6 Şubat: Bitmeyen yas, normale dönmeyen hayat

Bir 6 Şubat’ı daha arkamızda bıraktık. Yalnızca deprem şehirleri değil, ülkemizin dört bir yanında yaşayanlar tarihimizin en büyük felaketini tekrar hatırladı. Yürekler yine yandı, kaybettiğimiz insanlarımızın acısını bir kez daha hissetti insanlar.

Fakat hayat gailesi o kadar büyük ki, sıradan bir hayatı sürdürmek, evi geçindirmek, ay sonunu getirmek her geçen gün daha da zorlaşıyor. O yüzden doğal olarak deprem meselesi çoğumuzun zihninin arkalarına doğru gerileyecek yine.

Sitem değil bu, yanlış anlaşılmasın. Depremi yaşayan insanlar, o karanlık günlerde ülkemizin dört bir tarafından uzanan dost ellerini hiç unutmadı. Memleketin çeşitli yerlerine göç etmek zorunda kalanlara gösterilen misafirperverlik ve dayanışmanın insanların hayata tutunması için ne kadar kıymetli olduğunu en iyi yaşayanlar biliyor. Biliyoruz kimin başına aynı şey gelse diğerimiz yine koşacağız.

Lakin kabul edelim ki “Yüzyılın Felaketi” diye isim koydukları, ülkemiz tarihinin en büyük yıkımına sebep olan depremin yarasını sarmak için yardıma koşan eller, halkın dayanışması ve dostluğu yetemezdi. Devlet var gücüyle, doğru düzgün bir organizasyonla koşsaydı her şey başka olacaktı. Vergilerimizle var olan, vazifesi dar zamanda yanımızda olmak olan yapının ortada olmayışı büyüttü felaketi. Bu yüzden çaresiz bırakılmayı, karşılık bulmayan yardım çığlıklarını, gelmeyen devleti de unutmadı hiç kimse.

Kapitalizmin insan yaşamını hiçe sayan siyaseti, yerel yönetimlerin rantçı politikaları, gözünü para hırsı bürümüş müteahhitler ve bütün bu sömürü siyasetinin timsali olan mevcut iktidar doğal bir afetin büyük bir felakete dönüşmesinin müsebbipleridir.

Rezil bir düzen yüzünden yaşadık bunları. Rezil bir düzen yüzünden öldük. Ama büyük fotoğraf bazen suçluların suçlarını bulanıklaştırabiliyor. O yüzden suçluları tek tek saymayı hiç ihmal etmeyelim.

6 Şubat’ın “kurşun gibi” havası

Bilenler bilir Antakya’da çok fazla bayram vardır. Adeta tarihin, insanlığın bütün kültürel birikimini sahiplenip geleceğe aktarma görevini üstlenmiş bu coğrafya.

Hayatın sıradan rutinini bozan güzellikler olarak çıkıverir karşınıza; “Bugün bizim bayram,” diyen birinin hrise ikramına rastlayabilirsiniz her an.

Artık kapkara bir günü var buranın ve depremi yaşayan şehirlerin: 6 Şubat!

Geçen yıl da böyle olmuştu, günler o dehşet anının yıldönümüne doğru ilerledikçe şehrin üzerine tarifsiz bir kasvet çöküyor. İnsanların yüzünde bir nebze neşe varsa sönüyor. Bu yıl da herkes bu ruh haliyle bekledi 6 Şubat’ı.

Tek bir anmayla anılmıyor bildiğiniz gibi 6 Şubat. Bir yanda devletliler, diğer yanda halk var. Belediye Başkanı “6 Şubat’ta kimsenin ayağına çamur değmeyecek,” diye belediye birimlerine talimat vermiş. Meğer “kimse” dedikleri iktidarın temsilcileri ve resmi anmaya katılacaklarmış. Şimdiye kadar çukurlu, çamurlu yoldan araçlar zorlukla ilerliyordu, Atatürk Caddesi asfaltlanmış. Hem de ne asfalt! Antakya’da bırakın deprem sonrasını, deprem öncesinde bile böyle asfalt görülmedi. Anma için cadde sağlı sollu ışıklandırılmış, pankartlarla süslenmiş.

Resmi anmaların her yerde tek gayesi vardı; “Her şeyi yaptık, her şey yolunda,” dediler.

5 Şubat günü ışıklı Caddeye kısa bir mesafede olan başka bir yerden Saray Caddesi’ne yürüdü binlerce insan. Çamurlu yollardan geçerek yıkılmış Saray Caddesi’ne vardılar. Deprem şehirlerinin, Hatay’ın gerçeğini anlatmaya çalıştılar.

Hemen hemen kimse uyumadı 5 Şubat’ı 6 Şubat’a bağlayan gece. Binler caddeleri doldurdu gecenin kör karanlığında. Balçık gibi çamurun içinden yürüdüler Atatürk Caddesi’ne, Yunus Emre Parkı’na, Uğur Mumcu Meydanı’na. 4.17’de sessiz bir çığlıkla haykırdılar. Ağladılar… Bitmeyecek bir yasın ağıtı yükseldi gökyüzüne.

