AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

Ünlü siyasiler ve içki tercihleri

Ülkemizde siyasal eleştirinin mümbit topraklarından biri de siyasilerin alkollü içki kullanma/kullanmama alışkanlıklarıdır. Bu tarz eleştiri sağ muhafazakâr ve İslamcıların pek sevdiği türdendir. Coşup “bu ülkeyi iki ayyaş kurdu” diyen de olur, elinde rakı bardağı ile yakalanınca “o rakı değil ayrandı” diyen de… Resmi ortamlarda elinde limonata bardağıyla gezip, köşke gittiğinde rakıyı, viskiyi “yuvarlayıveren” de…Bu konudaki son olay, iktidar medyasından bir gazetecinin(!) İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu eşiyle birlikte şarap içerken görüntülemesi üzerine sosyal medyada yürüyen tartışma oldu. Her sene bu vakitlerde yapılması mutat olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “yılbaşı kutlamaları ve içki haramdır!” fetvasını beklerken siyasi liderlerimizin içki alışkanlıklarına şöyle bir göz atmakta mahsur olmasa gerek…

Men-i Müskirat Kanunu

Birinci Dünya Savaşı’nda ve onu izleyen sıkıntılı yıllarda, “düşmanların, topla tüfekle yenemeyeceğini anladığı Türk milletini, içki ve uyuşturucu maddelerle çökertmeyi hedeflediğini” düşünen bir grup Osmanlı-Türk aydını 5 Mart 1920 günü, Cuma namazından sonra İstanbul Matbuat Cemiyeti’nde biraraya gelerek Hilal-i Ahdar (“Yeşil Ay”) adlı bir grup kurmuşlardı. Hilal-i Ahdar mensuplarının ilk eylemi, 23 Nisan 1920 günü Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi’nin 13 Eylül 1920 günlü toplantısında grubun kurucularından Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in hazırladığı Men-i Müskirat Kanunu (İçkiyi Yasaklama Kanunu) teklifini vermek olmuştu.

Sadece içki değil haşhaş da

Ali Şükrü Bey, kanunu gerekçelendirirken içkinin dinimizce haram olmasıyla başlamış, içkinin yarattığı belaları saymış, ABD’deki içki yasağını överek bitirmişti. Gelir kaybı gerekçesiyle yasaklamaya karşı çıkanları da “Bir milyon lira kaybetmek mi yoksa Rum ve Ermenilerin cebine içki satışından 120 milyon lira girmesi mi tercih edilir?” diyerek ikna etmişti. Hızını alamayıp afyonu da yasaklamaya kalkan Ali Şükrü Bey’i, Burdur Milletvekili İsmail Suphi Bey, Anadolu’da binlerce insanın ekmeğini haşhaştan çıkardığını hatırlatarak engelleyebilmişti. Altı gün, yedi celse süren ateşli tartışmalardan sonra 14 Eylül 1920’de yapılan oylamada 71 oy lehte, 71 oy aleyhte çıkınca, celseyi yöneten Vehbi Bey’in oyu iki oy sayılarak sorun çözülmüştü.

80 değnek mi, hapis cezası mı?

Sekiz maddelik kanunla her türlü içkinin üretimi, satışı ve kullanılması yasaklanıyor, kanuna aykırı hareket edenlerden “müskiratın beher okkası için” 50 lira para cezası alınması öngörülüyordu. Açıkça içki içenler veya gizlice içki içip sarhoşluğu görülenlere de şeriatın öngördüğü “had ceza” olan 80 değnek veya 50 liradan 250 liraya kadar para cezası veya üç aydan bir yıla kadar hapis cezası verilecekti. Bu yasaya uymayan devlet memurlarına temyiz ve itiraz olmamak kaydıyla memuriyetten çıkarılma cezası münasip görülmüştü. Mevcut içkilerin imhası için de iki ay süre tanınmıştı.

Mustafa Kemal, oylama sırasında Meclis’te hazır bulunmamıştı. Hatta Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’nın anılarına bakılırsa ülkenin içinde bulunduğu kritik ortamda içki yasağı gibi meselelerle uğraştığı için Ali Şükrü Bey’e çok kızmış, “Memleketin zararına işlerle uğraşıyorsunuz” diye bağırmıştı.

