EMEK EREZ
Aşırılık çağında olan biteni kaçırma korkusu
EMEK EREZ
Daha fazlasını istediğimiz, daha fazlasını tükettiğimiz, daha fazlasını bilmemiz gerektiğini düşündüğümüz, daha çok deneyim yaşamaya çağrıldığımız bir dünyada yaşıyoruz. Yaşamlarımız “daha fazlasını iste” diye bağıran reklam panolarının hâkimiyetinde ve tüketmezsek var olamayacağız hissini besleyen seçeneklerle çevrilmiş durumda. Ayrıca, bireyciliği besleyen, sistemin sorunlarını kendi eksikliklerimize indirgeyen, mutluluk formülleri veren kişisel gelişim cümleleri havada uçuşuyor.
Svend Brinkmann, “Olan Biteni Kaçırma Keyfi ‘Aşırılık Çağında Kendine Hâkim Olmak’” kitabında bu bahsettiklerimizi; politik, psikolojik, etik, varoluşsal, estetik boyutuyla tartışmaya açıyor. Ona göre; “tür olarak, davetiyelere, ayartmalara, seçimlere ve özel fırsatlara dayanan bir kültürel zemini, ekolojik nişi olan bir toplum yarattık ve kendini tutma, hayır deme ve bir şeylerin dışında kalma sanatını nadiren icra ediyoruz” çünkü yaşadığımız kültür bize hep bir şeyleri kaçırıyormuşuz gibi hissettiriyor, “dışında kalmak”, “hayır demek” bu nedenle varoluşsal bir krize sebep oluyor ve başkasıyla ilişkimizden, yaşamda var kalma çabamıza kadar her şeyde belirleyici hale gelerek, “olan biteni kaçırma korkusu”nu besliyor.
Bireysel Değil Politik
“Olan biteni kaçırma korkusu” öncelikle politik çünkü kolektif yaşamı, başkasıyla ilişkiyi ve dünyanın yaşadığımız sistemden kaynaklı krizlerini etkileyen bir yanı var. Bu kültürün sınır tanımazlığı bizi sonsuz bir döngüye sokuyor, daha fazla çalışıyoruz tek başına edimlerimiz hiçbir zaman yeterli olmuyor, devamlı kendimizi geliştirmeye zorlanıyoruz çünkü hep eksik hissettiriliyoruz. Sistemin taleplerini karşılamak için hem kendimizi hem de dünyayı tüketen varlıklara dönüşüyoruz. Mesela, öğrenme sürecinde bir çocuk sadece derslerinden sorumlu tutulmuyor, bir spor dalında veya herhangi bir müzik aletinde de iyi olması bekleniyor, sürekli “gelişim” talep ediliyor sadece edimlerimiz anlamında değil kişisel anlamda da.
Brinhmann’ın cümleleriyle söylersek, “gemi azıya almış bir gelişim kültüründe yaşıyoruz; ne freni var ne de dizgini.” Yazar böyle bir yaşamın sürdürülebilir olmadığına dikkat çekiyor ve bunun sadece bireysel alanı ilgilendiren bir mesele olmadığını vurguluyor. Zira Antroposen çağının etkileriyle yaşarken gezegenimizi de kapsayan daha sürdürülebilir bir hayat için çabalamak gerekiyor. Bize dayatılan “gelişim kültürü” Bauman’ın ifadesiyle söylersek “akışkan” bir tüketim kültürünün parçası olmak anlamına geliyor. Düşünürün kredi kartlarının yaşama girmesiyle değişen tüketim alışkanlıklarını vurgulamak için kullandığı bu kavram, “çağa ayak uydurabilmek için akışkan” olma durumuna gönderme yapıyor. Böyle bir kültür tüketim odaklı yaşamı getiriyor ve sadece bireyi değil dünyayı da tüketiyor.
