'Eleştirmeyen basın suçludur'

Medyanın en yaygın olduğu yer ABD’dir. Medyaya ilişkin tartışmaların büyük kısmı da ilk olarak burada yaşanır. Basının denetleme ve iktidarlara karşı direnmesinin, demokrasi için nasıl yaşamsal olduğu, bu kıtada bizzat basın özgürlüğünü engelleyenler tarafından acı deneyimlerin ardından tarihe bir ibret anıtı gibi not olarak düşülmüştür.

ABD Başkanı John Kennedy 17-18 Nisan 1960 tarihlerinde binlerce Kübalı mülteciyi de kullanarak Küba’ya çıkarma yapmaya hazırlanır. Planlar hazırdır. Pek çok sinema filmine de konu olan “Domuzlar körfezi” çıkarmasıdır bu. Bu bilgi The New York Times ve The Washington Post muhabirlerinin eline geçer. Kennedy, muhabirlerin haberi doğrulatmak için kendisini aramaları üzerine harekete geçer. Her iki gazetenin sahipleri ve genel yayın yönetmenlerini arayarak meselenin ülke menfaatleri açısından önemini anlatır ve haberin yayınlanması halinde her iki gazeteyi de “vatan hainliği ve çatışmada yaşamını yitirecek her ABD askerinin ölümünden sorumlu” tutmakla tehdit eder. Doğal olarak haber yayınlanmaz. Domuzlar Körfezi çıkarması yapılır ve ABD açısından tam bir hüsranla sonuçlanır.

Tablonun dramatikliği üzerine Kennedy basının karşısına geçer. Olayı ABD’nin askeri planını öğrenmiş olmasına karşın baskılara boyun eğerek yayınlamayan basını birinci derecede sorumlu tutar; “Basın görevini yapsa hata yapmazdık. Bu başarısızlıktaki en ağır sorumluluk iki büyük basın kuruluşunun yöneticilerinindir. Bu haber ellerinde vardı, baskımız üzerine yayınlamadılar. Korktular. Sorumluluktan kaçtılar. Onlar görevini yapıp yayınlasaydı biz belki bu hatayı yapmazdık. Basının sorumluluğu, gördüğü yanlışları gecikmeden ve kimseden korkmadan, çekinmeden ortaya koyup ilgilileri uyarmaktır. ABD’nin iki büyük kuruluşu bunu yapmadıkları, bizi hatadan önce uyarmadıkları için suçludur."

Devlet, iktidar, medya ilişkilerini tartışmaya başlamak için iyi bir zemin ve uygun bir malzeme burası. Ne için söylendiğinden bağımsız olarak basın ya da medya için doğru eleştiriler bunlar.

HABER ÇIKTI YERİ BOŞ KALDI

Takvim 4 Nisan1990'ı gösteriyordu. Henüz kapatılmamış olan DGM savcılarının talebi üzerine Güneş, Günaydın ve Sabah gazetelerinin büroları polis tarafından basılarak Turgut Özal suikastına ilişkin henüz çıkmamış habere sansür uygulanmaya çalışıldı. Önce basılı gazetelerin dağıtımı yasaklandı, ardından gazetelerin tüm baskıları kontrol edildi, örneği 27 Mayıs ihtilalinde görülen şekilde Sabah gazetesindeki haber çıkartılarak haberin sayfadaki bölümünün boş olarak basılmasına ve dağıtılmasına izin verildi.

Dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut olayı çok sonra öğrendiğini açıklarken, dönemin Ankara Emniyet Müdürü Mehmet Ağar kendisini arayan gazete yöneticilerine “haberi kullanmadıysanız gazeteyi basıp dağıtabilirsiniz” açıklaması yapıyordu. Devletin yayımlanmasını engellemek istediği haber, “Özal suikastına ilişkin ortaya çıkan” sürpriz bir tanığın varlığıydı. Bu bilgiler Sabah gazetesinin elinde uzun zamandır varmış ama Adalet Bakanı Oltan Sungurlu’nun müdahalesi üzerine bekletilmiş, kullanılmamış. Güneş gazetesi de bu bilgilere ulaşıp yayınlamaya karar verince Sabah da elindeki bilgilerin hepsini yayınlama kararı almış ve bu haberin yayınlanacak bilgisi de DGM savcılarına kadar ulaşmış. Sonrasını okudunuz.

GİDERAYAK HEDEF HEP BASINDIR

Kendini liberal olarak tarif eden ANAP, 1980 darbesinin etkisinin azaldığı bir dönemde, bugüne kadar bütün iktidarların yaptığı gibi basını kontrol etmeye, baskı altına almaya çalıştı. Gazetelerin maliyetlerini arttıracak ne varsa yaptı. Medyada büyük çaplı sermaye değişimi yaşandı. Çünkü ona göre iki buçuk gazete Türkiye için yeterdi. Özal’ın, anlatırken bile içini dolduramadığı bir basın yasası hazırlığına başlandı. Muzır Yasası üzerinden basına ağır yaptırımlar getirecek yasal düzenlemenin çalışmalarının başladığını Adalet Bakanı Oltan Sungurlu açıkladı ilk olarak. Haberin yalan olup olmadığına ise hakimler karar verecekti. Çok tepki görünce yasa geri çekildi.