Gizlenemeyen gerçekler

Ne yapılırsa yapılsın gidenleri geri getiremez. Yok olan bir tarihin, insanlarımızın telafisi yok. Ama gerçek böyle diye her şey bu kadar kötü olmak zorunda mıydı? Tesadüfen hayatta kalanların, “yaşıyoruz” diyebilecekleri bir hayatın koşulları sağlanabilirdi.

Yaşamak sadece nefes alıp vermek midir? Değildir elbet ama şehri beton tozunun teslim aldığını düşününce, nefes bile alınamadığı gerçeğiyle yüzleşiyor insan.

Yüzbinlerce insan konteynerlerde yaşıyor hala. Yirmi metre kare bir kutuda yaşamaya çalışmanın ne kadar zor olduğunu tahmin edemezsiniz. Bu işkencenin ne zaman son bulacağı ise belli değil. İktidar sahipleri “Verdiğimiz sözleri tutmadık,” demiyor elbette. Söyledikleri sayının yarısı kadar bile ev yapamadıklarını itiraf edecek değiller. Yükselen binalardaki evlerden almak için hak kazananlar ise evlere konulan bedeli nasıl ödeyeceklerini hala bilmiyorlar. Deprem şehirlerinde iki yıl geçmesine rağmen belirsizlikler bir türlü giderilmiyor.

Diyelim ki orta hasarlı eviniz, güçlendirme yapılacak. Neredeyse bir ev parası masraf etmeniz gerekiyor. Ortada devlet desteği yok, hibe yok, kredi yok.

Yakınlarını kaybedenler hayatını sürdürebilmek için adalete ekmek gibi, su gibi ihtiyaç duyuyorlar. Suçlu olan herkesi yargılayacak bir süreç yok. Adalet yok!

Doğru düzgün yolu olmayan, yağmur yağdığında çamur deryası haline gelen, yağmur yağmadığında tozdan önünüzü göremediğiniz, her an elektriklerin kesilebildiği, karanlıkta kaldığınız, caddeleri ve sokakları doğru düzgün aydınlatılmayan bir yer Antakya.

Her şeye rağmen bu şehirde yaşama iradesi gösteren, gittiği yerlerden şehre dönmeye çalışan insanların hayatlarını kolaylaştırmak için yapılan bir şey yok.

Allah aşkına internette İstanbul – Hatay arası uçak bileti almak için sayfaya girin. Karşınıza çıkan rakamlar asabınızı bozacaktır. Yeni yapılan Çukurova Havaalanına bu fiyatların üçte biri kadarına bilet alabilirsiniz. Tam tersi olması gerekmez mi? Bu acımasızlığı yapanlar insanlıktan zerre nasiplenmemiş olmalı.

Hatay gibi bir şehri ve benzer yıkımı yaşayan şehirleri Afet Bölgesi ilan etmemek büyük bir suçtur.

İhmal edilmiş olmak, “gözden çıkarıldık” hissi tabloyu daha da ağırlaştırıyor. Bu sadece iktidara dönük bir eleştiri değil. Yerel seçim sürecinde yaşananlar, şehrin sesine kulak vermeyenlerin aday ısrarı, ya da seçimlerde umduğu sonucu alamayanların bir daha ortalarda pek görünmemesi bu hissi perçinledi.

Yapılan yürüyüşlerde atılan, “Hatay’ı yeniden kuracağız,” sloganı içimi acıttı. Bir yandan bu temenni ve irade beyanına saygı duydum. Diğer yandan da şimdiye kadar meselenin gidişatına etki edememiş olmamızın acısını hissettim.

Ne yaparsak yapalım, bir kenti yeniden ayağa kaldırmak devletin imkânları olmadan mümkün olamaz. Peki, toplumsal muhalefet olarak bunun mümkün olması için iktidarı zorlayan bir mücadele verebildik mi? Kötü olanı biraz olsun engelleyen, gidişatı bir nebze değiştirebilen bir şey yapabildik mi? Toplumsal muhalefet güçleri, şehrin sesinin duyulması için ortak bir program oluşturabildi mi? Herkes yaptıklarını anlatıyor, taş üstüne taş koyanın eline, emeğine sağlık. Ama yapamadıklarımız konusunda esaslı bir özeleştiri yapacak kimse yok mu?

Velhasıl 6 Şubat’ın geçişiyle depremle yıkılan bir şehrin tekrar kaderiyle baş başa kaldığı, yalnız ve sahipsiz günlerine geri dönüldü.

Yine de umutsuzluğa değil umuda sımsıkı sarılıyorum. Ayağa kalkacak, tarihi ve kültürel mirasını koruyarak yeniden kurulacak bu güzel coğrafya. Bu bir temenni değil, her şeye rağmen şehri bırakmayan, gittiği yerden dönmeye çalışan halkın iradesi ispatlıyor bunu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
NURİ GÜNAY Arşivi
SON YAZILAR