AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ
Seyit Rıza ve altı arkadaşının idamının 85. yılında: İnönü mü, Bayar mı, Atatürk mü sorumlu?
Yıllardır, 1937-1938’de Dersim’de devletin iki aşamalı olarak yürüttüğü kanlı harekâtın “asıl” sorumlusunun kim olduğuna dair bir tartışma sürüyor. Sağ muhafazakâr ve İslami muhafazakâr çevrelere göre sorumlu, Tek Parti döneminin sembol ismi İsmet İnönü’dür. CHP’lilere göre ise “asıl” sorumlu, 1946’da Demokrat Parti’yi (DP) kuran Celal Bayar’dır. Suçun İnönü ve Bayar arasında paylaştırılmasını mümkün kılan, Dersim’in Tunceli’ye çevrildiği 1935’ten, Dersim’in dinî ve siyasi önderi Seyit Rıza’nın ele geçirilmesine kadarki dönemde İnönü’nün başbakan olması; Seyit Rıza’nın idam edildiği tarihte ve 1938 yazındaki İkinci Harekât döneminde ise Bayar’ın başbakan olmasıdır. (İnönü’nün Başbakanlıktan ayrılmasına dair bir okuma için tıklayın)
Her iki dönemde gerçekleşen insan kayıpları ve sürgünler karşılaştırıldığında aslında birinci dönemin ikinciye göre oldukça “yumuşak” geçtiği görülür. Çünkü İnönü döneminde 265 olan kayıp sayısı, Bayar döneminde (2011’de dönemin Başbakanı Erdoğan’ın paylaştığı Jandarma Umum Kumandanlığı belgesine göre) 13.806’ya ulaştığı gibi, 11.683 kişi de sürgün edilmiştir. Ancak ilk dönemdeki harekatların sonunda bölgenin karizmatik lideri Seyit Rıza ve adamlarının idam edilmesi, ikinci dönemdeki kayıp ve sürgün bilançosunu unutturmaktadır.
Suçu İnönü ile Bayar arasında paylaştıran tarafların tek ortak noktası ise olaylardan Atatürk’ü sorumlu tutmama eğilimidir. Onlara göre, Atatürk o sırada hasta olduğu için, Dersim’de gerçekleştirilen katliamlardan habersizdir. Bazı Dersimliler de Atatürk’ü Dördüncü Halife Ali’nin bu dünyadaki suretlerinden biri olarak kabul ettiklerinden, Atatürk’e toz kondurmayan çevrelere susarak destek verirler.
Bazıları ise, gerçek sorumlunun Atatürk olduğunu bilir, ancak bunu günümüzde Kürtlere karşı yürütülen baskı ve zulüm politikalarını meşrulaştırmak için kullanır. Bunun en bilinen örneği 10 Kasım 2009 günü TBMM’de CHP Milletvekili Onur Öymen’in (üç gün sonra yanlış anlaşıldığını söyleyerek özür dilediği) “Dersim’de analar ağlamadı mı?” konuşmasıydı.
Kısacası 1937-1938’de Dersim’de yaşananların kimin sorumluluğunda olduğu meselesi, sadece geçmişe değil, aynı zamanda günümüze dair bir meseledir.
Atatürk’ün sorumluluğu
Olayların gelişimi göstermektedir ki, en büyük sorumluluk, ölümüne kadar iktidarın hem hukuken hem de siyaseten en güçlü adamı olan Atatürk’ündür.
Resmi adıyla "1937-1938 Dersim Harekatları" Atatürk'ün en güçlü olduğu yıllara ait 1925 Şark Islahat Planı, 1926-1935 arasında devletin tepesindeki asker ve sivil şahsiyetlerin hazırladığı Dersim Raporları ile planlanmaya başladı.
Atatürk, Dersim’de iplerin kopmasına neden olan uygulamaların yürürlüğe konduğu dönemde, örneğin 1935’te Tunçeli Kanunu çıkarılırken ve Dördüncü Umum Müfettişlik kurulurken gücünün doruğundaydı.
1 Kasım 1935 tarihli açık oturumda Atatürk söz almış ve şöyle demişti:
Sayın arkadaşlar! İç idare teşkilatımızı, yurdun doğu bölgelerinden başlayarak genişletmek ihtiyacını duymaktayız. Yeniden iki genel ispektörlük (müfettişlik) ve yeniden bazı vilayetlerin kurulması da lüzumlu görülmektedir. Bu arada Dersim bölgesinde esaslı bir ıslahat programının tatbiki de düşünülmüştür.
Bu arada Başvekil İsmet İnönü’nün imzasıyla 7 Kasım 1935’te Munzur Vilayeti Teşkilat ve İdaresi Hakkında Kanun Layihası‖ başlığıyla TBMM’ye bir kanun tasarısı gönderildi. Tasarı TBMM’de 25 Aralık 1935’te görüşüldü ve 2884 Sayılı Tunceli Vilayeti İdaresi Hakkında Kanun olarak kabul edildi. Bu kanunla Elazığ, Bingöl, Tunceli ve Erzincan illerini kapsayan Dördüncü Umumi Müfettişliğinin kurulmasına karar verilmiş ve yetkileri de belirlenmişti.