İktidardaki parti ya da partiler ne zaman güç kaybetseler önlerine ilk hedef olarak basını, medyayı koyuyorlar. Bu onları kurtarmıyor ama hep farklı sonuç alacaklarını varsayarak tekrar tekrar deniyorlar.

Aynı girişime Refahyol döneminde de tanıklık ettik. Basında gerçekten çığırından çıkmış bir promosyon çılgınlığı vardı ve herkes için rahatsız ediciydi. Bunu önlemek için yasal bir düzenleme yapmak isteyen iktidar bu fırsatı da değerlendirmek istedi, içine “yalan ve halkı telaşa sokacak haber” tanımını da eklemeye çalıştı. Burada da aynı ANAP döneminde olduğu gibi kavramlar hep muallaktı ve doğal olarak bu da gerçekleşmedi.

SANSÜR GELENEGİNİNİN ADI: ABDÜLHAMİT

Muhafazakarların “sevgili” padişahı Abdülhamit her sansür yasası tartışmasında gündeme gelir ve adı artık sansür ve baskı rejimi ile özdeşleşmiştir. Onun döneminden bir örnek; Meşveret Dergisi. Osmanlı döneminin belki de en etkili ilk fikir yayın organıdır. Fransızca ve Türkçe basılır. Ama yayınlar Abdülhamit’in hoşuna gitmez, baskılar üzerine Türkiye’den ayrılır ve sadece Fransa’da yayın hayatına devam eder. Abdülhamit baskısı nedeniyle Fransa’dan da yasak gelince İsviçre’ye geçerek orada yayın hayatına devam etmek ister. Osmanlı İsviçre’ye baskıda sonuç alamayınca basıldığı matbaayı satın alır ve dergi Belçika’ya geçer. Burada da baskılar sonuç verir, dergi kapatılır. Olaya bakar mısınız, bir muhalif dergi için koskoca Osmanlı padişahı neler yapıyor. Bugün yaşadığımızın her şey işte bu geleneğe dayanıyor.

Son olarak gündeme gelen ve ekim ayına ertelenen dezenformasyon yasasından bahsediyorum, kendisinden öncekileri tekrarlayan bir sansür yasasından yani. Burada doğal olarak gelişen teknoloji nedeniyle habercilikten daha çok haber ve bilginin yayınlanacağı kanallar, zeminler hedef alınıyor bu düzenleme ile. Ve yine yayınlanan ya da yaygınlaştırılan bilginin toplum açısından sıkıntılı olup olmadığına iktidar tarafından atanan hakimler karar verecek. Çok tanıdık geldi mi size de?

AKP’NİN MEDYA DÜZENİ

AKP’nin ciddi hazırlığı yapılmış bir medya stratejisi olduğunu biraz geç anladık. Bunun hikâyesi bu yazı için uzun, belki başka bir yazıda sadece bunu yazarım. AKP yandaş medya ile yetinmedi, medyanın tamamına bizzat sahip olmak istedi. Büyük oranda bunu da başardı. Bunun için kamu kaynakları hem mülkiyetine sahip olunurken hem de işletilirken sonuna kadar kullanıldı ve halen kullanılıyor. Bunu bilelim. Bugün bu kurumlarda gazetecilik yapılmamaktadır.

Gazeteciliğe ilişkin temel bir eleştiriniz varsa elinizdeki bu medya kurumlarını, Turkuaz ve Demirören başta olmak üzere, rafine gazetecilik yapılan yerler haline getirisiniz ve habercilik anlamında yükselttiğiniz çıtanın altında kalan bütün yayın organlarını çok rahat eleştirisiniz. Bunu yapmak yerine gazetecilik yapılmayan bu kurumları veri alarak “basın, bugün hiç olmadığı kadar özgür” cümlesi kurulması komik oluyor. Bağımsız denilerek örnek gösterilen medya kuruluşlarına toplu olarak son giden talimat “Sri Lanka olaylarına fazla yer vermeyin” oldu. Tek başına bu bile başka bir yazı konusu. Pandemi döneminde de sık sık bu kuruluşlara “ölümleri değil iyileşme oranlarını verelim” talimatları gidiyordu. Bu sistem ya telefon üzerinden kurulan gruplar aracılığıyla ya da bizzat Fahrettin Altun ya da İletişim Başkanlığı Medya Koordinatörü Mücahit Eker’in araması ile işliyor. Talimat bazen muhabirlere bazen de yöneticilere iletiliyor.

İletişim Başkanı Fahrettin Altun bu organların hepsinin bir nevi genel yayın yönetmeni. Altun’un etkisi altında olmayan organlar da var. Serhat Albayrak’ın resmen ve fiilen yönettiği Turkuvaz ve Demirören medya grupları Altun’un kontrol alanı dışında, buralara ulaşamıyor. Buradaki sıkıntı bir mücadele alanı halini de almış.

