'Canım sıkılıyor begim'

Dramatik olayların ardından yapılan sokak röportajlarında hep aklıma mükemmel insan, gazeteci abimiz Varlık Özmenek gelir. Elinde kocaman teyp ile meydan meydan gezer vatandaşlara mikrofon uzatırdı. O zamanın teknolojisi ile sokakların ruh halini yansıtırdı. Bilim Sanat Dergisi’nin de şahane yazılar yazan baş yazarıydı. Bu yazılarından birisiydi, “canım sıkılıyor begim” başlıklı olanı.

Güneydoğu’da bir miting alanında kaydetmişti bunu. Baskılar, yoksulluklar 40 yıl önce de o kadar fazlaydı ki, kime mikrofon tutsanız belki aynı şeyi, başka cümlelerle söyleyecekti. Ama o yaşlı insan “canım sıkılıyor begim” demişti. Sadece “canım sıkılıyor begim” Bu kadar yalın, bu kadar net anlatmıştı içindeki sıkıntıyı; Canım sıkılıyor begim. Benim de canım sıkılıyor begim

Tarık Akan’ın başrolünü oynadığı Ali Özgentürk’ün yönettiği politik bir filmdir su da yanar. Bir içki masası yansır perdeye, konuk yabancı kadın isyan etmektedir, “nasıl bir yer burası şarkılarınız yemekleriniz, anılarınız, her şeyiniz acı” Yani “canım sıkılıyor begim” cümlesinin daha kapsamlısı. Yaşadığımız coğrafyanın da muazzam tarifi.

Her ölümle kabuk tutamamış yaralarımız kanıyor. Bir önceki ölümlerin fotoğraf kareleri, bir heykeltraş titizliğinde bilincimize çekiş darbeleriyle kazınırken sıraya yenileri giriyor. Kareler o kadar ağır ki gelen gitmiyor, sayıları çoğalıyor. Zihnimizde her dramın çok net fotoğraf kareleri mevcut. Mıh gibi çakılı duruyor, enkaz altındaki kızının elini bırakmayan baba, motosikletle taşınan cenaze fotoğrafları. İnsanlıktan biraz sapıldığı zaman sizi uyaracak fotoğraf kareleridir bunlar.

Yazar Cüneyt Cebenoyan’ın 99’depreminde annesi ve babasıyla birlikte kaybettiği küçücük oğlu için gazetelere verdiği ilan dolaşıyor hep aklımda, yaşattığı o güzel duygular için teşekkür ediyorlardı 2 yaşında kaybettikleri Ali’ye, “seninle tanışmak çok güzeldi” diyerek. Kelimelere hükmeden bir yazar olarak, ablasının da acısını anımsatıp “Bir anda annesiz ve babasız bir çocuk ve çocuksuz bir baba haline geldim 1999’da” diyordu yıllar sonraki bir yazısında. Ablası PKK’nın bombasıyla kendisi trafik kazasında hayatını kaybetti. Çok ağır değil mi?

Ülke olarak yine çok ağır bir tablo ile karşı karşıyayız. Canımızı ziyadesiyle acıtan bir de yönetime muhatabız. Öte yandan göz yaşlarımız eşliğinde izlediğimiz insan üstü bir dayanışma var. O, sokaklarda hak hukuk dedikleri için itilip kakılan Halkevci, TKP’li, TİP’li, SOL partili çocukların ellerinde çok iptidai aceleyle paketlenmiş kolileri görünce duygulanmamak elde değil. Devleti aşan bir çaba ile organize oldu insanlar. TKP’nin sıcak çorbasıyla ısındı Finikeli Ülkücü. Devlet halen ortalıkta yoktu. Ortaya çıkması da çok hayırlı olmadı. Devlet adına konuşan herkes öfkeyi attırdı.

İktidar istiyor ki hiç kimse olumsuz bir şeyden söz etmesin, hiçbir şeyi eleştirmesin, varsa acısı bunu sessizce yaşasın. Her şeyin çok iyi olduğuna inanılsın, haberden kaçan, halkın sesini aktarmayan, görüntüleri saklayan gazetecilik yapsın. Bunu açıkça da dile getiriyor. RTK’ün talebi de “moral bozucu” yayın yapılmasın. Aslında talepleri “deprem bile olmadı, bunlara inanmayın” diyecek bir medya düzeni.

