Seçmenin kuracağı denge denetleme sistemi

SEDAT BOZKURT


Seçim zamanlarında siyasetin popülizme kaçan açıklamalarına ve eylemlerine bakmayın, kurum olarak siyaset yukarıdan aşağı doğru içinde bulunduğu toplumu, gücü ve geniş halk yığınlarına ulaşmaya çalıştığı araçlar ve mesajlar ile değiştirip dönüştürür. 12 Eylül askeri darbesi şiddetle, korkuyla toplumu dönüştürdü, darbe sonrası iktidara gelen ANAP ise siyasetle. Darbenin ikliminde “4 eğilimi” yani o dönemin, milliyetçi, İslamcı, sosyal demokrat ve merkez sağ tüm tarafları çatısı altında buluşturduğunu ileri sürmüştü ANAP. Ama zaman, ANAP’ın standart bir sağ parti olduğunu ortaya çıkardı. Partiyi oluşturan sadece 2 dinamik yapı vardı; milliyetçi muhafazakârlar ve liberaller.

Refahyol 1996 yılında kurulurken güvenoyu sayısı konusunda sıkıntı yaşanması ihtimaline karşın RP’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’e garanti veriyordu,” Siz merak etmeyin ANAP içinde 10-15 muhafazakâr arkadaşımız var onlar bize destek verecekler” diyerek. Güven oylamasında fire ortaya çıkmayınca, Erbakan’ın sözünü ettiği “muhafazakâr” arkadaşları gecikmeli de olsa TBMM Genel Kurul salonuna geldiler. Erbakan’ın bile “muhafazakâr” dediği bu arkadaşlar lütfen aklınızın bir ucunda bulunsun.

AKP, politik olarak kimliksiz bir partidir. Kuruluşunun üzerinden 21 yıl geçmesine karşın halen kendisine politik bir kimlik arayışındadır. Siyasi pratiği de o kadar savrulmalarla doludur ki bu pratikle de kendisine politik bir kimlik inşa edememiştir. Kimliksizdir ama katı sağcıdır. Sağ siyasetin bütün olumsuzluklarına ziyadesiyle sahiptir. Bu kimliksizlik ve sağ siyasete mensup olma özelliği nedeniyle AKP, beraber olduğu politik kimliği net sağ partilerin yörüngesine hemen oturmaktadır. Bunu MHP’de de Hüda Par’da da net bir biçimde gördük.

AKP’nin, Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki 21 yıllık yolculuğuna baktığınız zaman değişimi hemen anlıyorsunuz. Yola çıkarken AB’ci ve bu bağlamda özgürlüklerden yana olan partinin bugün evrildiği yer, AB’nin tam karşısında ve özgürlükleri sürekli kısıtlayan bir anlayış. Bu hat değişikliğini AKP’nin yola çıkarken sahip olduğu kadrosu ile bugünkü kadrosuna bakınca net bir biçimde görüyorsunuz.

Erbakan’ın “bizim muhafazakâr arkadaşlar” dediği isimler bir biçimde AKP’nin kurucu ya da yönetici kadrolarında yer aldılar. ANAP’ın muhafazakarları hatta Erbakan’ın muhafazakarları AKP içinde hep “liberal” olarak adlandırıldı ve bu tanım da gerçekten doğruydu. ANAP’tan AKP’ye geçen Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Ali Coşkun ile Süleyman Demirel’in DYP’sinin çizgisine göre “muhafazakâr” kalan Necati Çetinkaya, Köksal Toptan, Hüseyin Çelik AKP’nin en ciddi liberalleriydiler. Bu liberaller, partinin rota değişikliği nedeniyle de tasfiye edildiler. Türk siyasetindeki hat değişikliğini görmeniz için bu örnekler.

