SEDAT BOZKURT
‘Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma’
Demokrasi dünyanın en zor siyasal sistemidir. Kurması kadar muhafaza edilmesi de çok zordur. Pek çok canlı gibi toplu yaşamasına karşın insan, aynı zamanda bireyseldir o canlılardan ayrı olarak. Bu nedenle sahip olduğu ve büyük mücadeleler sonrasında elde ettiği bireysel hakları çok kıymetlidir. Meselenin en çelişkili tarafı, insanın toplu olarak muhafaza etmeye çalıştığı bireysel haklarını, onun adına güvence altına alması gereken devlete karşı hep korumak zorunda kalmasıdır. Türkiye’de bu mücadelenin öyküsü gerçekten çok dramatiktir.
Demokratik sistemlerde seçimleri kazanan parti belli bir süre yazılı kurallara ve geleneklere uygun olarak ülkeyi yönetme yetkisini elde eder. Seçim sonuçları, seçimi kazanan partiye ülkenin tapusunu vermez. Türkiye’de çok partili hayata geçtikten sonra, sezonluk diziler gibi hep bunu, kendini devletin sahibi sanan siyasetçileri izledik. Uygulamalara bakınca o çok eleştirilen tek parti döneminin “en masum” dönem olduğunu söylemek bile mümkün.
(Hem adı “tek parti” hem de çok kimlikli bir imparatorluk bakiyesinden bağımsız bir ulus devlet inşa etmeye çalışıyorsunuz o günün koşullarında. Ve kadronun Celal Bayar dışındaki tüm isimleri cephede yıllarca savaşmış askerlerden oluşuyor… Asker ya da sivil bürokraside de siyasetçilerin dönemsel yakalandığı “devlete sahip olma” hastalığının emekli olana kadar sürdüğünü de hatırlayalım.)
Devletleşen partiler
Tek parti dönemine yani devlet aygıtına itiraz edenlerin kurduğu Demokrat Parti’nin (DP) eleştirdiğine dönüşmesi çok kısa sürdü. Hemen kendisini devlet olarak konumlandırarak hak ve özgürlüklerinin üstüne tek parti dönemini aratmayacak düzeyde baskı uygulamaya başladı. İktidara gelen her siyasi parti gibi devletleşme dönüşümünü tamamladıktan sonra “vatan haini” tespit cihazına dönüştü ve her eleştiriyi bu açıdan değerlendirerek hak ve özgürlükleri boğmaya çalıştı.
60’lı, 70’li yıllarda göreceli olarak hakların kullanımı biraz daha rahat olsa da bu siyasi iktidarın kontrolündeki devlet aracılığıyla olmadı.
Devletin “bizzat” kendisi yani asker de bu işi yani hak ve özgürlüklerin alanını daraltmayı hatta tam olarak ortadan kaldırmayı siyaset kurumuna bırakmadan gereğini “ihtiyaç” halinde yaptı.
Askeri darbenin dizayn ettiği siyaset sahnesinde ortaya çıkarak iktidar olan ANAP’ta da bu rahatsızlığı gördük. Liberal parti olarak kendisini etiketleyen ANAP’ın, iktidardaki gücünü tahkim ettikçe devamı olan darbenin izinden gittiği hemen ortaya çıktı, o da devletleşti yani.
“Oysa aynı DP gibi devlet aygıtına itiraz ederek seçmenden oy istemiş ve siyaset yapmıştı ANAP da”
Bir üstteki cümleyi ayrı bir paragraf olarak yazmamın ve tırnak içine almamın bir nedeni var. Oradaki parti isimlerini değiştirdiğiniz zaman inanın hiçbir şey değişmiyor. DP’nin yanına ANAP’ı, ANAP’ın yerine AKP’yi koyduğunuz zaman cümle niyetini çok net anlatıyor.