99 depremi ile kıyaslayanlar da var. Aradan 24 yıl geçti, teknoloji ilerledi, devlet büyüdü. O gün o ağır koşullar altında yetersiz kalındığı için halkına hakaret eden değil, özür dileyen bir başbakan vardı. Halk aynı haktı, bu çok umut verici. Yaşlısıyla genciyle o gün de bu halk omuz vermişti, dayanışmıştı depremzede ile. Yalana, talana, palavraya bakmayın iyi insanların sayısı onlardan milyonlarca kat fazla…

Bugün devlet adına kibir dağlarının üzerinden acılı ve öfkeli insanlara ayar vermeye çalışanlara hatırlatalım, seçimlerde sizlere yetki, bu ülkeyi devlet aygıtıyla kurallar çerçevesinde 5 yıllığına yönetmeniz için verildi. Bu ülke ve devlet sizin olmadı yani. Önce binaların yıkılmasını önleyecektiniz, yıkıldığı zaman da hemen müdahale edecektiniz. İkisini de yapamadınız.

Ülkede yaşanan olumsuzlukların birinci dereceden sorumlusu siyasi iktidardır. Devlet aygıtı onun elindedir. Yerli araba yaptık, aya gidiyoruz, iha’larımız, siha’larımız var ama deprem enkazının altında binlerce vatandaşınız ölüyor, milyonlarcası sefil oluyor” Bu politik tercihtir ve bu tercihin hesabı demokrasilerde verilir. Politik tercihlere itiraz da politiktir. “Şimdi politika yapma zamanı değildir” cümlesi de ziyadesiyle politiktir. Toplanan vergileri iktidar politik tercihlerde bulunarak harcıyor. Her doğal afette bu paraların vatandaşa harcanmadığı sürekli verilen İBAN ve talep edilen yardımlarla ortaya çıkıyor. İşte bunların tamamı politiktir ve bunlara itiraz da doğal olarak politik olacaktır.

24 yıl önceki yıkımdan hiçbir ders alınmadığı ortaya çıktı. Şimdi aynen o günlerde neler söyleniyorsa aynılarını duyuyoruz. Bilim insanları yine, tırnaklarını kanatırcasına sıktıkları yumruklarını göstermeden isyan ediyorlar bir sonraki depreme hazırlıklı olunması için. Ama yapılacaklar yine belli, TOKİ ve inşaat.


Bunları görünce ben de 17 Ağustos depreminin yıl dönümü için bazı gazeteci arkadaşlarımla destek amaçlı Adapazarı Gazetesi’ne 1 Ağustos 2003’te yazdığım yazıyı hatırladım. 20 yıl sonra noktasına virgülüne ve içerdiği isyan dolu duygulara da dokunmadan paylaşıyorum…

17 AGUSTOS MİLAT MI?

Sedat BOZKURT

ekran-resmi-2023-02-12-04-42-50.png

17 Ağustos depreminin ruhlarımızda yarattığı travma çok yazıldı çizildi. Binlerce acıklı ölüm ya da hayatta kalma hikayeleri dile getirildi. Bu hüzünlü öyküler üzerinden binlerce deprem tartışması yaşandı. Devlet, sivil toplum örgütleri masaya yatırıldı, mercek altına alındı. Basın yayın organları günlerce yayın yaptılar depremle ilgili, amaçları konuya dikkat çekmek, belki de uyarmaktı. Bunların hiçbiri ne beni ne de benim gibi depremin şiddetini milyonlarla katlayarak hisseden insanları etkilemedi. Yazılanlar çizilenler, söylenenler, hiçbir satır, hiçbir fotoğraf karesi hafızamıza takılmadı. Çünkü bunların hiçbirisi oradaki gerçekle ilgili değildi. Birkaç santime sıkıştırılmış bir karedeki deprem acısı zaten kimi etkiler ki? Ya da birkaç satırdaki ifade? Beni de etkilemedi. Çünkü, ben kendimi o depremde buz pistinde yan yana yatan ve dramatik olmasının ötesinde sahici cesetlerden birisi gibi hissetmiştim. Yani duygularım körelmişti yazılara, fotoğraf karelerine. Ya da üzerine kendisini siper eden annenin altında ezilerek ölmüş kızının fotoğrafını gördüğümde törpülenmişti beynimin hüznü hisseden kılcal damarları. Çünkü, böyle bir acıyı, hüznü kaldıracak bir insan organı olmamalıydı.