Yasağın kışkırtıcılığı

İçki satışından elde edilen gelirlere en çok ihtiyaç duyulan bir dönemde içkiye yasak konulmasından sonra olanları Hüseyin Rahmi Gürpınar Meyhanede Kadınlar risalesinde şöyle anlatacaktı:

Hükümet bu yasağı koymakla içki içmeyi engellemek şöyle dursun, herkesi içmek için kışkırttı. İsteği arttırdı. Bu yasaktan sonra içkiye rağbet yüz kat arttı. En pis, zararlı rakılar üç, dört yüze satıldı. Bütün meyhanelerde küp dibi tortularına kadar bayat sermayeler sürüldü. Hiç kullanmayanlara bile iştah geldi. Her yerde yeniden imbikler ısmarlandı. Açık olmayan bir yasaklama... Hükümet, kapalı gişe, açık gişe, dam altında, damsız yerde içenlerle, kendini bilecek, bilmeyecek kadar sarhoş olanlar, bir okka fazla-eksik gibi ayarsız, ölçüsüz, tartılı-tartısız uygulanması olanaksız muammalarla oynarken sokaklar sarhoş naralarıyla inliyor. Zabıta her gün birbirini vuran, öldüren en korkunç olayları kaydediyordu...

Ali Şükrü Bey, eserinin meyvelerini tam toplayamadan 27 Mart 1923 günü Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Kumandanı “Topal” Osman tarafından öldürüldükten sonra Hilal-i Ahdarcılar başsız kalmışlardı ama canla başla yasağı savunmaya devam ediyorlardı.

Polis Müdürü Dilaver

Peki, devletin zirvesi yasağa uyuyor muydu? Bunu da Mustafa Kemal’le ters düştüğü için 1926’da yurtdışına kaçmak zorunda kalacak olan Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur’dan dinleyelim:

İmbikler toplandı, amma bazı nüfuzlu memurlar hükümetin muhafazası altında bulunan bu imbiklerden bir kısmını alıp evlerine yerleştirdiler. Bunların biri Ankara Polis Müdürü Dilaver, diğeri Bursa Valisi Fatin’dir. Mükemmel rakı çıkarıp iyi ticaret yaptılar. Dilaver Rumelilidir. Galiba Arnavut. Fatin Giritli. Bunların ikisi de Mustafa Kemal’in gözdeleridir. Zaten böyle olmasalar meyhanecilik yapamazlar. Mustafa Kemal’in rakılarını da bunlar yaptılar. Mustafa Kemal bir gün rakısız kalmadı...

Üzüm bayramları

Sonunda ne oldu derseniz, hayatın gerçekleriyle uyuşmayan her kanun gibi Men-i Müskirat Kanunu da bir süre sonra (1926’da) tarihe karıştı. Ali Şükrü Bey ve arkadaşlarının kurduğu Hilal-i Ahdar’ın nefesini her zaman enselerinde hissettilerse de Kemalist yazında bir çeşit “akademi” olarak nitelenen Çankaya sofralarının önüne geçemediler. Mustafa Kemal’in yakın çevresinden Falih Rıfkı (Atay) Çankaya adlı hatıratında şöyle anlatır bu sofraların işlevini:

Bu bir içki ve cümbüş sofrası değildi; dostları ile hatta düşmanları ile sohbet ve tartışma meclisi idi. Sevdiklerinin ve birlikte bir şeye inandıklarının tenkitlerine, itirazlarına, tartışmalarına inanılmaz bir katlanışı ve hoş görürlüğü vardı. Türk dili ve Türk tarihi meselelerinin, onun sofrasında tam bir fakültelik zaman tutmuş olduğunu tahmin ediyorum. Tebeşirli kara tahta karşısında idi. Bakanlar, profesörler, milletvekilleri hep o tahtaya kalkmışızdır. Ondan başka hepimiz yorulur, doğrusu biraz usanırdık. Savaş ve devrim günlerinde meseleler konuşulduğu sırada hiç içmez veya pek az içerdi. Kendisine bir zaaf ve laubalilik sezilmesi ihtimaline karşı pek titizdi. Pek efendi bir ev sahibi ve eski Osmanlı deyimiyle pek edepli idi. Bir akşam sofrada, Dr. Reşit Galip’in aşırı çıkışlarına dayanamayıp, ‘Galiba rahatsızsınız, biraz dinleniniz,’ uyarısı karşısında muhatabının ‘Burası milletin sofrasıdır. Ben milletimin sofrasında oturuyorum!’ demesi üzerine “Beyefendi’nin hakkı var. O halde biz sofrayı terk edelim,” demişti.

