AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

160 yıllık mesele: Harf İnkılabı

“Türk ulus-devleti”nin inşası sürecinde “Kemalist devrimler” diye kodlanan bir dizi modernleşme girişimi kilit öneme sahiptir. Bunlardan biri de bugün popüler kültürde “dedelerimizin mezar taşlarını okuyamamamıza” neden olduğu ileri sürülen, 1 Kasım 1928 tarihinde kanunu kabul edilen “Harf İnkılabı” idi.

Yaygın kanı, Arap harflerinden Latin harflerine dönüşün, Mustafa Kemal’in modernleşme hamleleriyle ilintili olduğu yolundadır; evet böyledir ama Arap alfabesinin reforma tabi tutulmasını ilk dile getiren, son Osmanlı Maarif Nazırlarından Münif Paşa idi. Münif Paşa, 1862’de Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de yaptığı konuşmada, Arap harflerinin Türkçenin grameri için yetersiz olduğunu, bu yüzden Arap alfabesine yeni işaretler eklenmesini ve harflerin birbirinden ayrı yazılmasını (hurûf-ı munfasıla) önermişti.

1863’te bu sefer Azerbaycanlı “yenileşmeci” Feth Ali Ahundzade, Sadrazam Keçecizade Mehmed Fuad Paşa’ya benzer bir teklifte bulundu ama kabul ettiremedi. Aradan 16 yıl geçti, 1879’da Latin ve Yunan alfabelerinden esinlenerek yeni bir Arnavut alfabesi hazırlayan Şemseddin Sami Bey, benzer bir reformun Osmanlıca için de yapılmasını önerdi.

Bu önerilerin altında, alfabeyi kolaylaştırmakla, cehaletin ortadan kalkacağı düşüncesi, yazının değiştirilmesinin Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinin altında yattığı öne sürülen Şarklılıkla mücadelede önemli bir köşe taşı olduğu inancı ve en azından bazıları için, Türk milliyetçiliğiyle birlikte iyice belirginleşen Arap düşmanlığı yatıyordu.

Enver Elifbası

Münif Paşa’nın 1862’de gündeme getirdiği harflerin ayrılması önerisi, 1911’de Milaslı İsmayıl Hakkı Bey tarafından benimsendi ve Hakkı Bey’in öncülüğünü yaptığı Islah-ı Huruf Cemiyeti’nin yayın organı Teceddüt (Yenilenme) gazetesinde kamuya duyuruldu. 1913 yılında Balkan Savaşları sürerken, İttihatçı Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey’in Tanin gazetesinin birinci sayfasındaki yeni yazı denemeleri işte bu tartışmaların sonucuydu. Habere göre, Harbiye Nazırı Enver Paşa, kendi dairelerinde yeni yazının kullanılmasını emretmişti. Ayrıca İçtihat dergisinde Abdullah Cevdet ve Celâl Nuri (İleri); Hürriyet-i Fikriye dergisinde Kılıçzâde Hakkı Bey gibi yazarlar bu girişimi destekleyen yazılar kaleme almışlardı. Ancak, Harbiye Nezareti’nde görevli kurmay subaylardan İsmet (İnönü), Enver Paşa’ya şöyle demişti:

Paşam, yaptığınız büyük bir inkılaptır. Ancak memleketin genç zabitleri ihtiyat subayı olarak bulunuyorlar ve keşiftedirler. Harfler öyle tek tek yazılırsa keşif raporları çok gecikir. Oysa keşif raporlarının hemen ulaşması lazımdır. Bu bakımdan bu büyük eserinizi zaferden sonra tatbik etmek üzere şimdilik erteleseniz?

Bir başka subay, Mustafa Kemal de benzer düşünüyordu:

Peki, güzel! İyi bir niyet; fakat yarım iş, hem de zamansız. Harp zamanı, harf zamanı değildir. Harp olurken harfle oynamak sırası mıdır? (...) Bu şimdiki şekil hem yazmayı hem okumayı hem de anlamayı, dolayısıyla anlaşmayı eskisinden fazla geciktirir ve güçleştirir. Hız isteyen bir zamanda böyle yavaşlatıcı, zihinleri yorup şaşırtıcı bir teşebbüse geçmenin maddi, amelî ve millî ne faydası var? Sonra da mademki başladın, cesaret et şunu tam yap, medeni bir şekil alsın!

Falih Rıfkı Atay, ileriki yıllarda Çankaya’da şöyle diyecekti:

Eğer harp çıkmasaydı, bu acayip yazı umumileşecek miydi? Hiç zannetmiyorum. Hepimiz gülüyorduk. Fakat Enver Paşayı da denemesinden alıkoymak mümkün değildi. Enver Paşa bir vatansever ve muhafazakâr tipte bir ıslahatçı idi. Bu yazı da onun kabalığı nevinden bir icaddır. Fakat ilk yenileşme ve garplileşme hareketinden beri duyulagelen bir ihtiyacın ne kadar derinleştiğini gösterir. Bu bir fantazya değildi. Ciddi bir şeydi.

