Adres (Navnîşan): Yasa, dil ve Kafkaesk durumlar

Aram Dildar’ın (2022) “Adres” (Navnîşan) adlı kısa filmi, üniversiteden sonra kendi memleketine atanan bir öğretmenin (Ahmet Akman) atandığı yeri ne resmi kayıtlarda ne de fiziksel olarak bulabilmesinin hikâyesini anlatıyor. Yönetmenin gerçek bir olaydan yola çıkarak anlatıya taşıdığı film, bizi bir yandan bürokratik “tuhaflıklar” alanına sokarken diğer yandan anadil, tanınma, yasa, devlet karşısında birey gibi konular hakkında düşündürüyor.

Kafkaesk unsurlar

Film, alabildiğince geniş bir bozkırda kırmızı bir taşıtın yolda görüntüsüyle başlıyor, öğretmen doğup büyüdüğü köy olan Gundik’e gidiyor. Ertesi sabah da atandığı “Yeşil Köy”ü bulmak için zorlu bir yolculuğa başlıyor çünkü bu yer adeta bir yok yer. Filmdeki bu yok yeri arama bahsi oyuncuyla birlikte izleyeni de birtakım “Kafkaesk” durumların içine sokuyor. Burada “Kafkaesk” kavramını Kundera’nın bahsettiği bağlamda düşünebiliriz, ona göre böyle bir durumda birinci olarak; “bireylerin ne kaçabilecekleri ne de anlayabilecekleri, labirent biçiminde devasa ve biricik kurumdan ibaret bir dünya vardır.” Filmde karakterin kendini içinde bulduğu ilk “Kafkaesk durum” bununla ilişkilenir bana kalırsa çünkü o öncelikle atamasını yapan veya onunla ilişkili olabilecek kurumlarla derdini çözmeye çalışır. Bu bürokrasinin alanına geçiş, filmde kurumlarla meselelerinin çözümünün zorluğunu hissettirir çünkü öğretmenin içine düştüğü hâl bir kurumdan diğer kuruma gönderilmeyi, bürokratik belgelerin içinde kaybolmayı getirir ve sonuçta kendisini derdini çözememiş olarak bulur. Metinde, öğretmenin bu konudaki çaresizliği başka biri tarafından ona söylenen şu cümleye de yansır, “vilayete kaldıysa işin yaş.” Burada “vilayet” kurumlar bürokrasisinin ve devletin temsiline dönüşür. Onun açısından artık “biricik kurumdan ibaret bir dünya” vardır, bu “labirent biçiminde devasa” evrende kendi kaybolurken, Diyarbakır yakınlarında olduğu söylenen “Yeşil Köy” de kaybedilmiştir çünkü film içişleri bakanlığı tarafından 1983 tarihli yasayla ismi değiştirilen; Kürt, Ermeni, Süryani, Arap, Rum köylerine gönderme yapar.

Burada karşılaştığımız şey bizi Kundera’nın “Kafkaesk durum”da tespit ettiği ikinci bağlama getirir ona göre; “Bu Kafkaesk dünyada bürokratik dosya asıl gerçekliği oluştururken, insanların fiziksel varlığı bu dosyadaki bir fişin gölgesinden başka bir şey değildir.” Filmde bir öğretmen vardır fiziksel olarak karşımızdadır, belgede Diyarbakır yakınlarında bir köye atandığı söylenir ve bu belge “bürokratik dosya”nın asıl gerçekliğini yansıtır ama derdini anlatamama veya atandığı köyü bulamama onu “dosyadaki fişin gölgesi”ne dönüştürür. Çünkü aradığı köyün asıl adı kendi köyü olan Gundik’tir. Devletin yürürlüğe koyduğu yasayla köyün ismini değiştirmesi hem öğretmenin gerçekliğini hem de köyün gerçekliğini ele geçirerek öğretmeni bir yok yeri aramaya mahkûm etmiştir.