Kemalist olmadığını bildiğimiz Vamık D. Volkan ve Norman Itzkowitz’in çeşitli kaynaklardan derlediği biyografik bilgileri psikolojik çözümlemelerle birlikte sunduğu Atatürk, Anatürk adlı eserde ise şöyle betimlenir bu sofralar:

Bu akşam toplantılarının törensel bir yanı olduğu açıktır. Akşamın erken saatlerinde başlayan yeme içme sabahın erken saatlerine kadar devam ederdi. Gazi bilardo oynamayı çok sevdiği için konuklar önce bilardo salonuna girerdi. Gazi çoğu kez içki içilmeye başlandıktan sonra gelirdi. Genellikle rakı servisi yapılır, anında nohut, zeytin, humus, beyaz peynir gibi mezeler gelirdi. İçki faslı yemek servisi yapılmadan en az bir saat sürerdi. Mönü konusunda fazla seçici olmayan Mustafa Kemal basit yemeklerle yetinirdi. Sofrada çocukluğundan beri sevdiği yemekler olan kuru fasulye ve pilav gibi yemekler sunulurdu. Ziyarete içkili gelinmesini ya da insanların kontrollerini kaybedecekleri kadar içki içmesini istemezdi ama hedef kendisi olmadığı sürece şakalaşmaktan, şaka yollu takılmalardan hoşlanırdı. Dedikodu ya da kişisel eleştirilerin ima yoluyla söylenmesinden çok, açıkça konuşulmasını talep ederdi ama genel olarak anlaşıldığı üzere kendisine yönelik olumsuz yorumlara karşı hoşgörüsü oldukça sınırlıydı. Yemek masasında içkisini yavaş yavaş içen Mustafa Kemal bazen Makedonya’daki çocukluğundan kalma şarkılarla misafirlere eşlik ederdi.

Leblebi ve Dimitrakopulo

Peki bu sofraların bazılarınca içkiyle özdeşleştirilmesinin hiç dayanağı yok muydu? Atatürk’ün ölümünün, kendisini tabulaştıranlar tarafından inkâr edilse de alkolle bağlantılı bir hastalık olan sirozdan olduğunu biliyoruz. Atatürk, Cumhuriyet döneminin ilk etno-politikçisi Hasan Reşit Tankut’a içkiyle nasıl tanıştığını şöyle anlatmıştı:

Küçük yaşta öksüz kaldım. Güç bela okudum. Daha çocukken içkiye dadandık. Fakat o zamanlarda da ben çok içmedim. Devamlı içtim. (…) Yatılı askerî okula verdiler. Annem bana günde iki kuruş gönderirdi. Okulun kapıcısı borazan çavuşluğundan emekli bir hoca idi. Bir iki kuruşu ona verirdim. Kırk parasını o alır, kırk parasıyla teneke bir maşrapa içinde içki getirirdi.

Pekâlâ, Atatürk yetişkin yaşlarında ne tarz bir içiciydi? Gazeteci İsmail Hakkı Sevük’ün aktardığına göre, 20 Mart 1923’te Konya’daki Mevlevihane’yi ziyaretinde Mevlânâ için “Ben onun ne liberal kafalı bir şair olduğunu bildiğim için huzuruna kupkuru girilmez dedim, birkaç kadeh çekip de girdim!” diyen Mustafa Kemal’in emrettiği anda “zehir olsa içmek” gerekirdi, içki konusunda atlatılmaya gelmez, mazeretini açıkça söyleyene ısrar etmez ama içer gibi görünene çok kızardı.

Kendisine on iki yıl gece gündüz, günde yirmi saat hizmet etmiş uşağı, sofracısı Cemal Granda ise şöyle anlatır en sevdiği içkiyi:

Devrin en ünlü rakısı Dimitrakopulo’dan Atatürk her gece yarım kilo içerdi. Mezesi de sadece tuzlu leblebiydi. Ara sıra da fava denilen zeytinyağlı, limonlu bakla ezmesi istediği olurdu. En sevdiği yemekler arasında kuru fasulye ve pilavın geldiğini tekrarlamak isterim.