Son zamanlarda karikatür haline gelen muhabirlerin ellerine verilen soruların okunması yöntemi de aslında meslek açısından kalın bir trajedi. Cumhurbaşkanlığı’nda ya da AKP’de sorular önceden toplanıyor. Denetimden geçiriliyor, gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra sorulmasına izin veriliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’da mesele burada da bitmiyor. Önceden hazırlanan sorulara verilen yanıtlarda, sorun çıkma ihtimaline karşın bir denetimden geçiyor ve kontrol için belli bir saate kadar ambargo uygulanıyor. Hatta Millî Savunma Bakanlığı’nda mesele daha kurallı hale gelmiş, haberin bizzat kendisi servis ediliyor, eskinin “bilgi notu” yerine. Yani elinizde ses kaydının bulunması bir anlam ifade etmiyor bu “hiç olmadığı kadar özgür” basın sisteminde. Sorular belirleniyor, cevaplar belirleniyor, hatta ihtiyaç halinde değiştiriliyor ve haber haline getirilerek servis ediliyor. Bu haberin nasıl verilmesi gerektiği de bazen başlık bile oluşturularak iletildiği için gazetelerin tamamında aynı manşetleri sıklıkla görüyoruz.

Mesele haberin üretim sürecine müdahale ile bitmiyor. Medya kuruluşlarının yöneticileri hatta konukları bile buralardan belirleniyor. Kadro meselesinde somut ve yakın dönemde yaşanan bir örnek. Olay TV bizzat iktidarın baskısı nedeniyle 40 gün yaşadı. Oysa iktidarın söylediklerini yapsaydı, yani yönetici ve ekran yüzlerini iktidarın tercihlerine göre oluştursaydı Olay TV, şu anda sıradan iktidarın kontrolündeki bir televizyon kanalı olarak yayın hayatına devam edecekti.

Geçtiğimiz günlerde Azerbaycanlılara ait olan Global TV’de üst düzey bir değişiklik yaşandı. Genel Yayın yönetmeni görevden alındı yerine Ülke TV’den Fahrettin Altun’un yakın arkadaşı Taha Dağlı getirildi. Ne var bunda demeyin, mesela Dağlı, Olay TV’nin başına getirilmek istenen isimdi ve getirilemeyince Olay TV’nin yayın hayatı başlamadan bitti.

İktidarın bir unsuru olmadan önce de Altun, örneğin dezenformasyon yasasına karşı çıkanlar gibi düşünüyormuş. İsmail çağlar ve Turgay Yerlikaya ile kaleme aldıkları “Türkiye’de basın özgürlüğü mitler ve gerçekler” adlı çalışmada bakın dezenformasyon yasasına karşı çıkanlar gibi neyi savunuyor:

“Bu bağlamda basın özgürlüğü, sadece gazetecilerin kitle iletişim araçlarında serbestçe haber ya da yorum üretme özgürlüğü olmayıp, aynı zamanda toplumun bilgi ve haber alma özgürlüğü anlamına da gelmektedir. Bu yönüyle basın özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, sadece ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar olmamakta, bireylerin içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve kendisini doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendiren olaylar hakkında bilgilenme hakkını da kısıtlamaktadır."

Yukarıda verdiğim örnek olaylar çok derin ve farklı anlamlar içermektedir. O nedenle tercih edildiler. Bu meseleyle ilgili örnekleri çoğaltmak mümkün.12 Eylül 1980 askeri darbesi ülkenin üzerinden bir silindir gibi geçti. Darbe günlerinde basına çok yoğun baskı vardı. Gazeteler sürekli toplatılıyor, dağıtımı engelleniyor ve gazeteciler tutuklanıyor ve yargılanıyordu. İstisnası yoktu. En çok baskıyı Cumhuriyet, Tercüman ve Millî Gazete görüyordu. Üç farklı politik kimlikli gazete, politik kimliklerinden dolayı değil gazetecilik yaptıkları için baskı görüyordu. Cumhuriyet çalışanları için mahkeme bir rutindi. Tercüman’dan, bugün de ilginç bir biçimde yargılanmaya devam eden Nazlı Ilıcak, Milli Gazete’den ise iki büyük medya kuruluşunu yöneten Serhat ve Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın babası Sadık Albayrak mahkeme mahkeme dolaşan, tutuklanan isimlerdi. Bu da ilginç bir not olarak burada dursun

Bu arada medyayı uzun uzun konuşacağız önümüzdeki dönemde de…

İlgilisi için: Basın’80-84 ÇGD yayınları. Baskın ‘basın’ın mı? Ali Tartanoğlu ÇGD yayınları, Durmuş Odabaşı 4 Mayıs 2014 makale

Önceki ve Sonraki Yazılar
SEDAT BOZKURT Arşivi
SON YAZILAR