Zeytinler, çamlar, yıkım ve anlam

EMEK EREZ


Akbelen’de direnen kadınlardan İlkay Demir, “Çamlarım hiç acımadan gözümün önünde cayır cuyur kesildi. Zeytin ağaçlarım bana ağlıyormuş gibi bakıyordu. Çamların kokusuna doyamadım, kuşlarım cıvıl cıvıl etti, böceklerim cıgıl cıgıl yaptı” diyor. Burada başka bir ilişki biçimi görüyoruz, yaşamın doğayla iç içe geçtiği yerde bir kadının dostlarını kaybetmesinin getirdiği hüzün verici bir çığlık bu. Evi ormanın içindeymiş İlkay Demir’in, şimdi karşısında yıkılmış ağaçlardan kalan bir mezarlık var. Birlikte yer yurt edindikleri topraklarda, kuşlarla, ağaçlarla, böceklerle ortak mekânlarının, Türkiyeli devlet ortaklı kapitalist şirketler eliyle yok edilmesinin getirdiği keder var. Bunu öfkeye dönüştürüp direniyor. Çünkü Rousseau’nun da ifade ettiği gibi; “doğanın tasarladığı gibi yaşayanlar, bizzat yaşama farklı bir şekilde değer verirler.” Bu nedenle İlkay Demir’in cümleleri öylesine değil, o yaşadığı yerin yıkımına bakarken başka türlerin acısıyla kendi acısı arasında bağ kurabiliyor, ekolojik kırımın sadece onun yaşamıyla ilgili olmadığını biliyor ve insan-doğa arasında genellikle karşıtlıkla kurulan anlatıyı da bir anlamda yerinden ediyor.

Ağaçlar Tanrıyken

İnsan türünün ağaçlarla ve doğadaki başka varlıklarla ilişkisi çok eski zamanlara dayanıyor. Her ne kadar doğanın insan-yanlı dönüşümünün başlangıcı kabul edilen Neolitik Dönemden beri bu ilişkinin kötüye gittiğini inkâr edemesek bile; insanın ağaçlara tanrısal anlam yüklediği, başka bir ilişki kurduğu zamanların olduğunu da yadsıyamayız. Deniz Gezgin’in, “Bitki Mitosları” (2021) kitabında çam ağacı ile ilgili değerlendirmelerde bunu görebiliyoruz, mesela; “Antikçağda Hamadryadlara (ağaç nymphaları) adanmış bir çama zarar vermek büyük bir günahtı. Trakyalı Paraibos’un babası böyle bir günah işlemiş, Hamadryadlara (ağaçlarda yaşadığı düşünülen mitolojik varlık) ait bir çamı kesmişti bu sebeple o ve oğlunun büyük bir yoksullukla cezalandırıldığı anlatılagelmiştir.” Çam ağacını kesmenin cezasının “yoksulluk” olması tesadüf müdür? Sadece o zamanı değil şimdiyi de düşünürsek, ormansızlaşmanın hüküm sürdüğü, her yıl binlerce ağacın yok olduğu bir dünya, ( mesela, 2022 yılı verileri, yaklaşık 41 bin km2 sadece tropikal yağmur ormanının yok olduğunu ortaya koyuyor) yoksullaşmanın, nefes alma imkânının kalmadığı bir yere dönüşecektir. Bahsettiğimiz sadece insan için değil elbette, orman; ağaçlara, kurda, kuşa, böceğe belki de elimizden kurtulmuş, gizemini hâlâ koruyan, bilmediğimiz onlarca türe yer yurttur, besin kaynağıdır her varlığın dünyanın doğal düzeni içinde anlam bulduğu bir ekosistemdir. Bu nedenledir ki anlatıda Hamadryadlara yurt olduğu düşünülen çamın kesilmesi ceza sebebi olmuştur. Şimdilerde kapitalist şirketlerin makineleri ormanların içine dalıyor, yeryüzünün bedenine, onun yaşayanlarına müdahale ediyor ama cezasızlığın hüküm sürdüğü, kurumların şirketlerin ve devlet yöneticilerinin denetiminde hareket ettiği bir ortamdayız, doğa talanı belki de hiç olmadığı kadar cezasız artık, onları koruyacak kutsal varlıklar da yok.