Atatürk’ün rakı dışında bira ve şampanyayı sevdiğini ama diğer içkilerle arasının olmadığını söyleyen Granda’nın anılarında içinde içki geçen pek çok hikâye var, ancak Granda şunu belirtmeyi de ihmal etmiyor:

İşten ve yurt gezilerinden artan bütün ömrü sofrada geçmiş denebilir. Fakat burası hiçbir zaman bir içki ve cümbüş bayağılığına inmemiş, bir tartışma ve sohbet meclisi olarak kalmıştır. Eğlencenin yanı sıra en zor devlet işlerinin karara bağlandığı bir meclis olmuştur. Buna “politikanın, aktüalitenin ziyafet sofrası” adını takanlar yanılmamıştır. (…) Her gece içtiği halde Atatürk’ün bir kere bile içki yüzünden kendinden geçtiğini, taşkınlıklar yaptığını görmedik, duymadım. Aksini iddia edenler varsa, bunların yaptıkları düpedüz dedikodudan başka bir şey değildir. Ölümünden sonra çekememezlik ve kıskançlıktan Atatürk’ün sofrasını sarhoşluk, ayyaşlık ve zevke düşkünlükle kötülemek isteyenler oldu ama bu çabalar boşunadır. O’nun yaşantısı bütün açıklığıyla meydandaydı. Gizlenecek bir yönü yoktu ki… Halkın sofrasıydı.

Bir akşam sofraya, doktoru Neşet Ömer (İrdelp) de davetlidir. Metrdotel kadehleri doldururken, Atatürk, Neşet Ömer Bey’in daha önce kendisine yaptığı uyarıları hatırlatarak, kendisine içki servisi yapılmamasını istemiş ama biraz sonra dayanamayarak “Doktor! Hayli senedir içtiğimiz alkolü böyle bir anda bırakıvermek doğru mudur? Bunu yavaş yavaş bırakmak zannedersem daha iyi olacak. Mesela bu akşam birkaç kadeh içeriz ve tedricen azaltarak sonunda tamamen bırakırız,” der. Ama geç kalmıştır. Önce sofrada kalma süreleri kısalır. Sonra sofralar seyrekleşir, sonra tümüyle kaldırılır. Ve sonunda korkulan olur…

“Kılıç” Ali’nin adını vermeden eleştirdiği kişilerden biri olan İsmet Paşa, ne sofrayı bir “akademi” olarak görüyor, ne de poker ve bilardo partilerinden hoşlanıyordu. Nitekim 1937 sonbaharında, Mustafa Kemal’le iç ve dış politikaya dair yaşadığı bir dizi anlaşmazlığın gerilimi içinde (mealen) “Ülkeyi sofradan mı idare edeceğiz,” deme cüretini gösterdi, bunun bedelini de başbakanlıktan uzaklaştırılmakla ödedi.

Atatürk’ün vefatından sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü ve eşi Mevhibe Hanım, Çankaya Köşkü’ne yerleşmek istemediler. Ama birkaç ay sonra taşınmak zorunda kaldılar. İnönü, Çankaya’da Atatürk’ün kurduğu türden sofralar kurmadı. Kurmadığı gibi, bu sofranın yolsuzluğa bulaşmış müdavimlerini siyasetten uzaklaştırdı, kimilerini yargıya teslim etti.

Adnan Menderes ve Celal Bayar içki içer miydi?

Aradan yıllar geçti, 14 Mayıs 1950-27 Mayıs1960 arasındaki DP döneminde ülkede viski “patlaması” yaşandı (başlı başına bir konu, bu yüzden detaya girmiyorum). 23 Ocak 1960 günü Tekel bütçesi görüşülürken bir DP milletvekilinin muhalefetin eleştirisine sebep olan viski ithali meselesine karşı savunma olarak “İsmet İnönü de viski içiyor” şeklinde sözler sarf edince tartışma çıktı. CHP Milletvekili Emin Soysal “İsmet İnönü içki müptelası ve itiyadını taşıyan bir adam değildir. Bu büyük devlet adamı şu anda sigara bile içmiyor. Bu nevi küçük sözlerle O’nu lekeleyemezsiniz.” dedi. CHP’li vekiller, DP’lileri ve bazı bar artistlerinin ayaklarını viskiyle yıkamakla suçladılar. Viskinin DP Dönemi’nde popülerleştiği ortada iken ve bu tartışmaların yapıldığı yıl her ay 10 bin şişe viski içildiğini yazarken gazeteler, DP’nin değil de CHP’nin ve içki içmediği bilinen İnönü’nün suçlanmasının intikamını CHP kısa süre sonra aldı.

