Bu yazı neden az okunacak?

Öncelikle yazarın ve mecranın takipçi sayıları nedeniyle sosyal medya platformunda sınırlı sayıda göze değecek. Elbette yüksek takipçi sayılarının yanı sıra sponsorlu içerik harcamalarını ödüllendiren algoritmalar da bunda önemli rol oynuyor. Onlarca alternatif haber platformu, onlarca kanaat önderi, yüzlerce sanal arkadaş parmağımızı ekranda kaydırarak uygulamayı açtığımız andan beri bize “sesleniyor”.

Zaman akışınızda gördünüz ve bir şekilde “tıkladınız”, zaten bu satırları okuyorsanız eğer ilk eşiği atlayıp buluştuk. Ancak şu andan sonra da dikkatinizi ödünç almak için kıyasıya bir rekabet var.

Belki de tam şu anda bir Twitter sohbet odasında hararetli bir tartışma potansiyeli barındıran, tanıdıkların toplandığı bir sanal oda gözünüze ilişti. Ya da uzun zamandır paylaşım yapmayan arkadaşın yeni İnstagram paylaşımıyla ilgili bildirim ekranda belirdi. Belki Wordle’ın yeni, günlük bulmacasının saatinin geldiğini hissettiniz veya o gün kaçırdığınız gündemi “hap gibi” sunan ve yorumlarına kayıtsız kalamadığınız YouTube kanaat önderi yeni videosunu yayınladı bile… Açıkçası bu yazı yazılırken dikkatimin defalarca neden dağıldığına dair kısa bir özet bu; kapı açılmadı, telefon çalmadı, sadece peş peşe gelen bildirimler ve çevrimiçi olma bağımlılığı...

Eğer yazıya şu ana kadar katlanabildiyseniz işte bu haftaki konu: Herkesin talip olduğu dikkatimiz, dikkat ekonomisi ve iletişim pratiğinin dönüşümü…

Bir meta olarak “dikkat” ve ticareti

Dikkat ekonomisi tanımı, internet ve yeni medyadan çok önce kullanılmaya başlandı. Herbert Simon 1971 yılında dikkati, fazla enformasyonun tükettiği, az bulunan bir kaynak olarak tanımladı[i]. Dallas Smythe, bu tanımı kitle medyası ve televizyon seyirciliği üzerinden iletişim alanına eleştirel yaklaşımla uyarladı[ii]. Ona göre izleyiciler TV karşısında ekonomik bir faaliyetin asli unsurları olarak reklamcılara satılan metalardı.

Ardından internet geldi; iletişim, sosyalleşme, çalışma biçimlerimizi dönüştürdü. Bu kez program aralarındaki reklam kuşaklarının değil, ağda olduğumuz her saniyeden itibaren, yaptığımız tüm işlemlerin veri olarak depolanıp parayı bastırana satıldığı dönem başladı. Büyük teknoloji şirketleri internetteki her adımımızı izleyip, veri olarak depolayıp bunu paraya dönüştürebiliyordu artık. Bir sosyal medya platformunda ne kadar uzun süre kalırsak, sosyal ağda ne kadar etkileşimde bulunup veri üretirsek o kadar kârlıydı onlar için; dikkatimiz adeta bir metaya dönüşmüş, ticarileşmiş ve üzerinde kıyasıya bir rekabet başlamıştı.

“Bunun biraz daha kısası yok mu?”

