Sıradanlıkta sıkışmak

Michael Gardiner, “gündelik hayat bizim doğayla dönüştürücü bir praksis içine girdiğimiz, yoldaşlığı ve aşkı öğrendiğimiz, iletişimsel becerileri edinip geliştirdiğimiz, normatif kavramları pragmatik biçimde formüle edip uyguladığımız, çok çeşitli arzuları, acıları ve coşkunlukları hissettiğimiz ve eninde sonunda sönümlendiğimiz hayati önemde çevredir” der. Gündelik yaşam önemlidir, hayatın ayrıntılarını öğrenmeyi, başkasıyla karşılaşmayı, şeylerle ilişkisel bir bağ kurmayı, sokakla, evle iç içe geçmeyi, aşina olunanın içindeki gizi keşfetmeyi içerir.

Ancak gündelik yaşam bir rutine dönüştüğünde, her gün aynı zoraki yaşamı sürdürme zorunluluğuyla birleştiğinde sıradanlaşır, bu durum yaşamı tekrara düşürür ve sıkıntı yaratabilir çünkü böyle bir yaşam normalleştirmeyi de beraberinde getirir. Yaşamda her gün diğer günün benzeri hâlini aldığında, büyülenmeyi, yaşamdan alınan hevesi, her türlü ilişkiyi aynılaştırır, hayatı sürprizsiz kılar ve beklemenin içinde kaybolmaya sebep olabilir.

Bu bekleyişte kayboluş, Beckett’ın, 'Godot’yu Beklerken' metninin şu cümleleriyle tarif edilebilir belki: “Bekliyoruz. Sıkılıyoruz. Hayır itiraz etme, sıkıntıdan patlayacağız, inkâr edemeyiz bunu. Güzel. Peki. Bir değişiklik oluverince ne yapıyoruz? Fırsatı kaçırıyoruz. Hadi işe koyulalım. Birazdan her şey bitecek ve biz yeniden yalnız kalacağız, hiçliğin orta yerinde…” Bekleyip, sıkılmak, değişikliğe kapıyı kapatmak aynı zamanda sıradanlıkta sıkışmaktır fikrimce ve özneyi “hiçliğin orta yerinde” bırakabilir.

“Sıradan Hayat”

Adéle Van Reeth, “Sıradan Hayat” adlı kitabında, bahsettiğimiz “sıradanlıkta sıkışmak” olarak adlandırdığım durumu, disiplinler arası bir diyalogla anlatısına taşıyor. Hamile bir kadının, etrafındaki her şeyde görmeye başladığı sıradanlaşmanın peşine düşmesiyle başlayan bu otobiyografik anlatı, Virginia Woolf’tan, Friedrich Nietzsche’ye, Waldo Emerson’dan, Henri David Thoreau’ya, Albert Camus’den, Samuel Beckett’a pek çok yazar ve düşünürü uğrak noktası yapıyor. Böylece, sıradanlığı hem felsefi bir tartışmayla hem de anlatıcının kişisel hikâyesiyle bir arada okuyabiliyoruz.

Kitap bize, gündelik yaşamın içine sinen, her ilişkiye bulaşan, en basit soruların içine gizlenen sıradanlaşmanın ulaşabileceği yeri gösterirken, bunu görmeye başladığınızda neler olabileceğini de hatırlatıyor. Her sabah aynı güne başlamanın, her gece aynı kederi duymanın, beklemenin, sıkışmanın, şeylerin içinde kaybolup gitmenin anlamını hissettiriyor. Ayrıca, Adéle Van Reeth’in hamilelik, annelik, gündelik ev işleri, cinsiyet rolleri gibi farklı katmanlarla ele aldığı mesele çoklu bir düşünme ortaya koyuyor çünkü sıradanlıkta sıkışma bahsini, yazarın kesiştirdiği konularla birlikte düşününce yaşamın tüm alanında tahayyül edebiliyoruz.

‘İki Yüzlü Hayat’

Gündelik yaşam sıradanlaştığında ve bunun farkına vardığımızda nasıl olur, bu nasıl bir yaşam biçimidir sorusunu sorarsak, yazar şöyle ifade ediyor, “ikiyüzlü bir hayattır. Sanki sakince yaşamak zaten böyleymiş gibi yapılır. Sanki macera istemiyormuşuz gibi. Mutluluğun sırrı hanımcığım, hayatın küçük şeylerinin tadını çıkarmayı bilmektir! Hiçbir şey çocuk kahkahalarının yerine geçemez! Sağlık özellikle de sağlık önemlidir! Mutlu yaşayalım, köşemize çekilelim. Başımızı toprağa gömelim, kollarımızı kavuşturalım. Ölümün gelişi hakkında bizi bilgilendiren saate bakarak gününü gün etmek ve oluruna bırakmak.”