DP iktidarı için ölüm çanlarının çalındığı günlerde, Mart 1960’ta meşhur Vatan Cephesi Ocağı kurucularından eski opera sanatçısı Hüsamettin Ünder ve operacı Adnan Aydan’ın evlerinde yapılan aramada 700 gram afyon, bir tabanca, külliyetli miktarda tabanca mermisi, kaçak Amerikan eşyaları ve viski ele geçirildiğini okudu halk. Olay günlerce gazetelerde yer aldı. 27 Mayıs 1960’de yönetime el koyan Milli Birlik Komitesi 22 Temmuz 1960'ta bazı fotoğraflar yayınlayarak bu faslı devam ettirdiler. Bu fotoğraflardan biri iddiaya göre Ramazan’ın yedinci günü olan 1 Haziran 1952 tarihinde Manisa’da çekilmişti. Fotoğrafta ortada sabık Başbakan Adnan Menderes, sağında sabık İçişleri Bakanı Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, solunda ise sabık Milli Savunma Bakanı Refik Şevket İnce oturmaktaydı. Sofrada içki şişeleri ve bardakları görülmekte idi. Yani ima edilen, muhafazakâr değerlere sahip çıkan, Türkçeleştirilmiş ezanı Arapçaya çevirmiş olan Demokrat Parti'nin lideri, Ramazan gününde içki masasına oturmasıydı.

Fotoğrafın gerçek mi, imalat mı olduğu tartışması hala bitmedi ama Can Kıraç’ın Anılarımla Patronum Vehbi Koç adlı kitabında şu satırlara itiraz eden olmadı:

Adnan Menderes Demokrat Parti İl Kongresine katılmak üzere Antalya'da bulunuyordu ve o gece şerefine bir ziyafet verilecekti... Mahmut Konuk, bu yemeğe katılması için Vehbi Koç'u ikna etmiş ve “Adnan Bey sizin varlığınızdan memnun olacaktır” diyerek onu cesaretlendirmişti. Ziyafetin düzenlendiği Halkevi salonuna girildikten sonraki gelişmeleri Vehbi Bey şöyle anlatmaktadır: Mahmut Bey'in beni davete getirmesi dikkatleri çekmişti. Yemeğe katılacağım Başbakan'a da duyurulduğu için, Adnan Bey de “Vehbi Bey'i karşıma oturtun” talimatı vermiş. Ben, kenar bir yere oturup gözlerden uzak kalmayı düşünürken, Menderes'in karşısında kendimi sahneye çıkmış acemi bir artist gibi hissetmiştim! Hoşbeşten sonra Menderes, “Ben susuz rakı içiyorum, su koyarsam rakı içtiğimi anlayacaklar, onlar da içecekler, sonra sarhoş olacaklar! Durumu böyle idare ediyorum, siz de susuz rakı için” teklifinde bulunmuştu! Hayatımda ilk defa susuz rakıyı Menderes'in karşısında içmiş oldum!..”

Evet neymiş, Menderes viski içmezmiş, ama rakı içermiş, hem de susuz içermiş! Halbuki dünya çapında ünlü barmenimiz Vefa Zat, yıllarca içki servisi yaptığı liderlerin içki tercihleriyle ilgili şunları söylemişti 2012 yılında: “Adnan Menderes viski, Süleyman Demirel de Campari severdi. Celal Bayar ve İsmet İnönü de meyve suyu içerdi. Alparslan Türkeş balo olduğunda değişik içkiler içerdi.” Demek biraz daha araştırsak Menderes’in başka içkili hikayelerini de bulabiliriz…

Vefa Zat, “Celal Bayar meyve suyu” içerdi diyor ama Bayar’ın 1986 yılında, 103. doğum gününü (sulu) rakı içerek kutladığını gösteren fotoğraf bu iddiayı doğrulamıyor. Elbette rakıya daha sonradan başlamış olabilir Bayar.

Yassıada’da “viski davası”

Tekrar 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasına dönersek, sabık Tekel Genel Müdürü Ömer Refik Yaltkaya ile Ankara Tekel Baş Müdürü Melih Sütar “düşüklerden Celal Bayar, Adnan Menderes ve Hadi Hüsman’a ithal malı viskileri hediye ettikleri” için Yassıada’da yargılanacaklar, duruşmada gazeteci Bedii Faik’in “şimdi burada süngüler arasında muhakeme edilirken benim aleyhlerinde yazı yazdığımdan bahsediyorlar. Onlar 10 yıl bunu yaptılar. Biz gizli celselerde muhakeme edildik. Grupta anamıza babamıza sövüldü. Onlar beyaz peynirle viski içtiler. Şimdi hangi mertlik ve karakterden bahsediyorlar?” demesi dinleyiciler tarafından şiddetle alkışlanacaktı. Darbeci generallerin o dönemin popüler içkisi viski tüketimine pek hoş bakmadıklarını hissettiren ufak tefek emarelerden biri de 28 Haziran 1961 tarihli Cumhurbaşkanlığı resepsiyonunda sadece bir şişe viski açılmasıydı. Ayrıca gazetelerde generallerin DP döneminin içki alışkanlıklarından pek hoşlanmadıklarına dair haberler çıkıyordu. Örneğin Leyla Umar Erduran 8 Ekim 1960 tarihli Milliyet’teki Cemiyet Haberleri sütunundaki “Viskiye Boykot” başlıklı haberinde “Zaten istemesek de çok geçmeden viski perhizine girilmesi mukadder: Bir Tekel yetkilisinden aldığımız bilgiye göre eldeki viski stoku hızla devam eden satışlar sayesinde azalıyor ve katiyen yeniden ithal düşünülmüyormuş,” diye yazmıştı.