AKP kendisi değişirken ya da önüne koyduğu hedefe doğru yol alırken, (Yola çıkarken gördüğümüz AKP’nin bugünkü AKP’ye ulaşmak için bir araç olup olmadığını bilmiyoruz çünkü) toplumu da elindeki devlet ve medya gücü ile değiştirip dönüştürdü. Daha önce kendilerini politik kimliklerle tanımlayan sıradan muhafazakârlar artık politik kimlikleri sorulduğunda dinsel kimlikleriyle “Müslüman” diye yanıt veriyorlar. Oy verecekleri parti sorulduğunda da yine dinsel bir grup adıyla bu soruyu “Müslümanlara” diyerek yanıtlıyorlar. Bu kavramlar AKP ile eşitlenmiş bir durumda. O nedenlerle camilerin avlusundan içine doğru geçmiş bir siyaset yapma alanı mevcut.

AKP’nin ürettiği seçmen kitlesini uzun süre bu söylemle konsolide etmesi de zordu. Destek unsur Türk milliyetçiliğiydi ve MHP’nin varlığı bu konuda yardımcı oldu. Son seçimde de görüldüğü gibi birbirlerine oy verdiler, oy aldılar. Seçim zamanında “sağ siyaset pratiğinin” dibine vurdular. Yüzbinlerce seçmene kurgu görüntüler izletildi, sürekli güvenlik kaygısı yaratıldı. Cumhur ittifakına oy veren hiçbir seçmen “huzurlu veya mutlu olduğu” için oy verdiğini belirtmedi. Korku ve bizzat Cumhur İttifakı bileşenleri tarafından dile getirilen kaygılarla oy verdiklerini, tercihte bulunduklarını söylediler. 7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 seçimleri arasında, pratikte yaşatılan ne varsa söylem itibariyle aynısı tekrarlandı ve oylar konsolide edildi. Yaşadıktan sonra aynısı olduğunu fark ettik.

Faşizme evrilme eğilimi olan otokratik rejimler seçimlerle kurumsallaşır, gücünü tahkim eder. Dünya siyaset ve özgürlük mücadelesi tarihleri bunun örnekleriyle doludur. Bu rejimlerin seçimlerle değişmesi de mümkündür ama çok zordur. Sabır ve örgütlülük ister. Çünkü mücadele edilen, siyasi, sivil bir yapı değildir, siyasi yapının aparatlaştırdığı devletin bizzat kendisidir. Süleyman Demirel’in söylediği “tencerenin düşüremeyeceği hükümet yoktur” önermesini önemseyin. Bu doğru ve olması gereken bir politik tahlildir. Ama o önerme demokratik rejimlerde geçerlidir. Bu detayı unutmayın.

Cumhurbaşkanını halk, ilk olarak Ağustos 2014’te seçti. Son seçime göre Erdoğan’ın oy oranı yüzde 2’den fazla düştü. Aynı dönemde partisinin oy kaybı ise yüzde 14 oldu. Artık seçilmek için yeterli oran olan yüzde 50’yi her şeye karşın bulamıyor. 16 Nisan 2017 referandumundan bu yana elinde tuttuğu, yaşanan her türlü olumsuzluğa karşın muhafaza ettiği o yüzde 50’yi hiç ama hiç arttıramadığı gibi artık kaybetmeye başladı. Kaybın çok ufak olması moralinizi bozmasın. Hep böyle başlar.

Zaman tanrısı” başlıklı yazımda tanrı Kronos’un ülkenin kaderini millet ittifakının önüne koyduğundan söz etmiştim. Gerçekten çok önemliydi ülke için Millet İttifakı’nın alacağı kararlar. Bunu yaptılar, yapmadılar veya yapamadılar tartışmasını bir kenara bırakalım. Kronos tekrar geldi. Her zaman yapmaz bunu. Şimdi ülkenin kaderini seçmenlerin yani sizlerin önüne koydu. Vereceğiniz oy ile ülkenin kaderini belirleyeceksiniz. Ve kader, cumhurbaşkanlığı sistemi ile sürekli olmadığı için tartışılan “denge, denetleme” meselesini de seçmene çözdürüyor. Siyasetten umudunu kesmiş anlaşılan…

Seçmen; TBMM’deki Cumhur İttifakı çoğunluğuna karşılık Millet İttifakı’nın adayını cumhurbaşkanı seçerse yürütme ile yasama arasındaki denge ve denetlemeyi de sağlamış olacak. Bu her zaman ayağa gelmeyecek bir demokratik fırsattır.