Zamanın Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin de bu koroya “İlim emirle olmaz,” diyerek katılması üzerine, çeşitli kesimlerce “Hatt-ı Cedîd”, “Hatt-ı Enverî”, “Ordu Elifbası”, “Enver Elifbası” veya “Alman Yazısı” gibi isimlerle anılan bu yeni alfabe, ordu içinde haberleşmede bir süre kullanıldı ama işleri kolaylaştırmada bir avantaj sağlamadığı için ömrü kısa oldu.

Mustafa Kemal’in suskunluğu

Mazhar Müfit (Kansu) Bey’in iddiasına göre, Erzurum Kongresi’nin arifesinde, 7-8 Temmuz 1919 gecesi, Mustafa Kemal ileride yapacağı işleri kendisine not ettirmişti. Bunlar arasında Arap alfabesinden Latin alfabesine geçmek de vardı. Çünkü Türk dilinin sekiz sesli harfe ihtiyacı olduğu halde, Arap alfabesinde ancak üç sesli harf vardı. Arap harflerinde büyük ve küçük harfler tamamen farklı biçimlerde yazılıyordu. Gerçekten de Arap alfabesi için matbaalarda tertip kasalarının 612 ayrı şekli olmak zorundaydı. Oysa Latin alfabesiyle büyük, küçük harf ve rakamlar için 70 hurufat yeterliydi. Buna karşılık Arap harfleri, resim, fotoğraf gibi görsel sanatların gelişmediği bir toplumda, kaligrafi sanatına konu olarak estetik bir değer taşıyordu.

Halide Edip (Adıvar) Hanım’a göre de Mustafa Kemal, 1922’de kendisine Latin harflerinin kabulünden söz etmişti. Ancak ilginçtir, Mustafa Kemal ve arkadaşları, yeni Türkiye’nin kurulmasından sonra harf inkılabı konusunda hevesli görünmüyorlardı. Örneğin Kasım 1922-Temmuz 1923 tarihleri arasındaki Lozan Barış Görüşmeleri’nin kesintiye uğradığı 17 Şubat 1923’te, Batı dünyasına liberal selamlar göndermek için alelacele toplanan İzmir İktisat Kongresi sırasında, İzmirli işçi delegesi Ali Nazmi, 1908’de Arnavutluk’ta, 1922’de Azerbaycan’da Latin alfabesinin kabul edilmesinden esinlenerek, Türkiye’de de benzer bir atılımın yapılmasını önerdiğinde

Kongre Başkanı Kâzım Karabekir Paşa uzun konuşmasında Azerbaycan'da ve Arnavutluk'ta Latin harflerinin kabul edilmesinin büyük "felaket" olduğunu; "Türkçenin [Osmanlıcanın] yazısı gayet zordur ve öğrenilemez," şeklindeki propagandanın aslında yüzyıllardır “Bizi kemirmek isteyen ve maatteessüf içimizde tebaa-i sadıka diye asırlarca yaşayan herifler tarafından zer edilen ve şeytankarane olan bu fikirler” olduğunu, bunların İslam âlemini parçalamak isteyen Batı menşeli bir düşünce olduğunu; oysa Arap harflerinin İslam harfleri olduğunu ve Türk ırkına malolduğunu söylemişti. İçtihat dergisinde Kılıçzâde Hakkı Bey, üç makaleyle Paşa’ya cevap verdiğinde Mustafa Kemal, bu tartışmaya hiç katılmamaya özen göstermişti.

1924 yılının başında, halifelik makamının kaldırılmasına desteklerini sağlamak için İstanbul gazetecileri ile İzmir’de bir araya gelen Mustafa Kemal’e, 1913’te Enver Paşa’nın harfleri ayırma önerisine destek veren Hüseyin Cahit Bey “Latin yazısının ne zaman kabul edileceğini” sorduğunda, Mustafa Kemal bu sorudan rahatsız olmuştu. Aynı şekilde 1924 bütçe görüşmeleri sırasında İzmir Milletvekili Şükrü (Saraçoğlu) Bey, halkın okuma yazma bilmezliğinin tek nedeninin Arap harflerinin kullanılması olduğunu söylediğinde de Mustafa Kemal’den ses çıkmamıştı. Aynı yıl, Berlin’deki Türk öğrenciler “Yeni Harfler Birliği” adlı bir dernek kurmuş, bütün Türk illeri için Latin harflerinin kabulünü istemiş ve Yeni Yazı adlı bir de dergi çıkarmışlardı; ancak bunlar Ankara’da bir hareket yaratmamıştı. Mustafa Kemal, suskunluğunu Ahmet Cevat (Emre) Bey’e şöyle gerekçelendirmişti:

Eğer ben size “Bu meseleyi ancak son senelerde düşündüm,” dersem sakın inanmayınız. Ben ta çocukluğumdan beri bu davayı düşünmüş bir adamım. O toplantıda [gazetecilerle İzmir’de buluşmasını kastediyor] vermiş olduğum gayri kat’î cevabımı anlamak isteyenlere şu izahı vermek isterim: Ben basit bir adamım, yani ben düşündüklerimi önce milletimin arzusunda, ihtiyaç ve iredesinde görmeyi şart sayan ve bunu gördükten sonra ancak tatbiki ile kendimi mükellef bilen bir adamım. Her insanın, mensup olduğu içtimaî heyet (toplum) için düşündüğü bir fikir olabilir. Fakat sağını solunu dinlemeden söylenmiş sözler, benim telâkkime (anlayışıma) göre, uzun uzun ve derin denemelerle incelenmedikçe fiil sahasına çıkamazlar. Her içtimaî işte şahsî düş̧ünüşün umumî ihtiyaç ve iradeye mutabık olduğunu hissetmemiş olanlar, behemehal (mutlaka) başarısızlığa mahkûmdurlar.

Akşam gazetesinin anketi

1926 yılından itibaren gazetelerde Latin harfleri konusunda yazılar çıkmaya başladı ancak, örneğin 28 Mart 1926 tarihli Akşam gazetesinin “Latin Harflerini Kabul Etmeli mi, Etmemeli mi?” başlıklı anketine cevap veren 16 kişiden 13’ü Latin harflerine karşı çıkıyordu. Latin alfabesinden yana olan üç kişi, İçtihat dergisi sahibi Abdullah Cevdet, Galatasaray Lisesi Edebiyat Öğretmeni Rafet Avni (Aras) ve Freiburg Üniversitesi Doğu Dilleri eski öğretmeni Mustafa Hamit Bey idi. Karşı çıkanlar arasında Avram Galanti, İbrahim Necmi (Dilmen), Halil Nimetullah (Öztürk) gibi Kemalist kültür devrimine başından itibaren inananlar olduğu gibi, Başbakan İsmet Paşa de harf değişikliğine taraftar değildi. Ona göre bu konudaki bir değişiklik devlet hayatını felce uğratırdı. İşin ilginç yanı Hüseyin Cahit, Celâl Nuri, Kılıçzade Hakkı ve Cenap Şahabettin beyler gibi koyu Latin harflerini savunanlar ankete katılmamıştı. Mehmed Fuat (Köprülü) Bey ise Millî Mecmua’da görüşlerini (sadeleştirilmiş dille) şöyle ifade ediyordu:

Latin harflerinin kabulüne taraftar olanlar, zannediyorlar ki Batı medeniyetine bu suretle daha çabuk ve daha kolay uyabiliriz. Hâlbuki Batı medeniyetine uymak, harflerimizin değiştirilmesi ve Latin harflerinin kabulüyle olamaz... Alelade mantık ve alelade akıl yürütme ile elde edilen teoriler, hayat sahasında büyük bir tatbikat kabiliyeti gösteremezler. Sosyal olaylar üzerinde etkili olmak için, katî surette sosyal kurallara uymak mecburiyeti vardır. Bu kurallara kayıtsız kalanlardır ki ancak Latin harflerinin kabulüne taraftar olabilirler.

Türkçü-Turancı liderlerden Zeki Velidi (Togan) da Türk Yurdu dergisinde yayımlanan “Türklerde Hars Buhranı” yazısında (sadeleştirilmiş dille) daha sert konuşuyordu:

Kesinlikle bilmeliyiz ki Latin harflerinin lisanımıza tatbiki imkânsız ve zararlıdır (…) Bunu uygulama ya da zorla bir kerede yahut yavaş yavaş terbiye yoluyla olabilir. Zorla olduğu vakit meselâ Arap harflerinin kullanımı kesinlikle yasaklanır. Ahali bilsin bilmesin Latince yazılır. Harfler meselesi Latin harflerini kabul etmek suretiyle halledilecek olursa bu yolun bir devlet içerisinde dört beş aydan fazla ömrü olmaz.

Ancak aynı yıl davet üzerine Türkiye’ye gelen dilbilimci Dr. Alfred Kühne’nin önerisi ile Mustafa Kemal, Macar alfabesini incelemeye başladı. Bu tarihten sonra, çalışmalar birden hızlandı. 8 Ocak 1928’de Adliye Vekili Mahmut Esat (Bozkurt) Bey, Türk Ocakları Merkez ve Hars Heyetleri’nde verdiği bir ziyafette, Latin harfleri konusundan söz açtı. 8 Mart’ta Türk Ocağı Hars Heyeti’nde İsmet Paşa, Latin harfleriyle ilgili bir danışma toplantısı yaptı. Mayıs ayında CHP Genel Sekreteri ve Erzincan Milletvekili Saffet (Arıkan) Bey ve üç milletvekili “beynelmilel erkam” (uluslararası rakamlar) sistemine geçilmesini önerdi ve bu değişiklik Haziran ayında uygulamaya kondu. Artık sıra harflere gelmişti. Mustafa Kemal, bu günlerde konuya açıkça dâhil oldu. Mayıs ayının sonunda Heyet-i Vekile kararıyla “lisanımızda Latin harflerinin suret ve imkân-ı tatbikini düşünmek üzere” Dil Encümeni oluşturuldu. 24 Mayıs’ta ise Latin rakamlarının kullanılmasına ilişkin kanun kabul edildi.