Süleyman Demirel ve Chivas Regal

Vefa Zat, “Demirel Campari” severdi diyor ama neredeyse ömrünün sonuna kadar iyi bir viski içicisi olduğunu duyduk. Kimlerden mi? Örneğin Vehbi Koç, 11 Mart 1972'de Demirel'i Ankara Güniz Sokak'taki evinde ziyaret etmiş ve buluşmaların ayrıntılarını not defterine şöyle yazmıştı:

Bizi kapıda karşıladı. Oturduk, hatırımızı sordu. “Birer viski içelim.” dedi. Birisi buz ve su getirdi, kendisi odanın bir tarafında bir dolaptan Chivas Regal çıkardı. “Ne var ne yok, piyasa nasıl gidiyor?” diye sordu. Ciroların, karların iyi gittiğini söyledim, pek memnun kalmadı. (…) İkinci viski konuldu, o da içildi. Hep kendisi koyuyordu. Dehşet konuşuyor. Bir taraftan, “Ben sizden bilgi alacaktım, bana fırsat vermediniz, beni konuşturdunuz” diyordu; diğer taraftan da konuşmayı çok seviyordu. Mezemiz patlamış mısırdı. Viskiler üçe çıktıktan sonra o da serbest konuşuyordu, ben de... Anlaşılan çok okuyor, bilhassa iktisadi işleri gayet iyi biliyor ve istikbalden emin görünüyordu…

Aradan geçen yıllarda viskiyle ilişkisini devam ettirdiğine dair bir ipucu da gazeteci Burhan Ayeri’nin 21 Mart 2010’da Akşam gazetesinden Gülay Altan’a söylediği şu sözlerde var:

Bir de Demirel, hep “benim soğuk çayımı getirin” diye bağırırdı. Peçeteye sarılmış plastik bir bardak, içerken insanlara yaklaşmazdı da. Ben onun çay olduğunu hiç düşünmedim. Bana göre o kesin viskiydi, dopingini alırdı.

Nitekim, eğitimci-televizyoncu Abbas Güçlü’ye göre 9 Haziran 2006 günü Kayseri Üniversitesi’nde, Kanal D’de yayımlanan Genç Bakış programına konuk ettiği Demirel program sonunda, kendisi için düzenlenen sazlı sözlü eğlenceyi sabah 05.00’te mantılı, pastırmalı yemeğini yiyerek viskisini içerek bitirmişti…

1990’dan itibaren Demirel’in özel doktoru olan Osman Müftüoğlu, Zaman gazetesinden Nuriye Akman’a “İçkiyi Demirel benden önceki dönemlerde bazen kullanmış. Eski yakın çalışma arkadaşlarının hepsi de Demirel'in güzel viski içtiğini bilir. Ben viskiyi iki kere içtiğini gördüm. Kendisini tanıdığım andan itibaren kırmızı şarap önerdim. Demirel içki içmek isteği zaman belki bir iki bardak kırmızı şarap içiyor. Tercih ettiği şaraplar genellikle ‘Cabernet’ türü…” diyerek viskideki devamlılığı ve çeşitliliğe açıklığı itiraf ederken, Demirel Nisan 2011’de İzzet Çapa’ya verdiği mülakatta “Viski içerim arada sırada. Viskinin markası olmaz. Viski viskidir. Dünyanın en güzel içkisidir. Sadece canım istediği zaman…” diyerek şüphecileri susturmuştu.

Zincirbozan’a viski yetişmedi mi?