11 Kasım 1935 tarihinde TBMM’ye sunulan Dördüncü Umumi Müfettişlik Teşkiline Dair Kanun Layihası’nın gerekçesinde şöyle deniyordu:
Coğrafi sınırları birbirini çevreleyen bir kısım illerin güvenlik ve yasa (inzibat), ekonomi, sosyal ve kültürel noktadan ve bayındırlık bakımından, yüksek salahiyet ve toplu görüş düzenliğini kollamak gereği ile ülkemizin üç muhtelif cephesinde, üç Umumi Müfettişlik kurulmuştur. Yeni teşkili takarrür eden Murat ve Munzur vilayetleri ile Elazığ Valiliğini kaplamak üzere kurulan Dördüncü Umumi Müfettişlik, bu ülkede pek önemli işlerin yapılmasını temin için çok gerekli olmakla beraber, idari ve içtimai bakımdan özel durumlarla geliştirilmesi zaruri görülen Munzur Vilayeti ile bu vilayete yakınlıktan ötürü Elazığ ve Murat (Bingöl) Vilayetlerinin birbirlerine ilgili amme ödevlerini idare çığrının en yüksek salahiyetlerle bezenmiş bu teessüsün murakabesine bağlanması, vatandaşların hukuki ve her yönden gelişmesi hususunda çok faydalı görülmüştür.
Bu cümleler Dördüncü Umumi Müfettişliğin kurulacağı bölge için ne anlam ifade edeceğini açıklıyordu. Tasarı TBMM’nin 16 Aralık 1935 tarihli oturumunda görüşülerek kabul edildi. Bütün bunlar olurken Atatürk CB olarak görevinin başındaydı, bu kararlar alınırken TBMM’de hazır ve nazırdı.
Diğer yandan, 1936’da TBMM açılışında yaptığı konuşmada “Bu korkunç çıbanı tümüyle temizleyip koparmak, kökünden kesip temizlemek ve bunu her ne pahasına olursa olsun yapmak gerektiği”ni savunurken de ciddi bir sağlık sorunu yoktu.
Dersimlilerin üstüne uçaklarla “Teslim olmazsanız Cumhuriyet’in kahredici ordusu tarafından mahvedileceksiniz” bildirilerinin atıldığı 4 Mayıs 1937 günü, Dersim’in kaderini belirleyen Bakanlar Kurulu’na da Atatürk başkanlık etmişti. Bu toplantıdan çıkan kararda imzası vardı. Gizli kararda şöyle deniyordu:
Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen (tamamen) tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.
Serap Yeşiltuna’nın Devletin Dersim Arşivi (İleri Yayınları, 2012) adlı kitabının 484-536. sayfalarında Genelkurmay’ın hazırladığı I. Harekât planı ile Atatürk, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, Müdafaa Vekili Kazım Özalp ve “Dördüncü Umum Müfettiş ve Tunceli Valisi” General Abdullah Alpdoğan imzasıyla “gizliliği kaldırılan” 22 belgenin fotokopileri görülebilir. Gizliliği devam eden belgeleri elbette bilmiyoruz.
Savaş pilotu Sabiha Gökçen
Dersim’i bombalayan uçaklardan birini kullanan manevi kızı Sabiha Gökçen’i 22 Mayıs 1937’de Ankara’daki Devlet Hava Yolları salonunda karşılamış, Atatürk “Seninle iftihar ediyorum Gökçen! Yalnız ben değil, bu olayı çok yakından izleyen bütün bir Türk ulusu iftihar ediyor... Genç kızlarımızın neler yapabileceklerini bir kez daha bütün dünyaya ispat ettiğin için övünsen yeridir... Biz asker bir ulusuz. Yedisinden yetmişine, kadınından erkeğine asker yaratılmış bir ulusuz... Ancak bizim askerlik anlayışımız asla emperyalist düşüncenin yarattığı bir anlayış değildir... Barış amacı ile asker olan bir ulusun dünyadaki yeri barış bayrağının yanıdır” demişti.
10-12 Haziran 1937 tarihinde Trabzon’u ziyaretinde, bugün Atatürk Köşkü denen konakta, Dersim’le ilgili harekât planlarını hazırlamıştı. Bugün müze olan köşkte sergilenen haritada, bizzat Atatürk tarafından konulmuş kırmızı ve mavi işaretler (“bizim kuvvetlerimiz” ve “isyancıların kuvvetleri” diye) halen görülebiliyor.
