PKK feshedildiğinde, Türkiye’de ve Ortadoğu’da neler değişecek?

“Sağolsun” AKP-MHP İktidarı ülkeyi siyasetsiz, gündemsiz bırakmıyor. Öyle eften püften gündemler de değil hani, bayağı kallavi gündemler: Bir tarafta “40 yıllık sorunu” ortadan kaldırmayı amaçlayan “Terörsüz Türkiye” iddiası, diğer tarafta “100 yıllık sorunu” ortadan kaldırmayı amaçlayan “CHP’siz Türkiye” iddiası. İşin daha da ilginci, bu iki kallavi gündemin birbirine “temas etmeden” götürülüyor oluşu…

Bahçeli’nin şok sözleriyle başlamıştı her şey; “PKK silah bıraksın, silahları teslim etsin, kendini feshetsin”. Hatta “Öcalan’a umut hakkı tanınsın, gelsin Meclis’te konuşsun…”

Sürecin “ilk bölümü”, Öcalan’ın 27 Şubat’ta okunan silah bırakma ve fesih metni ile geçildi. Bahçeli, bu durumu; “Terörsüz Türkiye, huzurlu Türkiye, süper güç Türkiye yarın değil, hemen ulaşılacak bir hedeftir ve bizim de siyasi şerefimize emanettir” diye açıklıyordu. Şimdi sıra PKK’nin kongresini toplamasına, kendisini fes etmesine ve silahlarını T.C. Devleti’ne teslim etmesine geldi. (Bu yazı PKK, kongresini yaptığını ancak henüz kararları açıklamadığı bir zamanda yazıldı.)

Şimdiye kadar ki süreçte (ve muhtemelen bundan sonrada) hep “avcının hikayesini” dinledik, dinleyeceğiz. Ancak bir de “karşı tarafın hikayesi” vardır değil mi?

Bilindiği üzere Abdullah Öcalan ve PKK’nin yönetici kadrosu (çok uzun zamandan beri), stratejik hedeflerini Türkiye’nin “demokratik dönüşümü” içinde aradılar, hatta silahlı mücadelenin meşruluğunu da bunun olmayışına dayandırdılar. Kürt halkının siyasi, sosyal, kültürel bir kimlik kazanmasının, Türkiye’deki siyasetin, yasamanın, hukukun, yere l yönetimlerin gerçek bir demokratik dönüşümü ile mümkün olacağını ileri sürdüler ve buna uygun siyasi taktikler (Bu taktikler içerisinde bazı “anomaliler” elbette mevcut; Gezi İsyanı’na mesafeli duruş, referandum tavrı, AKP’den fazla beklenti, v.s.) belirlediler.

Her türlü baskıya, kapatmalara rağmen yasal parti ısrarı aslında TBMM’ye, yasal dönüşüme verdikleri önemdi. Batı’daki sol siyasetlerle girişilen ittifaklar, kendi seçmenlerinin tepkilerine rağmen aydınlara da sağlanan milletvekili kimlikleri aynı zamanda demokrasi mücadelesinde kimlerle yan yana durma tercihini gösteriyordu.

Her şeyin alternatifi var, tarihin de geleceğin de

Durumun daha iyi kavranmasını sağlayacak olan belki de bir “alternatif tarih” (Tarihsel gerçeğe dayalı varsayımlar olarak alternatif tarih hikayeleri, önemli olaylar hakkında "Ya şöyle olsaydı?" senaryoları önerir ve sonuçları tarihsel kayıtlardan çok farklı sunar) okuması olabilir.
Yani PKK, başından itibaren ve tamamen Kürt milliyetçiliğini esas alan, diğer halklar karşısında ayrılıkçı, bağımsız devlet kurma hedefli bir çizgi de izleyebilirdi. Hatta laiklik prensipleri ile değil Barzani gibi basbayağı feodal/gerici bir yapı da kurabilirlerdi. Bunu Kürt halkı içinde (özellikle Suriye ve Irak’ta) savunanların olduğu aşikâr.

PKK’ye böylesi bir siyasetin hâkim olmasının yaratacağı sonuçları, (özellikle Türkiye toplumunda) hayal etmek bile korkunç olurdu. Böyle olmamasını sağlayan (belki de en önemli özellik), Öcalan ve kurucu arkadaşlarının “tedrisatlarını” 1970-80 arasında Ankara SBF’de Dev-Genç mücadelesinin ve sosyalizm ideolojisinin hâkim olduğu bir dönemde yapmış olmalarıdır. (Biyografisinde “SBF'de kendisini Çayancı olarak adlandıran grup içerisinde yer aldığı notu da mevcut.) Mücadeleyi Marksist bir eksende tanımlamak, örgütün ismini İşçi Partisi olarak koymak, laiklik anlayışını uygulamak vs.
Öcalan’ın açıklamalarından, aynı politik çizginin değişen coğrafya ve değişen siyasi ilişkiler göz önüne alınarak yeniden üretildiğini ileri sürmek mümkün. (Hatta belki de bu projeyi, Bahçeli değil de Öcalan sunmuştur!)