12 Eylül 1980 darbesinden sonra Zincirbozan’da “enterne edilen” siyasilere viski yetiştirilemediğini Süleyman Demirel’in Mehmet Barlas’a anlattıklarından biliyoruz. 31 Temmuz 2014 tarihli Sabah gazetesindeki ifade tam olarak şöyle:

Önceki gün sevgili Ali Şen'in Bodrum'daki evinde “Zaman Tüneli”ne girdim...Yanımdaki koltukta Süleyman Demirel oturmaktaydı. Nahit Menteşe ile İsmet Sezgin'in sohbetlerine, Yavuz Donat ve Can Pulak katılmaktaydılar. Bu arada Can Pulak'ın nikâh şahidinin Nahit Menteşe olduğunu da öğreniyorduk… Karşımızdaki koltukta oturan Celal Doğan Zincirbozan'daki günlerini anlatıyordu. İhsan Sabri Çağlayangil beraberinde köpeğini de getirmek isteyince, Zincirbozan'ın komutanı “Bunun için Konsey'in izin vermesi gerekir” demiş... Konsey de hem Çağlayangil'in köpeğinin kampa alınmasına hem de gözaltındaki siyasilerin alkollü içkiler içebileceklerine izin vermiş... Ve sonunda viski yetiştiremedikleri için, Tekirdağ'dan partililerce getirilen rakıya dönmüşler…

Turgut Özal nasıl bir içiciydi?

10 Mayıs 2007 tarihli Vatan gazetesinde Bilal Çetin’in yazdığına göre, Erdoğan, Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığını açıkladığı günlerde Bakanlar Kurulu’nda herkes Gül’ü kutlarken Savunma Bakanı Vecdi Gönül söz alıp şöyle demiş: “Çok isabetli bir tercih yaptınız. Türkiye ilk defa dindar bir cumhurbaşkanına kavuşacak. Turgut Bey için de dindar diyorlardı ama aslı yok. Rahmetli bir kere içki içerdi. Başbakanlık Konutu’nun tavanları patlatılan şampanyaların mantarları ile delik deşik olmuştu...” Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu ise, “Ayıp olmuyor mu, siz Özal’la birlikte çalıştınız. Arkasından böyle konuşulur mu?” demiş. Kavgayı Erdoğan önlemiş. Ne diyerek önlemiş, Bilal Çetin yazmamış.

Bunun üzerine Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök, Semra Özal’ı aramış (çünkü kendisi Özal’ın içki içtiğine hiç tanık olmamış) ve Semra Hanım’dan öğrendiklerini 11 Mayıs 2007 tarihli sütununda şöyle özetlemiş:

Çok seyrek içki içerdi. Arada bir, biz zorlayınca bir kadehe konyak koyar içerdi. Ama 1987’deki kalp ameliyatından sonra ağzına hiç içki koymadı”. “Peki resmi davetlerde?” “Beyaz şarap yerine elma suyu, kırmızı şarap yerine vişne suyu koyup içerdi.” “Ya çevresindekilere karışır mıydı?” “Asla karışmazdı. Örnek mi istiyorsun, işte ben. Ben viskimi içerdim.” Özkök ısrarlı: “Peki şampanya patlatma?” “Tamamen yalan, hiç böyle bir şey olmadı.”

Özal Drambuie mi içerdi?

Aynı gün konuya Milliyet yazarı Güneri Civaoğlu da dahil olmuş ve şöyle yazmıştı:

AKP'li bir bakanın “Çankaya'ya ilk kez dindar bir cumhurbaşkanı çıkacak, çünkü Turgut Özal içki içerdi” dediği ve buna eski ANAP'lı bir bakanın karşı çıktığı... Aralarında tartıştıkları yazıldı. Gerçekten içer miydi? Özal ile pek çok kez aynı ortamda bulundum. Bir kez bile içtiğini görmedim. Hatta dönemin Yunanistan Başbakanı Papandreu, Davos'taki bir otelde 'peynir-şarap' partisi vermişti. Orada ikram ettiği şarabı, Özal reddetmemiş ama sadece elinde gezdirmişti. Bir yudum bile almamıştı. Fakat... Özal'ın en yakın çevresinden çok uzun yıllara dayanan yakın arkadaşlarım var. Onlardan Özal'ın, bazen gecenin geç saatlerinde telefon ederek “Seninle konuşacağım, Drambuie'ni al gel” dediğini dinlemiştim. Drambuie, hazmettirici özellikte, alkol oranı düşük, tatlı bir likördür. Özal, böyle tatlı diğer marka likörlerden de içermiş. Ama o kadar... Sert alkollü içecekler değil. Şarabı ise ağzına koymazmış. Bakanın [Vecdi Gönül] “Başbakanlık Konutu'nda şampanyalar içilirdi. Salonun tavanı patlatılan şampanya tıpalarıyla delik deşikti” iddiasına gelince... Şampanya içildiğine ben de birkaç kez tanık oldum. Özellikle çoğu Ahmet Özal'ın arkadaşı olan genç banka genel müdürleri, başkanları, ellerinde şampanya kadehleriyle salonda sohbet ederlerdi. Özal'ın elinde portakal suyu olurdu. Tavan da şampanya tıpalarıyla delik deşik değildi…