AKP hem içinden çıktığı muhafazakâr partiye hem de devlet aygıtına itiraz ederek, demokrasi talep ederek ortaya çıktı. Bugün itiraz ettiklerinin ötesinde hem muhafazakâr hem de devletçi. Yola çıkarken kaleme aldığı 2002 seçim beyannamesinde AKP bugünkü iktidara karşı pozisyon alıyor. Bakın hem de nasıl:
- Avrupa ile bütünleşmemize karşı çıkan çevrelerin, milli egemenlik, milli güvenlik, milli çıkar, milli ve yerel kültür konularındaki ideolojik yaklaşımları, Kopenhag kriterlerinin hayata geçirilmesini geciktirmektedir. PARTİMİZ, bürokratik devletçi yönetim anlayışını sürdürmeyi amaçlayan bu kavramların, bireyin hukukunu gözeten, halkın katılımını esas alan demokratik, sivil ve çoğulcu bir anlayışla yeniden ele alınmasından yanadır. Düşünce ve ifade özgürlüğünün tam olarak sağlanması, teşebbüs özgürlüğünü sınırlayan engellerin kaldırılması, yönetimin şeffaf hale getirilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yönünde atılacak cesur adımlar, toplumun kendi gücüyle çağdaşlaşmasının önünü açacaktır
- Ülke iç şartlarıyla bağlantılı düşünülemeyecek kadar önemli olan temel hak ve özgürlükler, uluslararası düzenlemelere konu olmaktadır. Bir ülkenin sadece kendi şartlarını dikkate alarak düzenleme yapamayacağı alanların başında, temel hak ve özgürlükler gelmektedir.
- PARTİMİZ hukuku, korkutmanın ve cezalandırmanın değil, adaleti sağlamanın aracı olarak görmektedir.
- Görevi başında kalması sakıncalı görülen belediye başkanlarının görevden uzaklaştırılması, mahallin en yüksek mülki amirinin isteği üzerine ancak mahkeme kararı ile olacaktır.
- Rektör, dekan, bölüm başkanı, ana bilim dalı başkanı, enstitü müdürü gibi her kademedeki akademik yöneticinin seçimle işbaşına gelmesini sağlayacak yasal düzenlemeler yapılacaktır.
Ülkenin meselelerini çözeceğini iddia eden parti bu seçim beyannamesini önümüze koysa bugün hepimizden oy alır. Mesele o kadar vahim yani.
22 yıl önceki beyannameyi özellikle alıntıladım. Bundan sonrakiler de farklı değil. Yapılanın tam tersi. Hele 2013 beyannamesi önüne hedef olarak 2023’ü koyması nedeniyle bir siyasetçinin hiç hatırlamak istemeyeceği vaatlerden oluşuyor. Dünü olmayan AKP siyaseti için önemli değil ama böyle olması.
Bakanlar ve cumhurbaşkanına serbest
“Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” bazı gazeteciler için suç tanımı olarak kullanılıyor. İktidarın özgürlükleri baskı altına almak için kullandığı gerekçe şimdi bu. Bu gibi durumlarda hep Meksika sınırı aklınıza gelsin. Onların yaptığı her şey doğru, aynısını siz yaparsanız hem yanlış hem de suç. Örneğin bu yasayı siyasetçiler için işletmeye kalkarsak muhtemelen iktidarın tamamı, muhalefetin de büyük kısmı hâkim karşısında bulur kendisini.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan emanet aldığı cümleyi çok sık kullanıyor, “Emekliyi hiç ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz de.” Ama matematik ve AKP seçmeni olan emekli bile bunun doğru olmadığını söylüyor. TÜİK’in tablosuna göre 2019 yılında emeklilerin bütçeden aldığı pay yüzde 6,1 iken bu oran emekli sayısının artmasına karşın 2022’de 3,8’e, 2023’de ise 4,4’e düşmüş. Bütçe büyümüş ama emekliye verilen pay küçülmüş. Bu tablodan ezilmemiş emekli çıkabilir mi? Alım gücü kıyaslaması yapmıyorum bile.
Birkaç ay önce dünyada belki de tek örnek olan para için bebeklerin bilinçli öldürüldüğü hastaneleri denetleyememiş Sağlık Bakanı dünyadaki en iyi sağlık hizmetlerinin Türkiye’de olduğunu söylüyor. Ülkede olmayan eğitimi “Dünyanın en iyi sistemini kurduk” diye açıklayan ama 100 bin ücretli öğretmenin maaşını ödeyemeyen Milli Eğitim Bakanı, uluslararası kabul edilebilen endekslere göre 142 ülke içinde 117. sırada olan yargımızın “hiç olmadığı kadar bağımsız ve tarafsız” olduğunu söyleyen Adalet Bakanı tam da bu yasa kapsamına girmesi gerekmez mi?
Cumhurbaşkanı “Yurtdışına giden gençler dönmenin yolunu arıyor” diye açıklama yaptı. Bütün Avrupa ülkelerinin vize işlemlerini durdurduğu bir dönemde. İktidar medyasından da “perişan olmuş” geri dönmek için fırsat kollayan gençler haberi de görmedik. Yani bu açıklamayı doğrulayan hiçbir veri yok. Yasa aklınıza geldi değil mi? Bu örnekleri çoğaltabiliriz. İnanın o kadar fazla ki onun için 2 ayrı yazı gerekir.