Yasanın alanında dil

“Biricik kurum” olarak devletin, bireyin varlığını başka şekillerde de aşındırdığına tanık oluyoruz metinde. Mesela anlatının anadille ilişkilenen yanlarında bunu gözlemleyebiliyoruz. Sorununu çözmek için milli eğitim merkezine giden öğretmen, oradaki görevli tarafından arşive yönlendirilir. Merkezde çalışan kişiyle birlikte “Yeşil Köy”ü dosyalarda aramaya girişirler, kendi aralarında Kürtçe konuşurlar ancak bir ayak sesi duyduklarında otomatik bir hareketle Türkçeye geçerler. Aynı zamanda filmin başında aile ile yemek sahnesinde konuşulan Kürtçe de anadilin çoğunlukla ev-içinde kaldığını, kamusal alana veya yasanın alanına geçince ondan uzaklaşıldığını gösterir. Bu durum bir anlamda kamusal alanda ve yasa karşısında dilsiz kalışı sembolize eder. Dilsiz kalış özellikle yasanın alanında geri çekilme ve ifadesizlik olarak tezahür eder ve anlatıda öğretmenin atandığı köyü arayışını imkânsızlaştıran bir yan taşır.

Yasa karşısında kendini tam olarak ifade edememe durumuna Derrida, “Sokrates’in Savunması”ndan yola çıkarak değinir. Sokrates yargılandığı mahkemede Atina sınırındaki bir “yabancı” konumundadır. Düşünür burada meseleyi “yabancılık” konumu üzerinden ele alsa bile bana kalırsa bu bahiste, dilin yasa karşısındaki durumunu filmin meselesiyle birlikte düşünebileceğimiz bir taraf bulunur. Sokrates, “Kendini suçlayan yalancıların aksine doğruyu ve hakikati söyleyeceğini, ancak bunu zarif bir retorikle ve şık bir dille yapmayacağını ilan eder. Mahkemenin söylemine, mahkeme kürsüsüne ‘yabancı’ olduğunu beyan eder.” Sokrates’in yasanın diline yabancılığı onu “hakikati söylese” bile “şık bir dille” derdini anlatamayacağı bir konuma yerleştirir. “Adres” filminin oyuncusu için de benzer bir durumdan söz edilebilir, yasanın alanında, elinde “bir yere” atandığını gösteren belge dışında derdini tam ifade edemez çünkü yasa karşısında egemen dille ifade etme becerisi olsa bile bu dil, derdini “şık” bir şekilde ifade edebileceği bir dil değildir. Aradığı yerin isminin Kürtçe karşılığının egemenin dünyasında yerinin olmaması onu, iyi bildiği topraklarda bir “yabancı” konumuna taşır.

Ayrıca, filmde öğretmenin bir radyo haberinden yasayla köy isimlerinin değiştirildiği bilgisini edindiğine tanık oluyoruz, eğer o bu bilgiyi yasanın alanında (gittiği kurumlar vs.) dile getirse başına ne geleceği belirsizdir. Ki arabası Jandarma tarafından durdurulduğunda, “Yeşil Köy”e öğretmen olarak atandığını kanıtlarken yaşadığı güçlük bunun göstergesidir çünkü onlarda da bu köyün bilgisi yoktur, burada Kürt kimliği de devreye girer ve onu yine yasa karşısında kendini ifade edemediği bir duruma taşır. Baştan beri bahsettiğimiz gibi, aranan yerin adı elinden alınmış ve en azından orada yaşayanlar açısından bir yok yere dönüştürülmüştür. Bu nedenle filmde, hem anadil hem de ezilen bir kimlikten olma açısından yasa karşısındaki konumun, bireyi kendi vatanında “yabancı” konuma taşıdığının vurgulandığı söylenebilir fikrimce.