Bu uzunca alıntıyı yapma sebebim, yazarın konuyla ilgili pek çok metni kat ederek ulaştığı bir sonucu içermesinden ve onun sıradan olanla neyi kast ettiğini anlatmak açısından önemli olduğunu düşündüğümden. Günlük yaşamda bu kişisel gelişim tadındaki cümlelerle çok sık karşılaşırız, “küçük şeylerin tadını çıkar” dendiğinde mesela sizden istenen, sıkıntınızı gizlemeniz, verili olana razı olmanızdır. “Mutlu yaşayalım” söylemi, olan şeyler olmuyormuş gibi davranalım, kendi bireysel alanımızda kalalım anlamına gelir çünkü sıradanlıkta kaybolmak bir bakıma her şeyi normalleştirmektir, bu sizi hayatta olup bitenin dışına atan bir yaşam dayatmasına dönüşür. Ayrıca, yazarın da bahsettiği gibi bu yaşamak istediğiniz maceraları, sizi mutlu edebilecek şeyleri bir kenara bırakmanız beklentisini içerir. Sağlıklı olmak bir zorunluluğa dönüşür, mutluluk çoğunluğun mutluluğuna uydurulur, fark kaybolur. Böyle bir yaşam sizden her şeyi doğal kabul etmenizi, bir köşede yaşamınızın sonunu beklemenizi talep eder.

Sıradanlıkta yaşamın en küçük ayrıntılarında bile “öylesine” durumu hâkimdir, her soru belli bir anlamı içerirken, her cevap bekleneni karşılamaya yönelik hâle gelir. Bu bağlama, metinden bir örnekle devam edebiliriz, anlatıcı bir telefon alır annesinden ve şu soruyla adeta çarpılır: “Peki, sen nasılsın?”. İlk bakışta bilindik gündelik bir sorudur bu ama sıradanlaştığında, sizden beklenen cevabı tahmin edebilirsiniz ve meselenin gerçekte sizinle ilgili olmadığını da fark edebilirsiniz.

Anlatıcının durumunda bu sorunun anlamı şu cümlelerde karşılık buluyor, “gerçekte sorulan ‘nasılsın?’ değil, ‘iyi bir anne oldum mu?’ sorusu.” Bu soru onun sevgilisinin çocuklarına yönelik olarak karşımıza çıkıyor, soruda bulunan “sen”in iyilik durumu iptal oluyor ve onun dışında bir yere yerleşiyor. Metinde kadının her şeyde gördüğü sıradanlığın fikrimce iyi bir örneği bu. Çünkü sıradanlaşmış hayat, artık neyin gerçekten sizinle ilgili olup olmadığını veya yaşamda karşınıza çıkan bir soruda, aslında beklenen cevabın ne olduğunu bilecek kadar her şeyin bayağılaşmış olduğu bir hayat durumunu ifade ediyor.

Bakım Emeğini Görünür Kılmak

Butler, Lacan’cı “ayna evresinden” bahsederken şuna dikkat çekiyordu “aynaya baktığında kendi başına ayakta durduğunu sanan ve bu zaferinin coşkusunu yaşayan oğlan çocuğunu izlediğimizde, radikal kendine yeterliliğinin coşkusunu yaşarken onu aslında annesinin ya da üzeri örtülmüş bir nesne desteğinin aynanın önünde tuttuğunu biliriz.” Butler’ın bu cümleleri liberal bireyciliğin kendi kendine yeterlilik söylemine dikkat çekiyordu ancak sonrasında kurduğu cümleler başka bir şeyi daha açık ediyor: “Ailenin toplumsal cinsiyetli yapısı sorgulanmaksızın kabullenilir, buna elbette annenin bakım emeğinin üzerinin örtülmesi ve babanın tamamen yokluğu da dahildir.” Adéle Van Reeth’in kitabının yaptığı bir şey de o aynada bebeği tutan, görünmez kılınan elin, açığa çıkarılması bana kalırsa.