Cumhurbaşkanın ve bakanların nasıl yargılanacağı anayasada belirtiliyor. Aslında nasıl yargılanamayacakları belirtiliyor. Onlar adına bu doğru olmayan bilgileri yayanları merak etmeyin Meksika sınırı var arada.
(28 Şubat ve Ergenekon döneminde ordunun üzerinde tepinenlerin bugün onu kutsal hale getirmeleri kafanızı karıştırmasın. Oradaki Meksika sınırı kadrolaşma ile ilgili. Bizden önce ve bizden sonra yani.)
Yine gazetecilik
Evrensel tanıma göre gazetecileri bağlayan mesleğe dönük yani haber oluştururken göz önünde bulunduracağı, ürettiği haberi okuyucusuna, izleyicisine ulaştırırken dikkate alması gereken ilkeler ve etik değerler vardır. Gazetecilik faaliyeti bu 2 hat üzerinden yol alır. Burada onu bağlayan tek kural kamu yararıdır. Genel sağlık ya da insanların can güvenliği ve özel hayat ve buna ilişkin tercihler kısıtlayıcı özel etkenlerdir gazetecilik faaliyetlerini. Devlet güvenliği, milli güvenlik gibi kavramlar gazetecinin değil devleti yönetenlerin kaygısıdır. Gazeteci buna bakmaz, kamu yararına bakar ve gerekmesi halinde kamu adına devletin güvenliğini de ilgilendiren konularda denetimini yaparak bunu halk ile paylaşır. Bu tür haberler, dünyadaki en prestijli gazetecilik ödüllerini almıştır. Devlet ya sızdırıldığında sıkıntı yaratacak, vatandaşından gizli saklı işler yapmayacak ya da sızdırılmasına olanak tanımayacak.
Eleştirmek gazetecinin en önemli görevidir. Eleştirmeyen basın, ortaya çıkacak her türlü olumsuzluğun suç ortağıdır. Gazetecinin tanıklık yaptığı her olayı aynen aktarmak belki de tek görevidir. Bunu yapmıyorsa ortada gazetecilik de yoktur. Soran, sorgulayan gazeteciyi engellediğiniz zaman gazetecilik biter. Bağımsız gazetecilik yapılmayan hiçbir sistem demokratik olarak tanımlanamaz. Yayın organlarının çokluğu ve ülkeyi yönetenlerin “halkı yanıltıcı bilgiyi yaymak” fiiline girebilecek bir cümle olan “basın hiç olmadığa kadar özgür” cümlesini kurması sizi yanılmasın. Türkiye basın özgürlüğü endeksinde 180 ülke arasında 158. sırada. Yani “hiç olmadığı kadar”ı bırakın özgür değil. Bu bilgi halkı yanıltıcı yani. Biz de bunu teyit ederiz.
Gazeteci arkadaşlara da burada bir uyarı yapmak lazım, teknolojik gelişmeler medyayı doğal olarak etkiliyor. Olumlu ya da olumsuz. Bu gelişmelerin değiştirdiği habercilik yapılan mecralardır. Bu tartışmaların kökeni telgrafın icadına kadar geriye gitmektedir ve bir sonuca da bağlanmıştır. Gazeteciliğin temel ilke ve etik değerleri aynıdır. Değişen mecralar nedeniyle gazeteciliği yaptığınız işe uygun hale getirmek için eğer bükerseniz, gazetecilik mücadelesiyle elde edilmiş hakları kaybetmemek için arkasına sığınabileceğiniz bir meslek bulamayabilirsiniz. Yaptığınız işi, sizi sindirmek için baskı uygulayanlara karşı “gazetecilik” kendinizi de “gazeteci” olarak savunamazsınız.
Reklamcılık, PR, parti propagandası yaptıktan sonra gazetecilik, sadece ihtiyaç halinde arkasına sığınılacak bir meslek değildir.
Buradaki görüşler bir mesleki iç tartışmadır ve özel olarak kimse hedef alınmamıştır. Gözaltına alınan, hâkim karşısına çıkarılan, tutuklanan ve haber peşindeyken öldürülen bütün meslektaşlarımızın, mecralarına, kimliklerine bakmadan yanındayız…