Beyin, insan beyni tüm canlılar içinde kendisini bu dünyaya hakim kılan organ. Aslında ne kadar çaresiz! Atomu parçalayan bu beyin bana anlatsın, korumak için üzerine kapandığı kızının cesedi üzerinde depremden sonra, sırtında onlarca tonluk beton bloklarla saatler geçiren annenin dramını? Ey beyin, bilgisayara tüm dünyayı hükmettiren onunla yetinmeyen, uzaya gidip gelip kainatı gözüne kestiren, uçaklar uçuran, gemiler yüzdüren organ, bu anneyi teselli edecek bir söz icat etsene..! Deprem uzmanları, sosyologlar, psikologlar sürekli konuşuyor. Sosyal bilimlerin en önde gelenleri deprem travmalarının atlatılması konusunda tez üzerine tez üretiyorlar. Fizik, kimya, biyoloji ve matematikçiler de tez üretiyor, ard arda tahmin yapıyorlar, depremleri değerlendiriyorlar. Bir sonraki depremin şiddeti üzerine kehanette bulunanlar bile var. Yani bundan sonra hangi ölümlere ne kadar üzüleceğimizin hesapları bile hazır, kaç drama tanıklık yapacağız, kaç anneyi yavrusundan ayıracağız, ya da kaç yavruyu annesiz babasız bırakacağız. Her şey hesap kitap içinde, boş alan yok gibi.

Ama hesabı yapılmayan bir adaletsizlik var, dünyanın en büyük adaletsizliği belki de: bir evladın annesinden babasından önce ölmesi.

Bir anne yine hafızalara kazınmış sesiyle feryat ediyordu, depremde yan odada bulunan ve ona ulaşamamanın verdiği çaresizlikle kendisine kızarken, ölen oğlu için değil oğlunun uzun süre acı çekerek öldüğüne isyan ediyordu: Yavrum anne beni kurtar diye diye öldü, çok acı çekti çok... Bir anneye yine bu duyguların yaşatılacağının hesapları yapılabiliyor mu? Yapılırsa kim yapıyor, hangi öğreti ile bunu yapıyor?

Gazete ilanlarına yansımış bir ölümdü, 2 yaşındaki oğulları için vermişti anne ve baba, Seninle tanışmak dünyanın en güzel duygusuydu diye Hangi gazete haberi depremi insanın tüy köklerine kadar, bu ilanda olduğu kadar hissettirebilirdi, acıyı yansıtabilirdi?

Aradan 4 yıl geçti. Ve hala deprem tartışmaları gazetelere yansıyor, televizyonlar da yine enine boyuna ele alınıyor 4 yılda belki deprem ve depremin geçmiş yaraları ile gelecekte yaratacağı yaralar ve bu yaraların içinde barınan hüzünler milyonlarca satırlarda milyarlarca kelimelerle, televizyonlarda milyarlarca karelerle anlatılmaya çalışıldı.

Bütün bunları gün boyu izlemek ve okumak zorunda kalan bu satırların yazarı ben ikna olmadım. Beynimin ve yüreğimin üzerindeki çizikler aynen duruyor ve bu tür yazılarla tedavi olması gerekirken tam tersine kanıyor, acıyor. O yüzden tarih olarak 17 Ağustos sadece bir anı, hüzün topağı olmaktan öte insanın kendisini, yaptığı ve çöken binadan daha çok sorgulaması gerektiğine inanıyorum. Bunu bir ilahi güce dayandırıp ona fatura edilmesini ya da ilahi ikaz gibi göndermelerle olaya dahil edilmesini de doğru bulmuyorum.

17 Ağustos depremle yaşanan bir dramın değil, insanın ruhuyla vicdanıyla hesaplaşması gereken tarih anıdır. Belki de insanlığın miladıdır. Binlerce yıl sonra gerçekten insan olup olmadığımızın bir duygu sınavıdır, testidir. Sınavı geçenler vicdanları hala kanayanlardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
SEDAT BOZKURT Arşivi
SON YAZILAR