Atatürk, Birinci Harekat’ın bittiği ve Seyit Rıza’nın yargılanmak üzere hapiste beklediği 1 Kasım 1937 günü yaptığı TBMM’yi açış konuşmasında “Milletimizin layık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine varmasını engelleyecek hiçbir engel düşünmeğe yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım. Tunçeli’deki icraatımız neticeleri bu hakikatin ifadeleridir” demişti.
12 Kasım 1937 günü yanına Sabiha Gökçen’i de alarak, Dersim’i de kapsayan bir geziye çıkan Atatürk, o sırada Elazığ’a da uğramıştı. İdamların yapıldığı 14 -15 Kasım 1937 gecesi, Seyit Rıza ile görüşmüş olduğuna dair ciddi emareler vardı. (Buna dair radyo programımı dinlemek için buraya tıklayın)
1938’deki II. Harekât
Sabık Başvekil İsmet İnönü “Dersim müşkilesinden kurtulduk,” demişti, ancak devletin Dersim için başka planları vardı. Genelkurmay belgelerine göre, “Ovacık İlçesi Adliyesi ve Asker Alma Şubesi’nin istediği 1.149 kişi hakkında kanuni takibat yapan müfrezeye, Kaçkerek Köyü’nde 2 Ocak 1938 günü pusu kurulması ve toplam dokuz jandarma erinin öldürülmesi üzerine, Haydaran ve Kör Abbas aşiretlerine yönelik bir harekâta” karar verilmişti. 1938 yılı bütçesine “100 günlük harekât için” 979.007 lira ödenek eklendikten sonra 21 Mart 1938’de hükümetin kararı bölge yöneticilerine tebliğ edildi: “Bu yıl Haziran’dan itibaren Tunceli’de geri kalan tenkil ve silap toplama harekâtı yapılması, hükümetçe karar altına alınmıştır.”
Başbakan Celâl Bayar, 29 Haziran 1938’de TBMM’de yaptığı konuşmada şöyle demiştir:
Dersim için tatbik edeceğimiz programın icabı olarak bu meseleyi suret-i katiyede tasfiye etmek için alacağımız bir tedbir daha vardı. Yakında ordumuz Dersim havalisinde manevralar yapacaktır. Bu münasebetle ordumuz Dersim için vazife alacak ve umumi bir tarama hareketi ile tedip kuvvetlerine destek olaraktan bu meseleyi kökünden söküp atacaktır.
Ancak 6 Ağustos’ta başlatılan ikinci harekât “isyan bölgesi” ile sınırlı kalmayacak, ahalisi devlete vergi veren, askere giden Pertek, Mazgirt, Nazimiye, Pülümür ilçelerini ve köylerini, hatta Dersim’i aşıp Erzincan’ı da kapsayacaktı. Genelkurmay belgelerinde, “haydut”, “eşkıya”, “şaki”, “dağlı” diye nitelenen gruplar, yine bu belgelerin diliyle; “köyleri yakılarak imha edilmiş”, “temizlenmişti.” Yine Genelkurmay belgelerine göre, sadece 6-16 Eylül 1938 tarihleri arasında, “tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmış, 1.019 silah toplanmıştı.”
“Gazla fare gibi zehirledik”
Yıllar sonra, Seyit Rıza’nın hukuk dışı yargılamasını örgütleyen dönemin Malatya Emniyet Müdürü, geleceğin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'in açıklamasına göre, “Dersim müşkilesi” şöyle bitmişti:
Tercümana Kürtçe anlattı. Tercüman bize tercüme etti. (Kürt adam şöyle dedi) “Beyanatınız bizi duygulandırdı. Vereceğiniz isimler üzerinde inceleme yaptık. Üç tanesi hariç bunları size teslim etmeye karar verdik.” Abdullah Paşa bu üç tanenin kim olduğunu sordu. İçlerinden biri bu kadın. Bir tane de başka adam var. Abdullah Paşa bu üç kişinin istisna edilmesine razı olamayacaklarını, bu üç kişinin de teslimi gerektiğini kabul ettiklerini beyan etti ve bu üç kişinin istisnasının sebebi sordu. Kürt büyük bir samimiyetle dedi ki: “Bir adamın bir kocası olur dedi. Siz bir hareket yapıyorsunuz. Bu hareket gelir geçer. Buraları yine Kürt ağalarına kalır. O zamanlar bize zulüm ederler. Bizi kurtaramazsınız siz. Siz bütün Dersim’e hâkim olsanız, oraya devlet otoritesi girse zaten biz ağaya kul olmalıyız. Ama siz yoksunuz, bizim daimî muhatabımız ağa olduğu için ve kudret de onda olduğu için ve bunlar da şeyh olduğu için, din büyükleri olduğu için, size değil onlara itaate, sizin değil onların söylediğini yapmaya mecburuz.” Abdullah Paşa, şimdiye kadar bu işin böyle olduğunu, fakat hükümetin bundan sonra kararlı olduğunu, Dersim’i de yurdun öbür parçaları gibi hükümetin otoritesinin cari olduğu ve hükümetin üstünde tek bir otoritenin bulunmadığı yer yapmakta kararlı olduğunu, ağaların lafına kapılmamasını, meseleyi tekrar tezekkür etmelerini söyledi. Bunlar kabul etmediler. Sonra biz geri döndük. Yani meclise. Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler. Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti. Bugün Dersim’e rahatça gidebilirsiniz. Jandarma da gider siz de gidersiniz. Yalnız son zamanlarda bilhassa sınırlarda dış tesirlerden Kürtlerin bağımsızlık hareketi başladı. Kürtlerin bir bölümü Türkiye’de, bir bölümü İran’da.