Karşılıklı Dayanışma İlişkisi

İnsan türü için binlerce yıllık anlam ağaç, ondan faydalandığı için önemli olan bir nesne değil her zaman, öyle olsaydı ağaçlar hakkında bunca anlatı nasıl oluşurdu. “Yunan mitolojisinde çobanların ve sürülerin tanrısı olan Pan çoğu zaman çam dallarından bir taç takardı veya elinde çam dalı taşırdı” diye anlatılır mıydı hikâye? Veya “Yunan tıp tanrısı Asklepios’un sembollerinden biri çam kozalağı” olur muydu? Tüm bu anlatılara kesin anlamlar yükleyemeyiz ama şunu düşünebiliriz, çobanları ve sürüleri korumak için ağaca yüklenen kutsal anlam tesadüf değildir bu; ona güvenmek, varlığının devamı için onun yardımına ihtiyaç duymak anlamını taşır. Yine tıp tanrısının kozalakla ilişkisi türümüzün sağlıkla ilgili belleğinin bir yansıması değil midir? Bir açıdan insan yanlı olarak da değerlendirilebilir bu bakış, bir çam ağacının kendi başına varlığı zaten kıymetlidir ama belki onlara yüklenen kutsiyet, onlardan beklenen zor durumlarda dayanışma, buradaki karşılıklı bir ilişkinin göstergesi olarak da yorumlanabilir.

Binlerce Yıllık Anlamın Yıkımı

Akbelenli İlkay Demir’in “ zeytin ağaçlarım bana ağlıyormuş gibi bakıyordu” cümlesindeki zeytinlerin de insan türünün anlam dünyasında binlerce yıllık karşılığı var ve bitki mitolojisinde onunla ilgili pek çok farklı anlatıyla karşılaşıyoruz. Yine “Bitki Mitosları” (2021) kitabına baktığımızda, öncelikle “ölmez ağaç” olarak tanımlanıyor zeytin, “Akdeniz’in batısında binlerce yıl öncesine tarihlenen fosilleriyle kendi tarihini toprağa kazır. Zeytin Akdeniz’in ilk evcilleştirilmiş aşılı ağaçlarından biridir” diye anlatılıyor hikâyesi. Ayrıca, “Yunan mitolojisinde zeytin her ne kadar en çok Athena ile anılsa da (Athena, Atina’ya zeytini hediye eder ve onu işlemeyi öğretir) onun bir temsilcisi de barış tanrıçası Eirene’dir.” Zeytin ağacı pek çok anlatıda “ölmez” oluşuyla yaşamı temsil ederken bizim kültürümüzde de çok karşılaştığımız anlamıyla barışı simgeler.

Bu nedenle Modern sanayi uygarlığının, bilim-tekniğin ve kapitalizmin geldiği aşamada içinden çıkılmaz hale gelen tüm bu sürecin, dünyada bir arada yaşayan türleri yok etmek üzere olduğu düşünülürse, zeytin ağacını katletmenin sadece simgesel anlamda değil, gerçek anlamda da yaşamı ve barışı yok ettiğini söylemek yersiz olmayacaktır.

Her ne kadar türümüzün edimlerinin dünyanın yıkımında payı olduğunu söyleyebilsek de insan anlam yaratan bir türdür, yukarıda çok kısaca bahsettiğimiz anlatılarda ağaçlara yüklenenler durup dururken ortaya çıkmamıştır. Doğayla ortak bir geçmişin, karşılıklı etkileşimin, yardımlaşmanın, onunla birlikte var olan belleğin yansımasıdır. Bu nedenle doğa varlıklarının, çamların, zeytinlerin yok edilişi sadece yoksullaşmayı, yerinden-yurdundan olmayı, nefessizliği getirmiyor aynı zamanda insanın yarattığı anlam dünyasını da etkiliyor. Bu anlam evreni, tek başına bir türün zihniyle ilişkili olmaktan çok, onun dünyayı ve türlerini yorumlama biçimiyle ilişkileniyor, onu yorumlarken kurulan anlatılar bu nedenle türümüzün doğayla ilişkisinin oldukça aşındığı böyle bir zamanda bile bize bir şeyler anlatabiliyor. Ancak, kapitalizmin dayattığı yaşam reddedilmezse, doğa varlıkları tek tek nostaljik imgelere dönüşürse, sadece kapitalizm kaynaklı krizler tepe noktaya ulaşmayacak, o her şeyi yapan-eden tür olarak tarihsel hikâyesini yazan insan muhtemelen, hiçliğin ortasında, yıkık bir zihinle varlık çabası verecek.