Harfler nasıl seçildi?

Falih Rıfkı’ya göre, komisyondaki ilk tartışma, Osmanlıcadaki yabancı kelimelerin bütün ses haklarını veren bir alfabe mi, yoksa Türkçe ve Türkçeleşen kelimelerin hakkını veren bir alfabe mi hazırlamak gerektiğinde çıkmıştı. Bu bağlamda, kaf, kef, gayın harflerini gereksiz bulanlarla gerekli bulanlar arasında epey ateşli tartışmalar olmuştu.

Falih Rıfkı, Çankaya kitabında bu tartışmalara dair şunları söylüyor:

Bir prensip anlaşmazlığı şöyle çıktı: Osmanlıcadaki yabancı kelimelerin dahi bütün ses haklarını veren bir alfabe mi alacaktır, yoksa Türkçe ve Türkçeleşen kelimeleri mi esas tutacaktır? Arabın “ayın”ı, “s”si, “zel”i, “tı”sı, “zı”sı gibi yeni alfabede ayrı ayrı harfler olacak mıydı? Bu harfler Türklerin ağzında kaybolmuştur. “Osman”daki “s” ile “esmek”deki “sin” arasında, “ağız”daki kalın “ze” ile “haz”daki “z” arasında hiçbir fark yoktu. Bundan başka yeni alfabede yalnız Türkçe kelimeleri düşünmekle yabancı kelimelerin de Türkçeleştirilmesini sağlamış olacaktır. Ayrı harf, yabancı kelimeye imtiyaz vermek ve onu daima yabancı kıldıktan başka eski imla zorluklarını yeni yazıda da bırakmak demekti.

Sağ anlayış, Türk söyleyişinde kalmayan, fakat fasih (doğru) Arap söyleşisinde devam eden bütün ses haklarını vermekti. Biz milliyetçiler sağ anlayışın iddialarını yendik.

Türkçe kelimeler için “kaf” ve “kef”, “gef ve “gayın” harfleri lüzumsuzdu. İstisnasız bütün Türkçe kelimelerde “k” ile “g” harfleri ince seslilerle “kef” ve “gef”, kalın seslilerlerde “kaf” ve “gayın” dırlar.

ekran-resmi-2022-10-24-02-01-28.png

“Ya Kazım kelimesini nasıl okuyacağız?” diyorlardı. Bir radikal fikir şu idi: Böyle kelimeler gitgide Türk söylenişine uysa ne çıkar? Fakat bu fikir yürümedi. İki ayrı harf almak yerine Arapça kelimeler için “k” ve “g” harflerinin önüne bir “h” koymakta uyuştum. “Kazım=Khazım” yazılacaktı. Tasrif (fiil çekimi) ve terkipler (tamlamalar) için tire usulünü kabul etmiştik! “Gelmiyorum” kelimesi “Gelmiyor-um” şeklinde yazılacaktı.

Yeni alfabede Latin yazısı dünyasının ortaklaşa değerlerini değiştiren acayipliklerin kalmasına hâlâ esef duymaktayım. Bunun başlıcası “c” harfidir. Türkçede “j” sesi yoktur. Yabancı dillerden alınma kelimelerde bu ses “c”ye değişmiştir: Candarma, curnal gibi. “Ejderha” ile “ecnebi” kelimeleri pek farklı söylenir. Bir teklif “c” sesi için “j”yi almak ve “c” harfini “ç” sesi için bırakmak, “ç”yi, “ş” karşılığı kullanmaktı. Herhalde bugünkü bazı aykırılıklardan kurtulabilirdik.

Bu tartışmalar, 26 Haziran 1928 tarihinde çalışmalarına başlayan, Falih Rıfkı, Fâzıl Ahmed, Ruşen Eşref, Ragıp Hulusi, İbrâhîm(?), Ahmet Cevat, Yakup Kadri, Mehmet Emin, Mehmet İhsan beylerden oluşan Elifba Encümeni’nde bilimsel bir ton kazanmış, Encümen sonuç olarak aralarında Q, X, W harfleri olan, buna karşılık, Ğ, Ö ve Ü harfleri olmayan 29 harfli “Türk Alfabesi” önerisini yapmıştı. Ancak daha sonra Q, X, W harfleri çıkarılarak, Ğ, Ö ve Ü harflerinin katılımıyla bugün kullanılan alfabede karar kılındı. Her harfle ilgili değişiklik gerekçelerini tespit etmek zor ama Falih Rıfkı’ya göre “Q/Kü” harfi “tehlikesi” şöyle atlatılmıştı:

Biz Türkçe kelimelerde (k)nın ince seslilerde daima (ke), kalın seslilerde (ka) okunduğunu düşünerek (q-kü)yü alfabeye almamıştık. Ben yeni yazı tasarısını getirdiğim günün akşamı Kâzım (Özalp) Paşa sofrada, “Ben adımı nasıl yazacağım, ‘Kü’ harfi lazım” diye tutturdu. Atatürk de “Bir harften ne çıkar? Kabul edelim,” dedi. (...) Ben sofrada sesimi çıkarmadım. Ertesi gün yanına gittiğimde meseleyi aniden Ata’ya açtım. Atatürk el yazısı majüsküllerini (büyük harf) bilmezdi. Küçük harfleri büyütmekle yetinirdi. Kâğıdı aldı, Kemal’in baş harfini küçük (kü)nün büyütülmüşü ile sonra da “K”nın büyütülmüşü ile yazdı. Birincisi hiç hoşuna gitmedi. Bu yüzden “kü” harfinden kurtulduk. Bereket Atatürk “kü”nün majüskülünü bilmiyordu. Çünkü o “K”nın büyütülmüşünden daha gösterişli idi.

Q harfi ile ilgili bir başka anı, Mustafa Kemal’in, halka yeni harfleri öğretmek için çıktığı yurt gezisinden Ankara’ya dönerken, 20 Eylül 1928 gecesi Kırşehir yakınlarındaki Yerköy İstasyonu’ndaki gece dersine katılan Kırşehir’in tanınmış münevverlerinden Cevat Hakkı (Tarım) Bey’e aittir. Yozgat Milletvekili Süleyman Sırrı (İçöz) Fransızcada olduğu gibi “Q” harfinin niçin kabul edilmediğini Mustafa Kemal’e sormuş, Mustafa Kemal’in cevap vermekte bir süre tereddüt etmesinden cesaret alan Cevat Hakkı Bey şöyle demişti: “Kâmil, katil, gaip, gar, gardiyan…gibi yabancı menşeli kelimeleri Türkçeleştirmek için.” Cevat Hakkı Bey’in bu cevabı üzerine Mustafa Kemal de gülerek “Evet, doğru,” diyerek kendisini onaylamıştı. Mustafa Kemal, beş saat süren bu imtihan ve mülakattan sonra gitmeye hazırlanırken “Başka sorusu ve önerisi olan var mı?” diye son defa sorunca, Cevat Hakkı Bey tekrar söz almış ve konumuzla ilgili şunu rica etmişti: “Yeni Latin alfabede Ş sesini Fransızcadaki gibi CH yazarak veriyoruz. Bu karışıklığa sebep oluyor. Biz S harfinin altına bir virgül koyarak bunu Ş olarak okursak bu halk için çok daha kolay olacak.” Mustafa Kemal CHF Genel Sekreteri Saffet Arıkan’a dönerek “Bunları not al,” demişti. Muhtemelen, C harfine kuyruk eklenerek alfabeye Ç harfi eklenmesi bu öneriye bağlı olarak yapılmıştı.

“Sarayburnu Nutku” okunuyor

“Harf İnkılabı”nın başlamak üzere olduğuna dair bir işaret, 3 Ağustos 1928 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan, Latin harfleriyle yazıldığı için çok az kişinin anlayabildiği şu fıkra oldu: “Gazi, geçenlerde yeni harflerin kabul ve tatbikinden bahsedilirken etrafında bulunanlara şöyle dedi: Büyük Taarruz’a karar verdiğim zaman İsmet Paşa’ya, ‘Göreceksin, neler olacak,’ demiştim. Şimdi size söylüyorum. Göreceksiniz neler olacak.”

Mustafa Kemal, “uygun vaktin” geldiğine kanaat getirmiş olmalıydı ki, 9 Ağustos 1928 günü, Sarayburnu Parkı’nda sahnelediği bir “mizansen” ile Harf İnkılabı’nı başlattı. “Shakespeare’nin kralı[nın] başvekilini tacını bırakıp vatandaş olmakla tehdit ettiği gibi, Mustafa Kemal de kızdıkça: ‘-Millete giderim’ derdi,” diyen Falih Rıfkı’nın anlatımıyla, o gün parkta, bir köşede caz, bir köşede Mısırlı Müniretü’l Mehdiye Hanım ve saz arkadaşlarının Arapça şarkı ve kasideleri seslendiriliyordu. Bu ikinci konseri dinleyen halka eşlik eden Mustafa Kemal, “Arap musiki takımının biteviye, ağlayışlı ve inleyişli melodileri” üzerine, yanındakilere dönmüş ve “Kimde bir defter var?” diye sormuştu. Ardından bulunan küçük deftere bir şeyler yazıp Falih Rıfkı’ya vermişti. Defterde yeni yazı ile bugün “Sarayburnu Nutku” diye bilinen hitabın ilk bölümleri vardı. Mustafa Kemal önce halka kendi seslenmiş, ardından notlarını orada bulunan bir gence vermiş, gencin okuyamaması üzerine de şunları demişti:

Vatandaşlarım, bu notlarım asıl hakiki Türk kelimeleri, Türk harfleriyle yazılmıştır. Kardeşiniz bunu derhâl okumaya teşebbüs etti. Biraz çalıştıktan sonra birdenbire okuyamadı. Şüphesiz okuyabilir. İsterim ki, bunu hepiniz beş on gün içinde öğrenesiniz. Arkadaşlar, bizim ahenkdar, zengin lisanımız yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarınızı demir çerçeve içinde bulundurarak, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak mecburiyetindesiniz.