Öcalan ısrarla “demokratik mücadeleden, demokratik yolla başka bir noktaya taşınılabileceği” vurgusu yapıyor, “PKK kendisini demokratik siyasete göre yapılandırmalı” diyor ve “Kürtler, Suriye'yi neden birlikte yönetmesin?” diye soruyor.

Görülüyor ki Irak’ta ve Suriye’de üniter yapı çökmüş, fiili bir ademi merkeziyetçilik oluşmuş durumda. Bu durumun uzun süre devam etmesi, İsrail hariç, bölge halklarının hatta bölgedeki siyasi güçlerin, devletlerin yararına değil. Bu iki ülkede de güçlü siyasi iktidarlar oluşacaksa var olan güçlerin ortaklaşmasına ve iktidar paylaşımına ihtiyaç var. Böyle bir dönüşüme gidildiğinde Kürt siyasi hareketi bölgedeki en örgütlü güç olarak, oluşacak iktidarların en etkili ortağı olacaktır. Özellikle Kürt kadın hareketi, bölgedeki diğer halklar (kadınlar) arasında dönüştürücü bir etki gücüne de kavuşacaktır. (Öcalan’ın ilk yazdığı mektuplardan birinin kadın hareketine olması dikkat çekicidir.) Kürt siyasi hareket(ler)i sadece kendi yaşadıkları bölgede değil, Irak ve özellikle Suriye topraklarının tamamında etkili bir güç olacaklardır.

Bu noktadan bakıldığında Kürt siyasi hareketinin her ülkenin ayrışmış siyasi, ekonomik, sosyal yapılarını göz önüne alan, ayrı siyasi yapılara bölünmesi doğrusal bir sonuç olacaktır. Yani Irak’ta ayrı, Suriye’de ayrı, İran’da ayrı ve elbette Türkiye’de ayrı örgütler ve ayrı politik hedefler. PKK ise ya da yeni adı ne olursa, bunların hepsinin, Avrupa’dakileri de kapsayan üst kongresi, platformu, enternasyoneli gibi bir yapıya dönüşür. (Büyük ihtimalle açık askeri bir komuta merkezi olmaz).

Silahları bırakmak, daha doğrusu silahsız bir mücadele Ortadoğu’da zaten imkânsız olduğu için söz konusu bile olamaz. Kendi silahlı yapılarıyla birlikte var olan merkezi yapının parçası olurlar (Suriye’de yapılmaya çalışılan). Irak’ta bir ön aşamanın yaşanması gerekecektir; üç ayrı yapının (KYP, KDP ve PKK’nin) tek bir yapı haline dönüşmesi. Silah bırakma ve teslimatı ise sadece Türkiye sınırları içerisindekiler için geçerli olur. (Burada yazılanlar, basit bir akıl yürütme öngörüsüdür, somut bir bilgiye dayanmamaktadır. Belki de Kürt siyasi hareketi bambaşka bir kurguya sahip olabilir.)

***

Her ne kadar AKP ile birlikte ilerlemek yerine gerilese de Türkiye’deki demokratik işleyiş ve hukuk kuralları, Ortadoğu’dakilerle kıyaslanamaz. Ancak Saray rejiminin yasa, hukuk, meşruiyet tanımaz tavırları Kürt sorununun çözümünde hala en büyük engel. Başta Demirtaş olmak üzere Kürt siyasetçilerin hukuksuz bir şekilde cezaevinde tutulmaları, kayyum atamaları ve hatta yeni kayyumların olmayacağına dair bir düzenlemenin hala yapılmaması, dokunulmazlıkların her an kaldırılabilir olması, medya üzerindeki fiili/yasal baskılar v.s. Kürt halkının, demokratik sürece katılımını engelleyen güvensizlikler olarak duruyor.

Diğer yandan, “AKP-MHP’nin bundan çıkarı ne?” sorusuna kamuoyunda en kestirmeden verilen yanıt; yanlarına DEM’i alarak iktidarlarını (seçimleri) garantiye almak şeklinde. Bunun kestirmeci ve sığ bir yaklaşım olduğu, “doğmamış çocuğa don biçmekten” başka bir anlam taşımadığı aşikâr. Saray rejimi açısından, kuşkusuz iktidarın kalıcılaşmasını da içeren ancak daha ziyade bir Ortadoğu düzleminde beklentiler içeren bir kapsamda değerlendiriliyordur. Ve elbette bu süreç, siyasi güçlerin karşılıklı mücadeleleri, mübadeleleri ile farklılaşıp, şekillenecektir. Yani baştaki hesabın, sonunda da olacağının garantisi yoktur!