İnternet 90’larda okunan, ardından video ve görsel içeriklerin egemenliğiyle izlenen ve enformasyon bombardımanıyla birlikte artık kaydırma hareketiyle “bakılan” bir mecraya dönüştü. Platformlar kullanıcı memnuniyetini yeniden tanımlarken aslında kullanıcıların bilgi ve içerik tüketme alışkanlıklarını da dönüştürmeye başladı. Eğlenceli, hap gibi bilgi formatı belirleyici oldukça habercilik de buna ayak uydurmaya çalıştı. Gelişen teknoloji ve kısa videolar gibi yeni içerik türleri kullanıcı alışkanlıklarını değiştirdi. Kullanıcıların hep daha kısa ve eğlenceli olanı istediği varsayımı üzerine iletişim stratejileri kuruldu. Bir gazeteci dostun aktardığı gibi: “Dijital bir platformda yayınlanmak üzere ürettiğim video haber dosyaları için bundan beş yıl önce izlenebilir olması adına önce ‘mümkünse 30 dakika altında olsun’, iki yıl sonra ‘mümkünse 20 dakikadan uzun olmasa iyi olur’, son olarak da ‘20 dakikanın altında olsa ne iyi olur’ deniliyor”... O artık 20 dakikanın altındaki sürelerde memleketin önemli toplumsal sorunlarına dair videolar üretmeye çalışıyor.

Gri gerçekler yerine renkli yalanlar

Dikkat avcılarının rekabet ettiği cangılda gazeteci-yorumcular atarlı, ekonomistler eğlenceli videolarla görünür olup dikkati avlamaya çalışır halde; maddi ve manevi ödül mekanizması bunu dayatıyor. Uluslararası haber kuruluşları insani dram, savaş ve çatışma öykülerini Instagram ve TikTok’a nasıl uyarlayabileceklerini düşünür halde, hallice bir kitle orada çünkü. Herkes o darmadağın olmuş dikkatin peşinde artık. Tık avcılığı en klasik yöntem: “Ünlü ekonomistten Dolar tahmini”, “meteorolojiden kritik uyarı”, “Instagram paylaşımlarıyla hayranlarını mest etti” gibi başlıklarla ava çıkanların yanı sıra bu dönem sansasyon ve yalandan beslenenlerin de yüzünü güldürdü, ceplerini doldurdu. Yalan haberin daha çok ilgi çektiğini ortaya koyan araştırmalar peş peşe geliyor (bu konuda en çok tartışılan araştırmalardan biri MIT Üniversitesi’nde yürütülen çalışmaydı: https://news.mit.edu/2018/study-twitter-false-news-travels-faster-true-stories-0308 ). Kısaca, insanlar gri gerçeklerden çok, renkli yalanları daha çok tıklayıp paylaşıyor. Peki bizi bekleyen umursamaz, kâr odaklı sosyal medya platformlarının vagonlarıyla raydan çıkıp derin ve karanlık bir cehalet çukuruna yuvarlanmak mı?

Kitle medyasının egemenliğinde “halk bunu istiyor” diye yapılan reyting odaklı televizyonculuk ve bulvar gazeteciliği iyi gazeteciliği ortadan kaldırmadı. Hatta kriz zamanlarında görülüyor ki, buna duyulan ihtiyacı daha da artırdı. Yeni medya teknolojileri de dikkat ekonomisinin öğütücü çarkı olarak işlemek zorunda değil. “Halk bunu istiyor” ile “eğitim şart” kutupları arasında yapılabilecek çok iş var hala. Evet eskiye göre belki biraz daha hareketli ve biraz daha kısa -ki çoğu zaman bu çok iyi bir şey. Ancak birilerinin de derinliği olan içerikler tüketmek istediğini hatırlamak gerekiyor.

Yeri geldiğinde sosyal medya platformlarının algoritma egemenliğine karşı seçenekleri tartışırken kamu yararı talebini vurgulamak, uzun ve klişe başarı formülleri dışında üretilen içeriklerin algoritmalar tarafından cezalandırılmasını engelleyebilmek önemli. Keşke her şey “hap gibi” ve eğlenceli anlatılabilse. Ancak bu her zaman mümkün olamayabiliyor. Bu yazıda olduğu gibi...


[i] Simon, H. A. (1971). Designing organizations for an information-rich world. In M. Greenberger (Ed.), Computers, communication, and the public interest (pp. 37–52). Baltimore: Johns Hopkins University Press.

[ii] Smythe, D. (1977). Communications: Blindspots of Western Marxism. Canadian Journal of Political and Social Theory 1(3), 1–27.

Önceki ve Sonraki Yazılar
CAN ERTUNA Arşivi
SON YAZILAR