Ardından, Falih Rıfkı’yı, nutkun devamını okumakla görevlendirmişti. Bu konuşmadan anlaşıldığı üzere, Cumhuriyet’in yeni yönetici kadroları, Türklük duygusunu yaratmak için “eskiyi”, “hurafeleri”, “geriliği”, “Doğulu olmayı” temsil eden Osmanlı geçmişinden kendilerini farklılaştırmaya çalışırken, ilk darbeyi alfabeye vurmaya karar vermişlerdi. O gece, âdeta bir “donanma gecesine” döndükten sonra Mustafa Kemal ve yanındakiler, motora binip Büyükada Kulübü’ne gitmişlerdi. Bahçede ana binaya doğru ilerlerken, tuvaletli hanımlar ve fraklı erkekler bir grup halinde heyetin üzerine doğru gelirken Mustafa Kemal, Falih Rıfkı’ya dönmüş ve “Çocuk, orada yaptığımızı burada yapamazdık,” demişti. Falih Rıfkı, anısını şöyle bitiriyor: “Bu bir Tanzimat dekorudur. Garp medeniyetçisi ve Türk milliyetçisi Atatürk bu dekora bir türlü ısınamamıştır. O bir cilacı değil, bir yontmacı idi.”

harf-inkilabi-1.jpeg

Ya üç ayda olur ya hiç!

Falih Rıfkı eski yazıyla yeni yazının bir süre yan yana kullanılmasını önerdiğinde Mustafa Kemal şöyle demişti:

Bu ya üç ayda olur ya hiç olmaz. Çocuğum, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir iç harb, bir iç buhran, bir terslik oldu mu, bizim yazı da Enver’in yazısına döner. Hemen terk olunuverir.

Mustafa Kemal, 23 Ağustos 1928 tarihinde Tekirdağ’a gitti, 25 Ağustos’ta İstanbul’a dönüp Dolmabahçe Sarayı’ndaki harf derslerine katıldı. Ardından Ertuğrul yatıyla Bursa, Çanakkale, Maydos (Ecebat), Gelibolu’yu ziyaret etti, tekrar İstanbul’a döndü. 15 Eylül’de, gezinin Sinop, Samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Şarkışla ve Kayseri safhası başladı. Mustafa Kemal gezi boyunca sokaklarda, kahvelerde, dükkanlarda halkı sınava çekti, Sivas’ta daha sonra meşhur olacak fotoğraftan bildiğimiz gibi kara tahta başında halka ders verdikten sonra 20 Eylül günü Ankara’ya döndü. 22 Eylül 1928 tarihli gazetelerde, Mustafa Kemal’in Başvekâlet’e gönderdiği tezkere vardı. Tezkerenin ilk iki maddesi günümüzde dahi oturmayan bazı imla kurallarına dairdi:

1. İstihfam [soru] edatı olan (mı, mi, mu, mü) umumiyetle ayrı yazılır. Meselâ: Geldi mi? gibi. Fakat kendinden sonra gelen her türlü lâhikalarla (ekler) beraber yazılır. Meselâ: Geliyor musunuz? Ben miydim? gibi. 2. Râbıta edatı olan (ki) ve dahi mânasına gelen (de, da) müstakil kelime olarak ayrı ayrı yazılır. Meselâ: Görüyorum ki sen de iyisin, gibi.

29 Eylül 1928 günkü Cumhuriyet gazetesinde güftesini (29 harfin sırayla sayılmasından ibaretti) Mustafa Kemal’in; bestesini (1,20 dakikalık hicaz makamında) Osman Zeki (Üngör) Bey’in yaptığı “Harfler Marşı”na dair haber çıktı. Nihayet, Mustafa Kemal 1 Kasım 1928’de TBMM’yi açılış konuşmasında şöyle dedi:

Her vasıtadan evvel büyük Türk milletine, onun bütün emeklerini kısır yapan çorak yol haricinde kolay bir okuma yazma anahtarı vermek lâzımdır. Büyük Türk milleti cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak Latin esasından alınan Türk alfabesidir. (...) Milletler ailesine, münevver (aydın), yetişmiş büyük bir milletin dili olarak elbette girecek olan, Türkçeye bu yeni canlılığı kazandıracak olan Üçüncü Büyük Millet Meclisi, yalnız ebedi Türk tarihinde değil, bütün insanlık tarihinde mümtaz (seçkin) bir sima kalacaktır.

Konuşmanın ardından, TBMM’de “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” kabul edildi. Dikkat edileceği gibi, kanun metninde harflerin adı “Latin” değil, “Türk” harfleri olduğu belirtiliyordu.