Burada kişisel bir açıklama yapmak istiyorum: Başı ve sonu olmayan bu ifadeler, Kasım 2008 yılında bana posta yoluyla ulaştırılan bir ses kaydının tarafımca çözülmesiyle elde edilmiştir. Mektuba göre, kayıtta Süleyman Demirel hükümetlerinin ünlü Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’le muhtemelen emekli olduktan sonraki bir tarihte yapılan görüşmeden bir bölüm vardı. Mektupta röportajı yapanın kimliği belirtilmemişti. (Bu kişinin emekliliğinde Dersim’le ilgili bir kitap yazmak için araştırmalar yapan, o günün bürokratı, bugünün CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu olduğunu yıllar sonra öğrendim.)
Çağlayangil’in İkinci Dersim Harekâtı sırasında Malatya Emniyet Müdürü olduğunu biliyordum. Dolayısıyla tanıklığını önemli görmüştüm. Üstelik Dersim’de gaz kullanıldığı şeklindeki vahim iddia ilk kez bu kadar üst düzey bir tanık tarafından telaffuz ediliyordu. Çağlayangil’i yakından tanıyan kişilere teyit ettirdikten sonra sesin ona ait olduğundan emin oldum. Bunun üzerine bant kaydını bu bilgilerle birlikte, 16 Kasım 2008 tarihli Taraf gazetesindeki köşemde, “1937-1938 Dersim’de neler oldu?” başlıklı yazımda paylaştım. Yazıda belirttiğim üzere, isteyen herkese mail yoluyla ses kaydını gönderdim. Ancak bu açıklama o tarihte değil, bir yıl sonra CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, 10 Kasım 2009 günü TBMM’de yaptığı konuşmada bazı tarihi olayları sayıp “O zaman da analar ağlamadı mı?” demesi üzerine, Taraf’ın 16 Kasım 2008 tarihli yazımı yeniden basması üzerine dikkat çekti. O günden beri Taraf yazıma atıf yapılmadan pek çok kaynak tarafından paylaşıldı.
Parantezi kapatıp devam edersem, Atatürk, hastalığı dolayısıyla Celâl Bayar tarafından okunan 1 Kasım 1938’deki Meclis’i açış konuşmasında, Tunceli’de “haydutluk ve eşkıyalık olaylarının bitirilerek, ulusal egemenliğin sağlanmasından duyduğu kıvancı” dile getirmişti.
II. Harekât sırasında Atatürk’ün seyir defteri
Evet, bu dönemde yürütmenin başı Celal Bayar’dır ve son derece kanlı bu II. Harekatın asli faillerinden biridir. Bayar'ın sorumluluğunun Dersimliler arasında gayet iyi bilindiğini meşhur Çukurbeyler Ağıdı'ndan da biliyoruz. Ancak Bayar’ın da üstünde devletin başı Atatürk vardır. Yıllardır, II. Harekat sırasında Atatürk’ün sağlığının çok bozuk olduğunu, dolayısıyla Dersim’de olan biten konusunda bırakın sorumluluğunu, olaylardan haberinin bile olmadığını ileri sürenlere hatırlatmak isterim ki, 1938’in Ocak ayında Dersim bölgesinde bazı “asayişsizlik olaylarının” Genelkurmay’a iletilmesiyle alındığı anlaşılan II. Harekât kararının alındığı Ocak ayında Atatürk’ün sağlığında ciddi bir bozulma yoktu, hükümet ve devletle ilgili işlerini düzenli yürütüyordu. Atatürk’ün, harekât hazırlıklarının sürdüğü dönemin sonlarına gelindiği bir tarihte artık hastalığı onu rahatsız etmeye başlamıştı. Yine de 19 Mayıs 1938 günü Atatürk Stadyumu’nda henüz resmen “milli bayram olmayan gençlik ve spor gösterilerini izledikten sonra, 16:30’da stadyumdan ayrıldığını ve Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı projesi kapsamında planladığı Mersin-Adana gezisine başlamak üzere gara gittiğini biliyoruz. 50 yaş üstü kuşağın zihnine nakşolmuş, Atatürk’ün trenin penceresinden hüzünle bakan yüzünü gösteren o ünlü fotoğraf, bu geziden kalmıştır. Seyahat 24 Mayıs 1938’de tamamlanacaktır.