Vatan/Dil

Burada, köyün adının değişimiyle öğretmenin anadilini özgürce konuşamaması bana kalırsa dil ve vatan arasında kurulabilecek bir bağlantıya da izin veriyor. Çünkü kendi dilinde konuşamayan, köyünün anadilinde ifadesi elinden alınan birey için bu aidiyetin ve yer-yurt duygusunun yara aldığı bir duruma işaret edebilir. Bahsettiğimiz yasa karşısında ifadesiz kalma dışında, dilin vatanı işaret edebildiği de düşünülürse burada bir yurtsuz bırakılma hâlinden de söz edilebilir. Günther Gauss Arendt’e, doğduğu yer ve zamandaki Hitler öncesi Almanya’yı özleyip özlemediğini sorduğunda, Arendt şu cevabı verir: “Hitler öncesi Avrupası mı? Ona hiç nostalji duymadığımı söylemem. Ondan geriye ne kaldı? Ondan geriye dil kaldı.” Bu cümlelerde Arendt’in dille vatan arasında bir özdeşlik kurduğunu görürüz. Burada söz konusu olan toprak olarak değil dil olarak vatandır. “Adres” (Navnîşan) filminde oyuncu için durum biraz daha karmaşıktır yaşadığı yer ve kendisi anadilinde resmi kurumlar tarafından tanınmamıştır, hem doğduğu yer vatanı olarak Gundik hem de anadili yasanın belirlenimiyle yok sayılmıştır. Böylece, öğretmen için anadiliyle kendini ifade edememe durumu, bir anlamda vatansızlıkla ilgili hâle gelmiştir çünkü aradığı yer aslında çok iyi bildiği memleketidir.

Film çoğunlukla, sararmış otların hâkim olduğu, yerin ve gökyüzünün adeta birleştiği, yoldan geçen birkaç taşıt dışında hareketin olmadığı bir mekânda geçiyor. Neredeyse hiç yeşil alanın olmadığı bu bozkır görüntüsü bir yandan öğretmenin hikâyesiyle birlikte kayboluş fikrini beslerken diğer taraftan mekânın görüntüsünün aksine “Yeşil Köy” arayışı bana kalırsa metnin Kafkaesk tuhaflıklarla beslenen anlatısını destekliyor. Yeşil olmakla ilişki kurmaya izin vermeyen mekân kullanımı belki de şunu fısıldıyor; varlığa yerleşmeyen, ona yasa yoluyla iliştirilmeye çalışılan şey çorak bir toprağın oraya ekilen bitkiye izin vereceği kadar yeşerir. Bu nedenle dili elinden alınanın vatanla ilişkisi de tıpkı bitkinin durumunda olabileceği eksik, meyvesiz ve kendini evinde hissetmediği için tam olarak yeşeremediği bir varlık durumunu getirecektir. Tıpkı bozkırın ortasına adını “Yeşil Köy” koyduğunuz için bir köyün yeşil olmasını sağlayamayacağınız gibi çünkü yer isimleri öylesine ortaya çıkmaz orada yaşayanların, kültürel edimleri, geçim pratikleri, ritüelleri, inançları, coğrafi özellikler gibi pek çok faktör bir mekânın isminin ne olduğunun belirlenmesinde önemlidir. Bu nedenle bir yerin isminin değiştirilmesi basit bir şey değildir, hem oranın yaşayanlarının belleğine yasa yoluyla müdahale etme hem de onların varlığını tanımama anlamı içerir.

Aram Dildar’ın (2022) yapımı Adres (Navnîşan) filmi bana kalırsa yazı boyunca bahsettiklerimizi düşündürüyor. Özellikle kurabildiğimiz dil-vatan bağlantısı, yasanın alanında anadilinde ifadenin yokluğunun getirebileceği sıkıntılar, bürokratik tuhaflıklar ve bireyin varlığına, belleğine yasa yoluyla müdahale bana kalırsa metni üzerinde düşünmeye değer kılıyor ve ayrıca gündemimizden düşmeyen anadil meselesine bir de filmin açısından bakma şansı buluyoruz. Filmin şu an MUBİ’de gösterimde olduğunu da hatırlatalım.

Kaynaklar

Cassin, B., (2018), “Nostalji, ‘İnsan Ne zaman Evindedir’”, (Arendt alıntısı için bknz. S. 70), (Çev. Seçil Kıvrak), İstanbul: Kolektif Kitap.

Derrida, J., Dufourmantelle, A., (2020), “Davet, Konukseverlik Üstüne”, s. 32-44, (Çev. Aslı Sümer), İstanbul: Metis Yayınları.

Lövy, M., (2018), “Kafka ‘Boyun Eğmeyen Hayalperest’”, s. 136, (Çev. Işık Ergüden), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Önceki ve Sonraki Yazılar
EMEK EREZ Arşivi
SON YAZILAR