Şimdinin “Papalagiler”i

Tüm bunlar aklıma Scheurmann’ın “Göğü Delen Adam”ını (2010) getirdi. Bir Samoa yerlisi olan Tuiavii’nin ağzından Samoa’ya gelen misyonerlerin yaşama bakışıyla, yerlilerin bakışının nasıl farklılaştığının anlatıldığı bu metin, teknolojinin ve modern dünyanın eleştirel gözle değerlendirildiği bir anlatı sunar. Samoa’ya ilk misyoner bir yelkenliyle gelir ve yerliler bu yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördükleri için ona “papalagi” adını verirler, anlamı “göğü delen adam”dır. Bununla modern teknolojinin ulaştığı yere gönderme yapar kitap, “beyaz adam” göğü delerek çıkıp gelmiştir, onlar için doğayla ilişkili bir anlamı da olan “Büyük Ruh”ta açılan bir deliğin temsilidir bu belki de çünkü “beyaz adam”, her şeyi makinelerle delebileceği bir zamana doğru dönmüştür yüzünü… Samoalı Tuiavii’nin notlarından çıkan bu metinde o, “Papalagi”nin şeylerinden bahseder, onun için anlam sadece bu şeylerle belirlenir, olmadık ihtiyaçlar yaratarak onlara muhtaç hale gelir. “Büyük Ruh”un, ondan gelen huzurun farkında bile değildir çünkü hayattaki anlamı “şey” olanın kendisi de şeyleşir. Kapitalizmin yapmaya çalıştığı da biraz budur bana kalırsa, doğada ne varsa bir nesneye, satılabilir bir şeye dönüştürmek, kendi varlığının devamı için işlevselleştirmek ve insanı şeylere muhtaç tüketicilere indirgeyerek varlığını, anlamını ondan çalmak.

Bugünün “papalagi”leri şirketlerle kol kola dünyayı ateşe atan, sömüren, yöneticiler, patronlar ve şirket destekli uzmanlar olarak düşünülebilir bana kalırsa. Zamanımızda “Papalagiler”in teknolojisi epey “ilerledi”, kapitalist makinelerin dünyanın yaşayanlarını “şeye” dönüştürme çabası bazen kesim motoru olup ağacın bedenine dalıyor, bazen toprağı kazıyan bir araca dönüşüyor, bazen de militarist bir anlam kazanıp doğanın, insanın yaşam alanlarını yok eden bir silaha dönüşüyor. Göğü deliyorlar, toprağı kazıyorlar, yaşamı her gün farklı biçimlerle yok ediyorlar ve bunu araçsallaştırdıkları teknolojiyle yapıyorlar. Yoksulların başına bir felaket geldiğinde hiçbir yerde göremediğimiz makineler, konu patronların bir yeri talan etmesi olunca ortaya çıkıveriyorlar. Kısacası, Samoa yerlilerinin “Büyük Ruh” olarak adlandırdıkları yaşamla, huzurla ilişkili ne varsa, her gün başka şekillerde öldürüyorlar.

Ama tüm bunlara rağmen Akbelen’de, İkizköy’de Limak gibi şirketlere karşı, Dikmece Köyü’nde TOKİ’ye karşı, zeytin ve çam ağaçları için direnenler var, onların cümlelerini de aktardık, görüyoruz ki o yıkılmaya çalışılan anlam, insan ve doğa varlıkları arasındaki o binlerce yıllık ilişki, farklı şekillerde devam ediyor. Hâlâ kendilerini yeryüzünde tanrı sanan patronların ve politikacıların varlığına karşı; zeytinle ağlayan, çamı koklayan, kurdun kuşun yuvasını düşünenler var. Onlar varsa her şeyin sonunda olmadığımızı da düşünebiliriz belki ama kapitalizm kaynaklı krizler çağında, yaşamın kıyısında durduğumuzu da yadsıyamayız. Bugün doğayla kurduğumuz ilişkinin binlerce yıllık anlamını hatırlamazsak, yarın tutunduğumuz o kıyının da yok olabileceğini düşünmek uzak bir ihtimal değil. Bu nedenle ertelemeden, şimdi olduğumuz şey neyse ondan çıkıp ağaçların yasına ortak olma, en azından hâlâ yaşayan yerin bir ucundan tutma zamanı fikrimce.

Kaynaklar

Gezgin, D., (2021), “Bitki Mitosları”, s. 86-92, 318-319, İstanbul: Pinhan Yayıncılık.

Neiman, S., (2006), “Modern Düşüncede Kötülük: Alternatif Bir felsefe Tarihi”, s. 244, (Çev. Ayhan Sargüney), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Scheurmann, E., (2010), “Göğü Delen Adam”, (Çev. Levent Tayla), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

İlkay Demir için bknz. https://twitter.com/dw_turkce/status/1686765046192304129?s=20

Önceki ve Sonraki Yazılar
EMEK EREZ Arşivi
SON YAZILAR