3 Kasım’da Resmî Gazete’de yayımlanan 1353 Sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’a göre, yeni harflere geçiş 1 Ocak 1929’u geçmeyecek; ancak mahkemelerdeki tahkik evrakının, fezlekelerin; basılı evrakın ve defterlerin eski harflerle yazılması Haziran 1929’a kadar sürebilecekti. Eski yazı ile yazılan dilekçeler de bu tarihe kadar kabul edilecekti. Devlet dairelerinde kullanılan eski harfli kitap, talimatname, defter gibi malzemelerde ve devletin bazı muamelelerinde, 1930 Haziranı’na kadar eski harfler kullanılabilecekti. Para, pul, bono gibi değerli kâğıtlar, değiştirilinceye kadar geçerli olacaktı.

Millet Mektepleri

Bu tarihten itibaren, yeni harfleri halka öğretmek için âdeta bir seferberlik başlatıldı. Matbaalar yeni kalıplar hazırlıyor, daktiloların tuşları değiştiriliyor, yol ve işyeri tabelaları, vapur isimleri, araç plakaları, afişler, hatta cami içindeki süsleme yazıları bile değişiyordu. Ordu, polis, parti, cemiyetler, öğretmenler, din adamları, milletvekilleri, hatta bizzat Mustafa Kemal bu seferberlikte görev aldı. Halkın eğitiminde kullanılmak üzere 25 bin sözcüğü kapsayan İmla Lugatı hazırlandı; hiç okuma bilmeyenlerin dört, diğerlerinin iki ay mektebe devam etmelerini şart koşan 24 Kasım 1928 tarihli talimatnameden 15 bin adedi tüm yurtta dağıtıldı. 1 Ocak 1929’da büyük törenlerle açılan Millet Mektepleri’nde sadece İstanbul’da ilk gün 50 bin kişi eğitime başladı. Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü’nün 1935 yılında basılan kitapçığına göre, 1928-1929 yılları arasında 20 bin “Millet Mektebi Kursu” açılmış, bunlara devam eden öğrenci sayısı 642.778’i köylü olmak üzere 1.045.500 iken 1929-1930 döneminde öğrenci sayısı 544.534’e kadar düşmüş, 1935 yılında ise 103.252’e gerilemişti. İlk beş yılda Millet Mektepleri’ne devam eden 2.305.924 kişiden, 1.124.926 kişi (782.410 kentliden 425.745’i, 1.523.511 köylüden 699.176’sı) başarılı olmuştu.

Başlangıçta Harf İnkılabı’nı erken bularak karşı çıkan İsmet Paşa, ınkilap başladıktan sonra asla Arap harflerini kullanmadığı gibi Arap harflerini kullanma alışkanlıklarını terkedip etmediklerini anlamak için milletvekilleri dahil başkalarının defterlerini görmek isteyecek kadar titiz davranmıştı. Buna karşılık Mazhar Müfit Bey’e “Ben ta çocukluğumdan beri bu davayı düşünmüş bir adamım” diyen Mustafa Kemal, ömrünün sonuna kadar özel notlarını Arap harfleriyle tutmaya devam etmişti.

Hangi işe yaradı?

Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü’nün 1935 tarihli faaliyet kitapçığına göre “Harf İnkılabı yapılmadan önce, 1927 yılında Arap harfleri ile okuma yazma bilenlerin sayısı 1.111.100 idi.” Harf Devrimi’nden önce 28 Ekim 1927’de yapılan nüfus sayımına göre 13.648.270 kişi olan ülke nüfusunun yalnızca 1.111.496’sı, yani %8,16’sı Arap alfabesi ile okuyabiliyordu. Harf İnkılabı ve Millet Mektepleri gibi uygulamalara rağmen 1935 yılına ait istatistiklere göre 16,5 milyon olan nüfusun sadece %20’si okuma yazma biliyordu. Bu oran 1945’te % 30’a, 1950’de % 34’e çıkabilmişti.

Aslında bu durum gayet doğaldı. Bir toplumun okuma-yazma oranlarının doğrudan alfabenin kolaylığı ya da zorluğuyla ilgisinin olmadığına dair dünya yüzünde bol örnek bulmak mümkün. Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, Japonya, Çin, İsrail, Güney Kore, Sırbistan, Hindistan, Tayland gibi ülkeler ekonomik ve kültürel kalkınmalarını, hepsi Arap alfabesi kadar veya ondan daha zor olan alfabeleriyle başarabilmişlerdi.