Brinkmann bu bağlamda 2011 tarihli bir makalenin şu cümlelerini alıntılıyor; “sanayi toplumunun kendisinden önce gelen tarım topluluklarından dört-beş kat fazla enerji kullandığı; tarım topluluklarınınsa kendilerinden önce gelen avcı-toplayıcı kültürlerden dört-beş kat fazla enerji kullandığı yazıyordu…” Bu durum uygarlığın gittikçe daha fazla enerji kullandığına, dolayısıyla “gelişim kültürü” etkisini gösterdikçe enerji tüketiminin de arttığına işaret ediyor ve bu meselenin sadece bir boyutu. Bu nedenle Brinkmann eğer bir sınır belirlenmezse sadece iklim değişimi gibi sebeplerle değil tüm bu krizlerin getireceği eşitsizlik nedeniyle de yaşamın zora gireceğini düşünüyor. Bu meselelerin sorumluluğu bireye yükleyen kişisel gelişim kültürüyle çözülemeyeceğini bu nedenle kolektif-politik bir bakışla ele alınması gerektiğini ve gecikmeden sürdürülebilir yaşam için, “daha fazla, daha fazla, daha fazla” kültürünün terk edilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Çünkü ona göre, “endüstriyel dönemde sınırlandırıcı etkisi olan itidali ve ertelenmiş tatmini yücelten kültürel birikim tamamen kaybolmuş vaziyette.” Şimdinin iyi vatandaşı ne kadar tasarruflu olduğuyla değil ne kadar tükettiğiyle belirleniyor, tatmin olmayan, sınırsızca tüketen ve hevesini hiç kaybetmeyen bir vatandaş bu ve olup biteni, yeni çıkanı kaçırma korkusuyla hareket ediyor. Kitap, bunun tam tersi bir yaşamı öneriyor ama bunu yaparken dikkat edilecek hususlar var.
Tuzaklardan Sakınmak
Mesela bunlardan biri, “seçkincilik tuzağı”: “Varlıklı ve ayrıcalıklı insanların, başkalarını kontrol altında tutmak için (sözüm ona) tasarruf veya kesinti ihtiyacından bahsettiği durumları ifade ediyor.” Bu tuzak, yoksullara “porsiyon küçültme”yi salık vermek veya çocuğunu organik meyve ve sebzelerle beslemediği için yoksul bir anneyi suçlamak şeklinde karşımıza çıkabiliyor. Yazarın dikkat çektiği gibi, zenginlerin daha fazla vergilendirilmesi önerildiğinde hiç sesi çıkmayanların yoksullara bakışını gösteren bu “seçkinci tuzak”, olayı bireysel eylemlere indirgiyor ve hem eşitsizlik dinamiklerini hem sistemi görünmez kılıyor böylece, meseleyi politikanın dışına atan bir bakış açısı getirmiş oluyor.
Bu nedenle kitabın “daha azını” talep et düsturunu ve getirdiği çözümleri iyi anlamak gerekiyor çünkü Brinkmann’ın yapmaya çalıştığı şey, “olan biteni kaçırma korkusu”nu yaratan nedenleri ortaya koymak ve bunu olabildiğince bireyin alanından çıkararak kolektifin ve politikanın alanına taşımak. Ona göre: “Toplumsal sorunların politik yollarla çözülmesi ve bireysel seviyeye indirilip özelleştirilmemesi gerekir.” Yazar bu nedenle meselenin politik boyutunu tartışırken, “daha azına razı ol”, “sade ve basit yaşam” gibi söylemleri de tartışmaya açarak, altlarında gizlenmiş kapitalist tüketim biçimlerini deşifre ediyor ve bizi buna karşı kolektif-politik bir tavır almaya çağırıyor. Ayrıca, tüketim biçimlerinin dayattığı sınırsızlığın özgürlük olmadığını çünkü özgürlüğün dayanışma da içermesi gerektiğinin altını çiziyor.
Varoluşsal Boyut
Meselenin varoluşsal boyutunu Kierkegaard’un “temiz kalplilik, tek şey istemektir” cümlesiyle tartışıyor Brinkmann ve düşünürün sonrasında söylediği şu cümleye dikkat çekiyor: “Eğer insanın tek bir şey isteyebilmesi mümkünse, o halde iyiyi istemelidir.” Tek şey istemek elbette sorunludur çünkü kimin ne istediğine göre değişkenlik gösterir mesela, bir diktatör “tek şey” istediğinde bu birçok olumsuzluğa sebep olabilir. Brinkmann’ın işaret etmeye çalıştığı şey “tek bir şey” istenecekse bu “iyiyi” istemek olamaz mı sorusunu tartışmaya açmak. Bu ödül beklemeyen bir iyilik ve başkasını da işe dahil ediyor örneğin, bir arkadaşımıza iyilik yaptığımızda ondan bir karşılık beklediğimiz için değil iyi olan o olduğu için yapmak, ödülü veya cezayı düşünmeden hayatta bir varoluş biçimi olarak “iyi ve temiz kalpli” kalma çabası vermek gibi…
Kitapta bu konuda şu örneğe yer veriliyor, “İkinci dünya savaşı sırasında Naziler tarafından gözaltına alınıp ölüme mahkûm edilen kişilerin sevdiklerine yazdıkları mektuplar toplanmış. Mektupların birinde, önünde koca bir hayat olması gereken genç bir Alman, ebeveynlerine, SS’e katılmaktansa ölmeyi yeğlediğini açıklıyor. O zamanlar totaliter toplumda Nazi sistemine katılma baskısına karşı koymanın cezası ölümdü…” Buradaki Alman gencin tutumu “iyiyi seçme” bahsiyle ilişkileniyor. Önünde duran uzun hayata karşı ölümü seçmek, bir karşılık beklemeden kendinden vermek anlamı taşıyor ve yazarın bahsettiği varoluş biçimi olarak “temiz kalpli olmak ve iyi olmak” bahsiyle kesişiyor.
