
Bir oyunun düşündürdükleri
Selma Kara
Bilkent Sahne’de, Nazan Kesal’ın İranlı kadın şair ve yönetmen Füruğ Ferruhzâd’ın hayatını sahneye taşıdığı “Yaralarım Aşktandır” oyunu, beni bir süredir hikâyelerine tanıklık ettiğim Adıyamanlı kadınlara götürdü.
Füruğ Ferruhzâd… Kadının adının dahi anılmadığı bir toplumda, içinden fışkıran şiirleri durduramadığı için bir yalnızlıktan başka bir yalnızlığa savrulan, kabullenilmeyen kadın…
Oyun da zaten bu sözlerle başladı; mollaların “toprak bile kabul etmez” dediği ama şiirle, aşkla ve cesaretle yeryüzüne kök salan bir kadının sesiyle…
Acıyarak izledim; içinden şiirler kadar hayat fışkıran böylesi bir kadının kabullenilmeme öyküsünü… Oyunda geçen her diyalog, “erkekliği” bir sırtlan sürüsü gibi iliklerine kadar işlemiş olanları, Füruğ’un da dediği gibi, cinsiyetten bağımsız olarak ‘erkeklik’ limanına sığınanları, sert bir dille betimliyordu.
Musalla taşında yatan Füruğ’un gözünden, sağ bacağı yaralı gassal kadının hikayesini izlerken geldi en çok da Adıyamanlı kadınlar aklıma. Hikâye odur ki, o gassal kadın oynamayı çok severmiş. Bir düğüne gitmiş, çalgı başlayınca kendini tutamamış; oynamış da oynamış. Tam o sırada kocası gelmiş ve gassalı saçlarından tutup yere savurmuş. Sağ bacağı işte o an yara almış. Neşelenmek günah mı? Kahkaha atmak ayıp mı? Put gibi durup sadece itaat mi edelim? İçine atıldığımız hayatı yalnızca uzaktan mı izleyelim? Hem de sadece kadınız diye…
Nazan Kesal’ın seyirciyi de oyuna dahil ettiği ve salonda kısa bir neşe dalgası estirdiği o sahnede, Çeşme’de gerçekleştirdiğimiz 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliklerindeki Adıyamanlı kadınların pürneşe halleri geldi aklıma.
Her sahnede onlarca hikâye vardı
Adıyaman Belediyesi’nin desteğiyle, Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere’nin “kadın dostu kent” vizyonu çerçevesinde Ekim ayında bir belgesel atölyesi kurduk. Koordinatörlüğünü yürüttüğüm bu proje kapsamında, 19 depremzede kadına akademisyenler ve sektör profesyonelleriyle birlikte belgesel yapımının tüm aşamalarını anlattık. İran gibi bir toplumda Füruğ belgesel yönetmeni olmuşsa, depremzede kadınlar neden kameraman, kurgucu, yapımcı olmasın?
Oldular. Öğrendiler. Ve ilk belgesellerinin galasını, Şubat ayında – depremlerin ikinci yıl dönümünde – Adıyaman’da gerçekleştirdiler. İzlemeye gelen yönetmenlerden, gazetecilerden, siyasilerden ve halktan fena not almadı belgeselimiz. Hatta küçük bir turneye bile çıktık. O turnelerden biri de Çeşme Belediyesi ev sahipliğinde 8 Mart etkinlikleri kapsamında yaptığımız gösterimdi.
Gösterimin ardından 8 Mart yürüyüşüne ve sonrasındaki meydan etkinliklerine katıldık. Miras hakkından bile hâlâ mahrum bırakılan (ne yazık ki bu gelenek devam ediyor) kadınlar, sanki yıllardır “o yürüyüş senin bu yürüyüş benim” diyerek direne direne kazanmışlar gibi Çeşmeli kadınlarla kol kola haykırarak yürüdüler. Bence bugüne kadar söyleyemediklerini haykırdılar.
Sonra meydandaki eğlence… Gecenin sonunda tüm kadınlar pistteydi. Gassalın sağ bacağına mal olan o “şıkır şıkır” oynamaya inat, gönüllerince oynadılar… Oynadılar da oynadılar…
İzledim. İzledim. Ve tekrar izledim… Çünkü izlediğim her sahnede onlarca hikâye vardı. Atölye süresince dört ay boyunca ruhumu her anlamda yoran, “kendi kararlarını alabilmek” gibi basit ama hayati bir özgürlüğün ne denli değerli olduğunu yüzüme çarpan, “adaletsizlik” denen kavramı bambaşka yönleriyle sorgulatan hikâyeler…
Uzaktan bakınca sosyolojik, psikolojik, felsefi açıklamalar bulabildiğimiz manzaralar var ya, içine girince hiçbir bilimin anlatamayacağı gerçeklerle yüzleşiyor insan.
Herhalde koca İbn Haldun da açıklama bulamamış olacak ki o yüzden sormuş o ünlü sorusunu: Coğrafya kader mi?
Nazan Kesal oyunda bu soruya şöyle yanıt veriyor:
“İnsan kaderini de kederini de kendi yazar.”
Füruğ, kendisine biçilen kadere ve kedere boyun eğmemek için çok acı çekmiş. Mutlu olmuş mu? Hayır. Çünkü mutluluktan şiir çıkmaz. Çıksa da kuşların ölümünü anlatmaz o şiirler…
Ve biliyor musunuz, “kadınları özgür olmayan toplumlar özgür olamaz” sözü var ya… Ben bu sözün ne kadar katı bir gerçek olduğunu işte tam da bu süreçte anladım.
Meğer biz daha kurtarılmış hayatlar yaşayan kadınlar, bu sözü yalnızca bir slogan gibi, ezberden söylüyormuşuz.