İş burada bitmiyor, bakın 28 Mayıs seçimini kazanan Erdoğan belki hayatının en ağır yenilgisini alacak. Ülke özellikle ekonomik olarak da yönetilme niteliğini yitirmiş vaziyette. 10 ay sonra yerel seçimler var. Burada mutlak üstünlük muhalefette. Ve seçmen iktidar partisini yerel yönetimlerde sevmiyor. Bu sefer belediye meclislerini de cumhur ittifakının kaybetme ihtimali var. Millet ittifakı senkronize çalışmasını sürdürürse doğal sonuç Erdoğan’ın kaybı olacak.

Erdoğan YSK eliyle, TBMM Genel Kurulunun alacağı bir erken seçim kararı ile bir kez daha aday olmanın önünü açtı. Biz bugünü anlamaya çalışırken o 5 yıl sonrasını planlıyor. TBMM’de 360 sayısını bulursa bu mümkün. Önce cumhurbaşkanlığı sisteminde yüzde 50 artı bir barajı dahil olmak üzere küçük değişiklikler yapmayı gündeme getirecek -tabii Devlet Bahçeli’yi ikna edebilirse- ama her anlamda işinin zor olduğunu biliyor. Karşısında yerel seçimlerden de mutlak başarı ile çıkmış, senkronize çalışma sistemini devam ettiren bir muhalefet bloku olursa o erken seçim kararı TBMM’de çok erken alınabilir.

Ayrıca seçimlerin neden ısrarla 1 ay öne alındığını araştırırken ayağıma takılmıştı “kalp gözü açık” hocalar. Onların önerisiydi 14 Mayıs’ta Erdoğan’ın seçimleri yapması. Ama 14 Mayıs’ta seçilemedi. Şimdi her şeyin ters dönme ihtimali olabileceği gibi bir sonuç da ortaya çıkıyor kalp gözü açık hocaları referans alırsak…

Erdoğan’a; Ömer Çelik, Mahir Ünal, Numan Kurtulmuş, Efkan Ala ve Özlem Zengin’den oluşan strateji ekibinin önerisi söylemlerini yumuşatması. Her seçim sonrasında kısa bir süre bunu başarıyor aslında ama 10 ay sonraki yerel seçimler için bu söylemine ara verirse, sert söyleme alıştırdığı kitlesinin kafasında soru işaretleri oluşabilir. Yani istese de sert ve ağır söyleminden vazgeçemez.

Millet ittifakının sahada tartışmasız en uyumlu ortağı Saadet Partisi. AKP karşısında çok sağlam durduğunu da söylemek lazım. Oradaki motivasyon gerçekten farklı bir politik analiz konusu. Burada SP’ye “ne işin var CHP’nin yanında?” diye sorularak getirilen eleştiriye itiraz etmek için not düşüyorum: AKP ve Erdoğan’a ilk ve en sert kurumsal muhalefet SP’den, Millî Görüş hareketinden ve onun doğal lideri Erbakan’dan gelmiştir. Bugün hala Erdoğan ve AKP’ye yönelik muhalefetten gelen eleştiriler Erbakan’ın şiddetine, dozuna ulaşmamıştır. Bu nedenle AKP ve Erdoğan karşısındaki pozisyonu uzun zamandır net olan SP, CHP’nin yanına gitmemiştir. Belki CHP’nin, AKP’ye yönelik sertleşen eleştirileri ile SP’nin yanına geldiği söylenebilir.

Kılıçdaroğlu seçimi kazansaydı Demirel’in “enkaz devraldık” sözünü hakkını vererek kullanabilirdi. Gerçekten büyük bir enkazın ortada durduğu konusunda herkes hemfikir.

Kader işte, enkazı belki de yaratanın taşıyabileceği yere kadar taşımasını istiyor. Yine de bu işi kadere bırakmamak lazım. Sonuçta bir oyla nelerin değişebileceğini zaman tanrısı Kronos’dan daha iyi bilemeyiz…

Önceki ve Sonraki Yazılar
SEDAT BOZKURT Arşivi
SON YAZILAR