Sonuç olarak, Kemalist modernleşme hamlesinin önemli köşe taşlarından biri olan Harf İnkılabı, toplumun genel kültür düzeyine katkıda bulunmaktan çok, halkın tarihle ilişkisini kesmekte işe yaradı. “Dedelerimizin mezartaşlarını okuyamıyoruz” şikayeti anlamında değil elbette, çünkü okuma yazma oranlarından anlaşılacağı üzere daha önce de halkın büyük çoğunluğu dedelerinin mezartaşlarını okuyamıyordu (burada mezartaşı bir “kısayol” elbette). Ancak AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal’ın istifasına neden olan "Cumhuriyet; bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir" sözündeki “düşünme setleri” meselesinde gerçeklik payı var. Harf İnkılabı’ndan sonra geçmişle bağlar, devlet ve devletin istediği tarzda ilgilenen “tarihçiler” tarafından kurulmaya başlandı. Bu tarihçilerin esas işlevleri ise, “kozmopolit”, “karışık”, “Şarklı”, “geri” olarak niteledikleri Osmanlı kimliğinin yerine, “etnik açıdan saf”, “dünya görüşü açısından laik”, “Batılı”, “modern” bir “Türk” kimliğinin üzerinde yükselecek “Türk-ulus devleti”ni inşa etmekti.

Dilbilimci İbrahim Necmi (Dilmen) Bey’in 1934 Cumhuriyet Almanağı’ndaki (sadeleştirilmiş dille) şu satırları bu tezimi doğrular nitelikledir:

"Harf inkılabı, Türk millî bünyesinin içine karıştırılmış olan Şark ve İslâm varlıklarının bağını kırmıştır. Arap harflerinin kelimeyi klişeleştiren, fakat okumayı güçleştiren yazı şekli ortadan kalkarken bütün bir zihniyetin de iflâsı ilan edilmiştir. Latin kökünden gelen yeni Türk harfleriyle Türk milleti, bütün dünyaya kendisinin Avrupalı medeniyeti benimsemiş bir Avrupa milleti, bir ileri millet olduğunu inkâr edilemez bir delil ile göstermiş oldu."

İsmet İnönü, 9 Ağustos 1953 tarihli Dünya gazetesinde benzer fikirleri dile getirmişti:

"Yeni harfler Cumhuriyetin Garp medeniyeti cemiyetini kabul etmesinde de başlıca dayancı olmuştur. Yeni harfler Türk milletini bir kültür aleminden başka bir kültür alemine nakletmiştir. Eski harfler Arap kültür ve medeniyetinin sembolü, ifadesi ve istila vasıtası idi. Yeni harflerle kazandığımız en mühim bir netice Ortaçağdan çıkıp 20.asrın medeni cemiyetine girmemizin en tesirli vasıtasını elde etmiş olmamızdır. Hiç tereddüt etmeden söylemeliyiz: Türk inkılaplarının en ehemmiyetlisi yeni Türk harflerinin kabulüdür.

77. yaş gününü kutladığı 1961 yılında, kendisine “Hatıralarınızı yazınız,” diyenlere “Ne hatırası, hatıra olacak zaman olmadı ki, daha dün bir, bugün iki,” diye takılan İsmet İnönü, Sabahattin Selek’e anlattığı anılarının 1987’de kitap haline getirilmiş şekli olan Hatıralar’ın ikinci cildindeki anlatımıyla, Harf İnkılâbı ile ilgili şunları söylemişti:

Harf İnkılâbı bir okuma-yazma kolaylığına bağlanamaz. Okuma-yazma kolaylığı, Enver Paşa'yı tahrik eden sebeptir. Ama harf inkılâbının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk. Arap kültürünün ve Arap dilinin tesiri hakkında yeni nesiller bizim kadar fikir edinemezler. Bir misal olarak söylemek isterim. Benim çocukluğumda kültür sahibi adamlar Türk dilinin kifayetsizliğinden, eksikliğinden meyus (üzgün) olarak bahsederlerdi ve bunun için cemiyet içinde, hem Türk diye bir millet olarak, Arap’tan ayrılığı kaldırmalıydık, hem de “Sağlam bir dile kavuşmak maksadıyla Arapçayı kabul etmeliydik,” derlerdi. Yani “Vaktiyle devleti kurarken ve Türk dilini yaparken Arap dilini kabul etmek doğru olacaktı,” görüşünü hararetle savunurlardı.

Anadolu’da ilk Türk devletini kuranların hepsi Türk Beyi olarak devlet başına geçmişler ve millî hususiyetlerini muhafaza etmişlerdir. Sonra, Osmanlılar devrinde, edebiyat vesilesiyle dil ihtiyacı genişledikçe sanatı Arap dili üzerinde işlemek hevesi millî kültürü zayıflatmıştır. Bizim devrimizde Latin harflerine geçmek Türk dilini ve millî kültürü kurtarmak için esaslı bir etken olmuştur.

Şimdi bütün sapmalara rağmen, yazıyı yeni harflerle öğrenmiş olanlar eski harflere dönemezler. Kuran kursuna gidenler için de böyledir. (…)

Harf inkılabı, kadınların cemiyete girmesi ve erkeklerle eşit hale gelmesi, ancak zamanla yerleşecek inkılaplardır. Bunu bilerek inkılapları değerlendirmek lazımdır."

Harf İnkılabı’nı takip eden özTürkçecilik hamleleri, Güneş Dil Teorisi gibi fantastik teoriler bir başka zamana…

Önceki ve Sonraki Yazılar
AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ Arşivi
SON YAZILAR