Metinde, hamilelik sürecinde etrafındaki sıradanlıktan, kendisine yüklenen biyolojik annelik durumundan, -anlatıcı, üvey çocukları da olduğu için anneliğin biyolojiye indirgenemeyeceğini vurguluyor- içine düştüğü varoluş sıkıntısını yenmek için başladığı yazma çabasından, doğum anında çektiği acıdan, mutluluk getirse bile yaşamın düzeninde sürüp giden annelik rollerinin kadında yarattığı bunalımdan söz edilirken; annenin bakım emeği, o destek olan el de açığa çıkıyor. Bu da bana kalırsa metnin önemli boyutlarından çünkü hem aile kurumunu ve onun etrafında sürdürülmek zorunda kalınan sıradanlığı hem de görünmez kılınan annenin bakım emeğini ortaya çıkarıyor.

Boğulmamak İçin Yazı

Metinde yazar, içinde bulunduğu durumun getirdiği varlık sancısını aşmak için yazıyı uğraş haline getiren bir kadını anlatıyor. Bunun için de ayrı bir çaba gerekiyor çünkü tüm bu işlerin arasında yazmak, sıkıntısını açık yüreklilikle ifade edebilmek kolay olmuyor. O bu durumu Woolf’un “evdeki meleği öldürmek” ve “kendine ait oda” bahsinden yola çıkarak yorumluyor. Woolf’un “meleği öldürmek” olarak tanımladığı durum, yazmasına engel olacak toplumsalın gözünden ve evin yerine getirilmesi gereken yükümlülüklerinden kurtulmayı imler. “Kendine ait oda” ise bir kadının yazabilmesi için kendi çabasıyla, kazancıyla oluşturduğu mekâna gönderme yapar.

Anlatıcının durumunda bunun karşılığı, “hayatta kalmak için öldürmek” anlamına geliyor çünkü onun için yazı, bir varolma biçimi. Bir taraftan yazmayı sürdürmek diğer taraftan tüm o sıradan olarak bahsettiği şeyin yazısına ulaşma isteği, onun için hayatta kalma çabasına dönüşüyor. Ancak bir kadın için gündeliğe dair her şeyi öldürmek çok kolay değil, şu cümleler sanırım onun durumunu ifade edebilir: “Bir yanda sıradanlığa dışarıdan bakma olasılığına sahip, dolayısıyla düşünce aracılığıyla sıradanlığa daha fazla yerleşmek isteyen bir erkek; öbür yanda boğulan ve düşünebilmek için sıradanlıktan kendisini kurtarmayı dileyen bir kadın.” Sonuçta her yerde yazmayı öğrenerek sürdürmenin bir yolunu buluyor. Buradan “meleği öldürmenin” veya “kendine ait bir odanın” bazen işe yaramadığını anlıyoruz çünkü tüm o sorumluluktan, gündelik şeylerin, rollerin evreninden çıkmak zor.

Adéle Van Reeth’in, “Sıradan Hayat” kitabı, Notos Yayıncılık tarafından, Zeynep Bengü çevirisiyle basıldı. Yazı boyunca bahsettiğim gibi yazar bu otobiyografik anlatıda, bir kadının hamilelik süreciyle başlayan; sıradanlığı aşma, kendi varoluşunu bulma, yüklenen rollerin dışında başka bir şey ortaya çıkarma kaygısıyla giriştiği yazma çabasına okuru ortak ediyor. Sonuçta, çocuklar, çoraplar, bebek bezleri, tencereler, bedende büyüyen başka bir yaşam, farklı düşünürlerin felsefeleriyle kesişiyor ve disiplinler arası bir metinle karşılaştırıyoruz.

Kaynaklar

Gardiner, M., (2016), “Gündelik Hayat Eleştirileri”, s. 14, (Çev. Deniz Özçetin- Babacan Taşdemir- Burak Özçetin), Ankara: Heretik.

Butler, J., (2021), “Şiddetsizliğin Gücü”, s. 48, (Çev. Başak Ertür), İstanbul: Metis Yayıncılık.

Beckett, S., (2010), “Godot’yu Beklerken”, s. 103, (Çev. Uğur Ün-Tarık Günersel), İstanbul: Kabalcı Yayınları.

Önceki ve Sonraki Yazılar
EMEK EREZ Arşivi
SON YAZILAR