Harekatın başlayacağına ilişkin Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın Başvekalet’e (yani Celal Bayar’a) yazdığı yazı 4 Haziran 1938 tarihini taşıyor. Utkan Kocatürk’ün hazırladığı Kaynakçalı Atatürk Günlüğü’ne göre harekatla ilgili yazıya temel oluşturmuş olması muhtemel görüşmelerin yapıldığı 1 Haziran 1938 tarihinden itibaren Atatürk’ün günlük programı şöyle:
1 Haziran 1938 günü Atatürk o gün İstanbul’a varan Savarona yatına geçmiş (25 Temmuz’a kadar yatta kalacaktır) geçmiş, 2 Haziran’da Başbakan Celal Bayar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, İstanbul Valisi Muhittin Üstünağ’ı kabul etmişti. 3 Hazian’da Savarona ile Marmara’da beş saat bir süren bir gezinti yapmış, 8 Haziran’da çağrı üzerine Paris’ten gelen Prof. Dr. Fiessinger’e muayene olmuştu. 11 Haziran’da yine Celal Bayar’ı kabul etmişti. 16 Haziran’da Celal Bayar, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile görüşmüş, ardından Maliye Bakanı Fuat Ağralı’yı kabul etmişti.
19 Haziran’da Romanya Kralı II. Carol’u kabul etmiş, 20 Haziran’da Genelkurmay Fevzi Çakmak’ın da katıldığı dört buçuk saat süren bir Bakanlar Kurulu olağanüstü toplantısına başkanlık etmişti. Utkan Kocatürk bu toplantının Hatay sorunu ile ilgili olduğunu söylüyor ama 4 Haziran’da harekat kararı alınan Dersim’i konuşmamış olmaları mantığa aykırı.
27 Haziran’da Celal Bayar’ı tekrar kabul eden Atatürk 29 Haziran’da İstanbul Valisi Üstündağ ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile tekrar buluşuyor. Utkan Kocatürk’e göre konu İstanbul’un imarı ama Şükrü Kaya’nın imarla ilişkisini anlamak zor.
3 Temmuz’da Celal Bayar’la buluşma, 8 Temmuz’da Paris Büyükelçisi Fethi Okyar’ı kabul etmiş, 9 Temmuz’da üç saat süren Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etmişti. Bu olağanüstü toplantının gündemi hiçbir yerde yayımlanmadı ama Hatay ve Dersim’i konuştuklarını düşünmek mantıklı geliyor bana.
16 Temmuz’da Prof. Fiessinger Paris’ten üçüncü defa gelerek Atatürk’ü muayene etmişti. Atatürk’e zatürre başlangıcı teşhisi konulmuştu. 18 Temmuz’da ateşi kontrol altına alınmış, bir hafta boyunca istirahat etmişti, 26 Temmuz’da İzmir, Afyon ve Kütahya’daki askeri denetleme gezisinden dönen Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’la Başbakan Celal Bayar’ı kabul etmişti.
30 Temmuz günü konukları, Bükreş’ten dönen Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve Ankara’dan gelen İçişleri Bakanı Şükrü Kaya idi. Daha sonra onlara Başbakan Celal Bayar da katılmıştı.
31 Temmuz ve 6 Ağustos tarihleri arasında Atatürk’ün sağlığı yine bozuldu. Bu günlerde kendisini Viyana’dan gelen Prof. Dr. Eppinger, Berlin’den davet edilen Prof. Dr. Bergmann muayene etti. Daha sonra bu doktorlara Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Dr. Nihat Reşat Belger de eşlik etti.
8 Ağustos günü Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda Paris Büyükelçisi Suat Davaz’ı kabul etmiş; 10 Ağustos’ta Harf İnkılabı’nın 10. yıldönümü nedeniyle Kültür Bakanı Saffet Arıkan’ın telgrafına cevap vermiş, 18 Ağustos’ta Dolmabahçe Sarayı’nda Hatay’dan gelen Tayfur Sökmen’i kabul etmiş, 19 Ağustos’ta Dolmabahçe Sarayı’nda, izinli olarak Türkiye’de bulunan Moskova Büyükelçisi Zekâi Apaydın, Varşova Büyükelçisi Ferit Tek, Tahran Büyükelçisi Enis Akaygen, Brüksel Büyükelçisi Cemal Hüsnü Taray, Sofya Büyükelçisi Şevki Berker ve Bağdat Büyükelçisi Tahir Lütfi Tokay’ı toplu olarak kabul etmiş, görüşmüş ve direktifler vermişti.
20 Ağustos’ta Uluslararası 8. İzmir Fuarı’nın açılışı nedeniyle Başbakan Celâl Bayar’a telgraf çekmiş, 22 Ağustos’ta yine Dolmabahçe Sarayı’nda fuarın açılışından dönen Başbakan Celâl Bayar’ı kabul etmişti.
