurus Paşa’nın da bir Ermeni’den almış olduğunu yazmıştı.

Jurnallerin akıbeti

Şeref Yolcuları’nın Trablusgarp’a adım atmalarından 11 yıl sonra aynı nesilden İttihatçı subaylar Makedonya dağlarında çektikleri “Yuha!” sonucu Abdülhamid’e ikinci kez Meşrutiyet’i ilan ettirdiklerinde jurnalcilik bitti mi bilmiyoruz. Bildiğimiz şunlar:

1909’daki ünlü 31 Mart Olayı’nı takiben Abdülhamid tahttan indirildikten sonra Yıldız Sarayı yağmalanırken, gazeteler jurnallerin basına açıklanması için büyük bir kampanya yürütmüştü. Bunun üzerine Meclis-i Mebusan konuyu görüştü ve Tedkîk-i Evrak Komisyonu oluşturuldu. Heyet tam jurnalleri incelemeye başlamıştı ki 31 Mart Olayı’nı bastırmak üzere Selanik’ten gelen Hareket Ordusu’nun Kumandanı Mahmud Şevket Paşa’nın emriyle jurnaller Harbiye Nezareti’ne taşındı. İddialara göre tam 330 sandık evrak gönderilmişti. Mahmud Şevket Paşa kendisine jurnallerin yayınlanmasını öneren birine, sakalını sıvazlayarak “ne bilirsiniz benim de jurnalimin çıkmayacağını?” demişti. Tarihçi Mithat Sertoğlu’nun hocası Profesör İsmail Hakkı Uzunçarşılı’dan dinlediği bir anekdot şöyleydi: İsmail Saib Sencer Efendi adlı biri Evrak Tetkik Komisyonu’ndaki görevini yaparken öyle önemli, öyle “muhalif”, öyle “karakter sahibi” diye bilinen isimlerin jurnallerine rastlamıştı ki, ilerde selam verecek adam bulamayacağı korkusuyla görevinden ayrılmıştı.

Enver Paşa jurnalleri yaktırıyor

Tasnif heyetinden Asaf Tugay’ın İbret adlı kitabında anlatıldığına göre jurnaller uzun süre ciddiyetle tasnif edildi, her biri mühürlenerek numaralandırıldı, metinler büyük bir deftere geçirilmeye başlandı. Önemli jurnallerin ve önemli şahısların jurnallerinin fotoğrafları alınarak bunlardan dört adet albüm hazırlanmaya girişildi. Ama zamanla konu önemini yitirdi. Heyet Yarbay Galip Bey adında bir zatın reisliğinde on kadar zabit azadan ibaret kaldı. Nihayet, 23 Ocak 1913’te Babıali Baskını ile İttihatçılar iktidara el koyduktan sonra Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle jurnallerin hepsi yakıldı. Böylece tarihimizin çok önemli bir dönemine ait değerli bir arşiv imha edilmiş oldu.

Arşiv imha edildi ama gelenek sona ermedi. Cumhuriyet’in ihbarcılık tarihi bir başka zamana kalsın. Son zamanlarda yaşadıklarımızdan anlaşıldığı üzere, fişleme, karalama, ihbarcılık, jurnalcilik daha sürecek gibi gözüküyor, yani anlatacak pek çok kötü hikayemiz olacak ne yazık ki…

Özet Kaynakça: Cengiz Kırlı, Sultan ve Kamuoyu, Osmanlı Modernleşme Sürecinde ‘Havadis Jurnalleri’, (1840-1844), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, Orhan Koloğlu, “Jurnal”, Osmanlı Ansiklopedisi (Tarih, Medeniyet, Kültür), C. 7, İz Yayınları, 1996, s. 60-64, Orhan Koloğlu, Abdülhamit Gerçeği, Pozitif Yayınları, 2007, Ali Said, Saray Hatıraları, Sultan Abdülhamid’in Hayatı, Nehir Yayınları, 1994, Ali Vehbi, Sultan Abdülhamid (Siyasi Hatıratım), Hareket Yayınları, 1974, Asaf Tugay, İbret, Abdülhamid’e verilen Jurnaller ve Jurnalciler, Okat Yayınları, 1967; François Georgeon, Sultan Abdülhamid, Çeviren: Ali Berktay, Homer Kitabevi, 2006, İlknur Haydaroğlu, “II. Abdülhamit’in Hafiye Teşkilatı Hakkında Bir Risale (I. Kısım)’, Tarih Araştırmaları Dergisi, XIX/30, 1998, s. 109-133,Süleyman Kani İrtem, Abdülhamid Devrinde Hafiyelik ve Sansür, Temel Yayınları, 1999.

Önceki ve Sonraki Yazılar
AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ Arşivi
SON YAZILAR