Kürt siyasetini, AKP-MHP bloğunun paydaşı, yandaşı olarak gören ve bunu taammüden sürekli propaganda edenler üzerinde biraz durmak gerek. Ümit Özdağ gibi faşistleri kastetmiyorum, asıl kastettiğim sosyal-demokrat, sosyalist görünüm altında Kürt halkıyla, dolayısıyla siyasi hareketi ile eşit, adil bir düzlem inşa etmeyen, iktidar paylaşımını akıllarının uçundan geçirmeyenler. AKP karşıtlığının, Kürtler üzerinden, mülteciler üzerinden sağlanacağını ve cumhuriyeti 1923’teki değerlerine bağlı kalarak korunacağını sanmak, üstelik bunu demokratlık adına, sosyalizm adına savunmak ilerici bir siyaset olabilir mi? Hatırlamakta yarar var, cumhuriyet asıl olarak 1920’lerdeki değerlerin “üzerine” kuruldu!

Hele hele her fırsatta, “DEM Parti, Cumhur İttifakına katılacak” propagandası yapmak, nasıl bir taktiksel akıldır, anlamak mümkün değil. Bunu sürekli söyleyerek, olası bir “katılıma” engel olacaklarını düşünüyor olmalılar! Buna inanılıyorsa bile bunu engellemenin yolu, Kürtlerin “beklentilerini de” karşılayacak bir ittifakı “sol cenah”ta yaratmak değil midir?

Her hesap tutacak değil ya

Saray rejiminin paralel bir biçimde yürüttüğü diğer gündem CHP oldu, bu süreçte. İddialar doğruysa asıl plan; sadece İmamoğlu’nu ve onlarca kişiyi tutuklamak değil, İBB’ye ve daha çok ilçe belediyesine kayyum atamak ve 500’ü aşan bir listeyi soruşturmaya dahil etmek(miş). Ancak Saray’daki hesap alanda tutmadı. Binlerce üniversiteli günlerce alanları doldurdu (Onları niye ilgilendiriyorsa, onlar apolitik, kişisel kurtuluş peşinde koşan zamane gençleri değil miydi!!). Gençlerin öfkesinden herkes dersini aldı, daha doğrusu yapması gereken işlevi yerine getirdi de ortalık biraz “sakinledi”. Anlaşılan iktidar öyle panik olmuş olmalı ki sadece İBB operasyonunu sınırlı tutmakla (kayyumdan vazgeçmekle) kalmadı, bayram tatilini dokuz güne çıkararak katılımı azaltmaya, tatilcileri arttırmaya çalıştı. Turpun büyüğü de heybeden çıkarılamadı.

Asıl iş yine düzenin yılmaz, yıkılmaz koruyucusu CHP’ye ve onun genel başkanına düşecekti. Onbinlerce insana siyasi hedef göstermek yerine, yönetenleri “zora sokacak etkinlikler” gerçekleştirmek yerine kahveci, gazozcu boykotuna yöneltti bütün enerjiyi.

Nedenin bu olduğu söylenemez belki ama sonuçta AKP-MHP, CHP’yi Kürtlerle girdiği yeni süreçte tamamen devre dışı bıraktı. Sanki CHP de böyle olmasından hoşnut gibi, değil mi?
Sağlam bir zemin var aslında

Aslında tüm bu süreç, başından itibaren farklı inşa edilmeliydi, edilebilirdi. Yıllardır ama yıllardır bu ülkenin demokratlarını, ilericilerini barındıran, onlara adil, eşit, barış içinde bir ülke vaat eden CHP (bir de üstelik seçimlerde çoğunluğu sağlayıp Erdoğan’ı alt etmeyi ana hedef haline getirmişken), sadece eşit, demokratik koşullarda siyaset yapacağını taahhüt eden Kürt siyasi hareketi ile ta en baştan, birlikte proje oluşturması/oluşturulması gerekmez miydi? Hatta bu sürecin önünü sosyalistlerin (sosyalizmin ideolojisi gereği) açması, bu sürece moderatörlük, katalizörlük falan yapması gerekmez miydi? (Haa ne olurdu? AKP-MHP bloğu yapmadığını bırakmazdı, her türlü yolu denerdi ama en fazla bir yıl dayanabilirdi. Ve sadece iktidar değişmez belki de sonsuza dek bu ülkede gerici-faşist bir blok iktidara gelemezdi…)

Oysa faşist bir partinin genel başkanı, barış misyoneri oldu (komedi filmlerinde bile az bulunur). Ülkenin bütün faşistleri, gericileri sessizce onun yamacında saf tutuyor. Sosyal-demokrat siyaset yapıcılar ise hala ülke bölünecek, devlet elden gidecek naraları atmakla meşgul.

Evet, bu ülkede hala siyaset, yukarıdan dizayn edilmekte. (Belki Öcalan, o yüzden yazdığı ilk üç mektuptan birini Özgür Özel’e göndermiş. Ama nafile…) Oysa “aşağıdaki” dinamikler, başka bir siyasetin hala mümkün olduğunu gösteriyor bizlere ve herkese. Saraçhane’de, Beyazıt Meydanı’nda. Ve özellikle Sırrı Süreyya Önder’in cenazesinde; eşitliğin, demokrasinin, barışın nerede ve kimlerle kurulması gerektiğini…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAVUZ HALAT Arşivi