23 Ağustos’ta Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakan Celâl Bayar, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve Maliye Bakanı Fuat Ağralı’yı kabul eden Atatürk, 28 Ağustos’ta “Doğu Manevraları”nın [İkinci Dersim Harekâtı] bitişi nedeniyle (Harekât, bu tarihte bitmemiş, 6-16 Eylül 1938 arasında son bir tarama harekâtı daha yapılmıştı) Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın telgrafına şöyle cevap vermişti:
Türk ordusunun yarattığı zaferin bu yıldönümü günlerinde kalbim orduya karşı takdir ve şükran hisleriyle doludur. Sizin ve tercüman olduğunuz aziz silâh arkadaşlarımın hakkımda gösterdikleri samimî ve asil duygular, o günlerdeki hatıralarımı canlandırdı, heyecanlarımı artırdı.
Atatürk 29 Ağustos’ta Dolmabahçe Sarayı’nda Birinci Dersim Harekatı’na savaş pilotu olarak katılan Sabiha Gökçen’i kabulü sırasında şunları söyleyecekti:
30 Ağustos’u bensiz kutlayacaklar! Oysa o kadar isterdim ki törene katılmayı… Çocuklarımızı görmeyi, modern araç ve gereçlerle donanan ordumuzun geçişini görmeyi… Biliyor musun Gökçen, bayramımızı da özledim; onun şöyle anlı şanlı dalgalanışını, göklerle bütünleşmesini…
29 Ağustos’ta Dolmabahçe Sarayı’nda (harekât bölgesinin kalbi) Elâzığ’dan İstanbul’a dönen Başbakan Celâl Bayar ve Millî Savunma Bakanı Kâzım Özalp’la görüşen Atatürk, aynı gün İtalya Büyükelçisi Ottavio de Peppo’nun güven mektubunu kabul etmiş, 30 Ağustos’ta Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakan Celâl Bayar’dan İstanbul’da yapılan 30 Ağustos töreni hakkında bilgi almış, ardından Sabiha Gökçen’e o günkü tüm gazetelerde yer alan 30 Ağustos’la ilgili yazıları okutmuştu.
3 Eylül’de Hatay Millet Meclisi’nin açılması ve Devlet Başkanı’nın seçilmesi üzerine Başbakan Celâl Bayar’a, Trans-İran demiryolunun açılış töreni nedeniyle İran Şahı Rıza Pehlevi’ye ve 4 Eylül’de Hatay Devlet Başkanlığı’na seçilen Tayfur Sökmen’e tebrik telgrafları dikte ettirmiş, 5 Eylül’de Dolmabahçe Sarayı’nda vasiyetini yazdırmış ve 6 Eylül’de vasiyetini, Dolmabahçe Sarayı’na çağırdığı İstanbul Altıncı Noteri İsmail Kunter’e teslim etmişti. Aynı gün Prof. Dr. Fiessinger, Paris’ten dördüncü defa gelmiş ve Atatürk’ü muayene etmişti.
7 Eylül’de Prof. Dr. Mim Kemal Öke tarafından ilk defa karınından su alınması ameliyesinin yapılmış aynı gün Atatürk’ün, kendisine Meclis’in ve Hatay halkının minnet ve bağlılıklarını bildiren Hatay Millet Meclisi Başkanı Abdülgani Türkmen’in telgrafına cevabı yazdırmıştı. 8 Eylül’de, Dolmabahçe Sarayı’nda, bir gün sonra Milletler Cemiyeti toplantısına katılmak üzere Cenevre’ye gidecek olan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’la görüşecekti. Aynı gün kendisine Dr. Nihat Reşat Belger, Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof. Dr. Fiessinger tarafından “Hepatite sclereuse hypertrophique, type Hanot et Gilbert” teşhisi konacak, buna rağmen 9 Eylül’de Dolmabahçe Sarayı’nda, Paris Büyükelçisi Suat Davaz’la, 10 Eylül’de İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Budapeşte Büyükelçisi Behiç Erkin’le görüşecekti. Ve nihayet, Dersim’de askeri harekatın sonlandırılmasından önceki son eylemi 12 Eylül’de İzmir’in 16. Kurtuluş yıldönümü nedeniyle Belediye Başkanı Behçet Uz tarafından çekilen 9 Eylül 1938 tarihli saygı telgrafına cevabı olacaktı.
Bu kronoloji ve kendisine yönelik doktor tavsiyelerinin niteliği, Atatürk’ün İkinci Dersim Harekâtı sürerken fiziken rahatsız ancak zihnen sağlıklı olduğunu gösteriyor. Nitekim, Atatürk sirozun belirlendiği 23 Ocak 1938’den son ve kesin komaya girdiği 8 Kasım 1938 tarihine kadar geçen dokuz ayda, 16 gezi ve ziyaret yaptı, yerli ve yabancı 55 kabul, altı toplantı düzenledi, yerli-yabancı 21 kişi ve kuruluşa değişik konularda yazı ve telgraflar gönderdi, iki fabrika açılışı yaptı.