Böylece, seçip tüketmenin alanından “değer verme”nin alanına geçiyoruz. “Gelişim kültürü” çokça seçenek arasından sürekli seçim yapmayı getiriyor, bu sadece şeyler için değil başkasıyla ilişkimiz, arkadaşlıklarımız, sevgililerimiz gibi pek çok alanda geçerli hale geliyor. Böyle bir seçme biçimi değer vermenin gerektirdiği zamanı içermediği için konu yine tüketimle ilgili bir boyuta taşınıyor. Çünkü yazarın ifadesiyle değer vermek, “zamanla olan, hayatınızı yaşama biçiminizin ve kimliğinizin parçası haline gelen -bir başka deyişle, bir nevi temiz kalpliliğe ulaştığımızda olan- bir şeydir.” İçinde yaşadığımız kültürün bizden çaldığı şeylerden biri bu çünkü sürekli daha fazlasını isteyip, sınırsız seçenekler içinde kaybolduğumuz bir ortamda neyin derin ve değerli, neyin varoluşsal anlamı olduğu sorusunun pek kıymeti kalmıyor.
Ekonomik Anlayış
Brinkmann’a göre, “modern toplumun bilimsel belkemiğini oluşturan ekonomik anlayış, insanlığa dair bambaşka bir bakış açısına dayanır: Hepimizin hep daha fazlasını isteyen ve yalnız kendine faydası olan şeyleri yapan yaratıklar olduğumuz görüşü.” Bu görüş bizi etikten yoksun varlıklar olarak tahayyül eder çünkü buna göre insan başkasıyla ilişkisiz sadece kendini düşünen bencil bir türdür. Evet, insanın bencil olabildiği durumlar vardır ancak bu her zaman böyle değildir. İnsan varolmak için başkasına ihtiyacı duyar ve bu ilişki ağları oluşturur. Brinkmann bu ağların sürmesi için “kendine hâkim olma sanatı”nı öğrenmenin zorunluluk olduğunu düşünüyor çünkü ona göre: “Sırf kendi fikirlerimizi çok parlak bulduğumuz için her zaman bizim istediğimizi talep edemeyiz. İhtiyatlı olmayı, başkalarını dinlemeyi, hatta bazen kendimizi geri planda tutmayı öğrenmek zorundayız.”
Modern toplumun ekonomik bakış açısı, türümüzü başkasına yüzünü dönen etik dışı varlıklar olarak kurmak için farklı yöntemler devreye sokuyor, kitapta söylendiği gibi: “Bugün proaktif ve kendine güvenli olmamız ve kişisel gelişim kitapları okuyup kişisel gelişim kurslarına katılarak sürekli gelişmemiz bekleniyor.” Yaşam koçları, her konuda uzmanlar, mutluluk parmağının ucunda söylemiyle insanı bireyci ve bencil bir varlığın alanına konumluyor. Yaşadığımız zamanda bunlardan kaçış kolay değil ancak insan tek başına bir varlık değil ve bu onu başkasına ve dünyaya karşı etik tavır almaya yükümlü kılıyor.
Svend Brinkmann’ın “Olan Biteni Kaçırma Keyfi ‘Aşırılık Çağında Kendine Hâkim Olmak” kitabı, İletişim Yayınları tarafından Mercan Yurdakuler çevirisiyle basıldı. Kitap, tüketim kültürü eleştirisi gibi görünse de meselesini ekonomi, politika, psikoloji, etik, varoluş, estetik gibi farklı alanlarda tartışarak, “aşırılık çağı”nda içinden çıkılmaz gibi görünen sorunlara çözüm getirmeye çalışıyor. Bana kalırsa kitabın tartışmasını bireysel alandan çıkarıp kolektif boyuta taşıması da önemli.