Neyse içimiz rahatladı, Özal viski değil Drambuie içermiş ve Çankaya’nın tavanı delik deşik değilmiş… Semra Özal’a gelince, 2011 yılında İzzet Çapa’ya “Kuran da okurum eğlenceye de giderim. Kuran’ı Arapça okurum, her gün 5 vakit namazımı kılarım. Ama davete gidip viskimi de içerim. Hepsinin yeri ayrıdır” diyerek, neoliberal İslam modernizminin özgün bir fomülünü verdiğini hatırlatalım…

Bitirirken

Buraya kadar yazdıklarımın ve unuttuklarımın bir özetini Kurthan Fişek 28 Mart 2000 tarihli Hürriyet’teki köşesinde şöyle yapmıştı:

Atatürk sulu rakı içerdi. Fazla değil... Herdaim Çankaya gecelerinde dört tek falan... Ahmet Kenan Evren içki ayırmaz, ne bulsa götürür, ama, tercihi rakıdır. Turgut Özal Fransız brandy hayranıydı. Elinde zaman-zaman tuttuğu limonlu soda bardağının içine bile onu koydurturdu. Süleyman Demirel bir parmak viski, üç parça buz, dört parmak suyla sabaha kadar idare eder. Celal Bayar ve halefi Cemal Gürsel rakıyla idare eder, Moskova’da edindiği kötü alışkanlıkla Fahri Korutürk'ü iki duble Stoliçnaya (votka) fena çarpardı. Erdal (İnönü) bey şarap, Mesut (Yılmaz) bey rakı, Eco (Bülent Ecevit) çay, Neco (Necmettin Erbakan) vişne suyu (ve geçmiş zamanlarda bol sulu rakı), Tansus-Özers (Tansu Çiller-Özer Çiller) çifti taze sıkılmış portakal suyuna Booths cini takılır.

Henüz tarih konusu olmadıkları için Recep Tayip Erdoğan, Devlet Bahçeli, Meral Akşener veya Kemal Kılıçdaroğlu’nun içki alışkanlıklarını araştırmadım. Yine de Erdoğan’ı, Erbakan’la birlikte “ayran” içerken gösteren, Kılıçdaroğlu’nu rakı içerken gösteren fotoğraflara rastladım. Bahçeli hakkında şüpheleri olanları ise Doğru Parti Genel Başkanı Rıfat Serdaroğlu’nun 2 Aralık 2021 tarihinde kendi internet sitesinde yayımladığı “Zeytin Ağacı” başlıklı yazısındaki şu satırlar ikna edecektir herhalde:

70 yaşındaki Bahçeli, gençliğinde ülkücü camiayı kullanmış, akademisyen(!) iken Reno arabasının bagajında silahlar yakalanmış, ama hiç kavgaya girmemiş, bir kez olsun mahallede cam kırmamış, yaramazlık yapmamış, ömrü boyunca yalnız yaşamış, sevmemiş sevilmemiş, flört etmemiş, evlenememiş, aile nedir bilmemiş, arkadaşları ile bir duble rakı içmemiş, bir defa olsun pavyona veya eğlence yerine gitmemiş biridir.

Madem bu yazının bahanesi İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun eşiyle bir yemekte şarap içmesi idi, o halde yazıyı Ankara’nın sabık BB Başkanı Melih Gökçek’i rakı masasında gösteren fotoğrafın kısa hikayesiyle bitirebiliriz. Söz konusu fotoğraf sosyal medyada boy gösterince, Melih Gökçek bir anda sinirlenerek fotoğrafın “fotoşop” olduğunu iddia etmiş ve kullanıcıya dava açacağını söylemişse de dava açılmadığı için Gökçek’in içki içip içmediğini resmen öğrenememiştik.

Evet, en ünlü siyasilerimizin neler içtiklerini az buçuk öğrendik, bir başka zaman da halkımız ne içerdi, onu konuşuruz… Kendi payıma 2023 yılının geride bıraktığımızdan kötü olmamasıyla yetineceğim, sizler için ise yeni yılda her şeyin en güzelini diliyorum!

Önceki ve Sonraki Yazılar
AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ Arşivi
SON YAZILAR