Ancak Serap Yeşiltuna’nın belgeler kitabında, 555-910. sayfalarında “gizliliği kaldırılmış” belgelerin ilki olan II. Dersim Harekatı’na “en erken 2 Haziran 1938 günü başlanabileceğine” dair Genelkurmay yazısının ekli olduğu 3 Haziran 1938 tarihli Dahiliye Vekili Şükrü Kaya imzalı yazıdan 30 Ekim 1938 tarihine kadarki yazıya kadarki belgelerde Atatürk imzalı olan yok. Bu belgelerin ezici çoğunluğu Tunceli Valisi General Alpdoğan imzasını taşıyor ve gün gün harekat hakkında Müdafaa Vekili’ne ve Genelkurmay’a bilgi veriyor. 911 ile 948. sayfalar arasındaki belgeler ise harekatın ardından yapılan tarama faaliyetlerine ilişkin olup tarihin büyük bir ironisi olarak bu konudaki 1 Aralık 1938 tarihli son belge I. Dersim Harekatı’nda Başbakan olan, 11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanlığı’na seçilen İsmet İnönü’nün imzasını taşımakta. Bütün bu bilgileri birleştirince, Dersim’le ilgili tüm hayati kararları Atatürk başkanlığındaki heyetin aldığı, İnönü’nün ve Bayar’ın Atatürk’ün riyaseti altında siyaset yaptığı anlaşılır. Zaten, 1936-1939 yılları arasında Sancak’ın Hatay adıyla önce bağımsız devlet oluşu, ardından da Türkiye’ye ilhakını “Atatürk’ün siyasi, askeri ve diplomatik başarısı” olarak kutlarken, Dersim harekatlarında Atatürk’ü etkisiz, zayıf, olan bitenden habersiz bir lider olarak sunmak büyük bir çelişkidir.
Necip Fazıl’ın kaleminden “Atış Poligonu Olarak Dersim”
Peki, hem İnönü, hem Atatürk döneminin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın sorumluluğu yok muydu? Öyle ya askeri harekatlar tamamen onun kumandasındaydı. Tahmin edileceği gibi Çakmak konusunda milliyetçi-mukaddesatçı ve İslamcı çevreler büyük bir suskunluk içindedir. İlginç biçimde bu konuda tek konuşan sağın idol ismi Necip Fazıl Kısakürek’tir. Yine ilginçtir Kısakürek, sorumluluğu İnönü, Bayar ve Çakmak’ın üstüne yıkarken, Atatürk’e suçlama getirmez. Nasıl mı? Şöyle:
Siyasi hayatına CHP’li olarak başlayıp DP’li olarak bitiren Necip Fazıl, o günlerin ruhuna uygun olarak CHP iktidarını eleştirmek için, resmi tarihin karanlık odalara tıktığı olayların üstüne gitmişti. 27 Ocak 1950 tarihli Büyük Doğu’da tefrika edilmeye başlayan “Doğu Faciası” başlıklı yazı dizisinde (‘Dedektif X Bir’ mahlasını kullanmıştı), 1937-1938 “kanlı Dersim hareketi”nde “en aşağı 50 bin” “saf ve masum Müslüman’ın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu gibi doğranması” olayı son derece etkili bir dille ve örnekler verilerek anlatmıştı. Yazarın yaklaşımı hakkında fikir vermesi için yazıdan birkaç pasaj aktarmak istiyorum.
“Tarih boyunca meydana gelen faciaların en büyüğü
(…)
5- Dersim isimli vatan parçasında cereyan eden bazı münferit şekavet ve isyan halleri, bunların tedip (terbiyesi) ve tenkili (cezalandırılması) bahanesiyle bütün masum sekenesiyle (sakinlerinin) kökünden kazınması gibi bir harekete vesile olmuş ve birkaç yüz veya birkaç bin sergerdenin (başıboşun) kanuna zıt vaziyeti, on binlerce saf ve masum Müslümanın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil (engelli), ısırgan otu yolunur gibi doğranması işinde sebep(!) rolüne çıkarılmıştır.
6- O zamanki hükümetin, o bölgede bir türlü tesis edemediği huzur ve bir türlü kök saldıramadığı rejim kaygısı, nasıl böyle bir harekete cevaz bahşedebilir ki (izin verebilir), böyle olunca, bir babanın terbiye edemediği çocuğunu öldürmesi ve bir öğretmenin ders anlatamadığı talebesini zehirlemesi lazım gelir. Kaldı ki, baba, kusurlu çocuğuyla beraber onun etrafındaki günahsız seyirci çocuklarını ve öğretmen, bütün sınıfını zehirleyecek olursa, bu tarihi itisafların (doğru yoldan sapmaların) en büyüklerinden biri olur.
(…)
9- En aşağı 50 bin Müslüman’ın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, böylece, kalın hatlariyle bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve manasiyle tespit ettiğimiz bu facianın, gelecek sayımızda iç bünyesine ve mahrem iklimine gireceğiz.
(…)
Örnekler: Aşağıdaki örnekler, üzerinde dağ gibi bir silindir geçmiş ve kanlı bir pestile dönmüş bir vücuda ait öyle kan pıhtılarıdır ki, vücudun ne çektiğini ifade etmek bakımından son derece veciz birer sembol mahiyetindedir. Her şey bunlara kıyas edilerek, on binler çapında mikyaslandırılabilir:
1- Elazığ Ortaokulunda okuyan iki çocuk… Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat’a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlarındaki (köyün ismi vesikada okunamamıştır) A köyüne geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil’in öldürülmüş olduğunu öğreniyorlar. Ana baba günü… Çocuklar birkaç gün dağda ve kırda başıboş dolaştıktan sonra Hozat Kaymakamına başvuruyorlar: ‘Babamızı suçsuz olarak öldürttünüz, bari bizi bir tarafı gönderin de başımızı sokacak bir yer bulabilelim!’… Aldıkları cevap şudur: ‘Şimdi sizi rahat edebileceğiniz bir yere, babanızın yanına göndereceğiz!’ Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarının yanına gönderilmişlerdir.
(…)
3- Birinci maddedeki Yusuf Cemil’in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında Elazığ’da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adlı biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüviyet ve izin kağıdını gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ve seksenlik anası arasında, onlarla beraber kurşunlanıyor.
(…)
5- Bu aralık Hozat’ın Zımbık köyünde Şekspir’in hayaline bile taş çıkartacak bir vak’a cereyan etmektedir. Erkekleri tamamiyle doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu sivri uçlu aletle öldürülüyor. Öldürülen kadınlar arasında biri, doğurmak üzere olan bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor.
(…)
7- Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamıyacaklarını söylemeğe mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir derece içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor.
8- Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.
9- Celal Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, her türlü tavsifin [nitelemenin) üstündedir.”
Necip Fazıl yazının 10 Şubat 1950'de yayımlanan ikinci bölümünde genel bir değerlendirme yapmıştı. Bu bölümde, "Tunceli'nin 108 bin insanın 15 bin kadarının" "Kürt zannedilmek ve yarısından fazlası Alevi olmak şartıyla” “aslında “saf ve halis Türk” ve “asli ve mümessil unsurlarıyla Müslüman” olduğuna dair bildik milliyetçi-mukaddesatçı tezleri tekrarlamıştı. “Son inkılap kansızca ve açıkgözce teslim aldığı Anadolu bütününü, teslim aldıktan sonra yıldırmak(!) için Dersim’i (poligon) olarak kullanmış ve bu poligon’un hedefleri içine gebe kadınların çıkık karınlarına ve ağzı süt kokan çocuklarına kadar en aziz eşyayı merhametsizce dahil etmiş ve on binlerce cana kıymıştır…” dedikten sonra tekrar failleri şöyle saymıştı:
Dersim Faciası yarının tarih savcısı elinde büyük amme davası olarak açılacak olan 1 numaralı dava dosyasını gösteriyor. Bu dosyada 1 numaralı mesul, son 25 senelik ruhi izmihlalin (çöküşün) 1 numaralı müessiri (İnönü’yü kastediyor olmalı), 2. ve 3. numaralılar da şanlı demokrat Celal Bayar ile maalesef görünüşiyle içi ve mazisi birbirine uymıyan Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Öbür numaraları kaydetmeğe bile değmez.
Necip Fazıl’ın “kaydetmeye değmez” derken Atatürk’ü kastettiğini düşünmüyorum. Ancak adını olumla ya da olumsuz bir bağlamda anmaması da ilginç göründü bana. Yine de İslamcı eğilimleriyle kendi çevresinin adeta toz kondurmadığı Fevzi Çakmak’ı mesul ilan etmesi çok önemli. Ama daha önemlisi, devletin Dersim’e bakışını tersten de olsa gayet net bir biçimde anlatması.
Sözün özü, 1937-1938 yıllarında Dersim’de yaşanan ve 1948 Soykırım Sözleşmesi’nde yapılan tanımlara maalesef uyan korkunç olayların sorumluluğundan ne Cumhuriyetimizin kurucu babası Atatürk ne CHP geleneğinin sembol ismi İnönü, ne sağ muhafazakâr geleneğin temsilcisi Celal Bayar, ne de İslami muhafazakârların saygıyla andığı Fevzi Çakmak kurtulabilir. En az bu şahsiyetler kadar sorumlu olanlar ise, tarihimizin bu karanlık sayfalarıyla hesaplaşmaya, mağdurlardan özür dilemeye, kayıp kızları bulmaya, kısacası Dersim’in yaralarını sarmaya teşebbüs etmeyen siyasetçiler, bu konuyu gündeme getirmeyen aydınlar, bilim insanları, gazetecilerdir.