Yabancılık sadece bireysel varoluş meselesi mi?

EMEK EREZ


MUBİ’nin Ömer Kavur yapımlarını tekrar yayımlamasıyla bugünlerde yönetmenin filmlerini tekrar tartışıyoruz. Kavur’un filmografisinde senaryosunu kendisi yazdığı için farklı yanlar içeren, bu açıdan belki de onun en kişisel filmi olan “Gece Yolculuğu” da bu kapsamda gösterimde.

“Gece Yolculuğu” uzundur birlikte çalıştıkları sezilen Ali (Aytaç Arman) ve Yavuz’un (Macit Koper) yeni film için mekân arayışlarıyla açılıyor ve Yavuz’un yazdığı senaryoya uygun yerleri keşfetmeleriyle devam ediyor. Ali’nin filmin başından itibaren sessizliği ve hevessizliği dikkat çekerken, Yavuz ile ilişkisinde çoğu zaman onun sorularına bile yanıt vermediği bir duruma tanık oluyoruz. Ali içine dönük ve etrafında olup bitenin uzağında yaşıyormuş hissi veriyor izleyiciye.

Filmin başlangıç sahnesi

Mekân sorunu mübadele ile göç etmek zorunda kalan Rumlardan kalma terk edilmiş bir köyün (Kayaköy) bulunmasıyla çözüldüğünde iki arkadaş İstanbul’a geri dönmek için yola çıkıyor, yolculuk esnasında Ali ve Yavuz arasında bir yüzleşme gerçekleşiyor ki bana kalırsa filmin başlangıç sahnesi burası. Ali içinde bulunduğu durumdan, yaptığı işten memnun değil ve bu nedenle Yavuz ile aralarında film yapmanın anlamının ne olduğunun sorgulandığı bir diyalog başlıyor.

Ali, çevre tarafından belirlendiği bir ortamda, yapımcılar veya starlar için film yapmaktan rahatsız olduğunu dile getiriyor çünkü ona göre film yapmanın başka anlamları olmalı bunu serzenişinden anlıyoruz. Burada bir ideale yerleşememe durumu gözleniyor. Genel olarak uyumsuz bir karakter olarak da yorumlayabileceğimiz yönetmen için düşüncesinde olan ile verili olan arasında kalmanın sıkıntısı bu sahnede belirginleşiyor. Onun açısından çektiği filmin “kimin için” olduğu önemli hâle geliyor çünkü hissettiği kendi cümleleriyle şöyle:

“Ne köy oluyor ne kasaba yaptığımız işten farkında değil misin? İnsan kendi duygularını, düşüncelerini açığa vuramıyor. Hep beklentilere hizmet ediyor, ortaya kişiliksiz işler çıkıyor. En kötüsü insan kendini sınayamıyor.” Burada toplumun, devletin, yasanın belirlediği idealle kendi ideali arasında sıkışmanın yansımasını görüyoruz çünkü insanın içine yerleşemediği yer sıkıntıyı beraberinde getirir, böyle bir durumda aidiyetsizlik hissi belirginleşir, ait hissetmediğiniz yerde varlık imkânı bulamadığınız gibi çevrenize, yaptığınız işe yabancılaşır dünyaya dair hevesinizi kaybedersiniz. Bana kalırsa Ali’nin durumunda sezdirilen böyle bir hâl ve bu bir çeşit “varoluşsal yabancılığa” sebep oluyor.

Yabancılık

Colin Wilson, “Yabancı” (2018) adlı kitabında bulunduğu ortama, dünyaya yabancılaşanın tutumundan söz ederken şuna dikkat çekiyordu, içinde bulunduğu yere ve konuma yerleşemeyen yabancının varlık sorusu “ben kimimi aşarak dünyada ben kimime dönüşüyor.” Yani burada bireysel varlık sorusu aşılıyor ve dünyada varlık olmak da işin içine giriyor. Tekrar Wilson’ın cümlelerine başvurursak, “yabancı” için sorun: “hayatlarındaki gerçekdışılık hissidir. Acı vermeye başladığı noktada hayatın gerçekdışılığını şiddetle fark ediyor ama acının kaynağını bulamıyorlar. Uzun süredir hasta olan biri gibi, sıradan dünyanın gözlerinden düştüğünü görüyorlar. Yaşamak kâbusa dönüşüyor. Ekran karardığı anda sinema perdesi ortaya çıkıyor. O âna dek umut ve arzularını tekrar yansıtmışken birdenbire sinema salonunda olduklarını fark ediyorlar. Soruyorlar: ‘Kimiz biz? Burada ne yapıyoruz?’”

Ali karakterinde gördüğümüz o anlık vazgeçişte bu bahsedilenin izini sürebiliyoruz. Yaşadığı verili gerçeklik onu tatmin etmiyor ve bu hâl onu gerçeğin -belki buna ona sunulan hayatın da diyebiliriz- dışına itiyor. Çünkü yaşadığı yerde başka bir hakikatin sürüp gittiğini bilen bir karakter Ali ki Wilson’ın bahsindeki yabancılığın bir boyutu da yaşadığın dünyaya müdahil olamamakla, değiştirememekle, farkındalıkla ilişkileniyor bu nedenle böyle bir yabancılık durumunda yapılan şey birdenbire anlamsızlaşabiliyor.

Ali’nin içinde bulunduğu ortam bu nedenle hem kendi gerçekliğiyle hem de yaşadığı zamanın gerçeğiyle çelişiyor ve Wilson’ın bahsettiği, acının kaynağındaki o farkındalık ânına ulaşıyor, “ekran kararıyor ve sinema perdesi ortaya çıkıyor”. Bundan dolayı filmde, Yavuz’un “iyi bir film yapacağız, önemli olan bunu gerçekleştirmek” ifadesindeki hedef, bir yanıyla Ali için gerçekdışı boyuta taşınıyor çünkü orada kendini göremiyor, idealinde olana yerleşmek, “sınanmak” istiyor. O, daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, “kimin için?” ve “ben kimim, dünyada ne yapıyorum?” sorusunun kesiştiği bir yerde konumlanıyor.

Geçmişe dönen yüz

Yavuz’un gidişinden sonra kamerasının yönünü rastgele anlara çeviriyor Ali. Yaşamın içine kendi gözünden sızmak, serzenişte bulunduğu yapımcıların uzağında kendi yerini bulmak ve belki de toplumsal denetim mekanizmaları tarafından belirlenen kameranın yönünü değiştirmek için çaba veriyor. Mübadeleyle boşatılmış artık yaşamayan Rum köyü (Kayaköy) Ali’nin kendisiyle, geçmişiyle yüzleşme çabasına giriştiği mekân oluyor. Burada köyün yıkıntılarıyla, yalnızlığıyla kendisininkini kesiştiriyor belki de. Ama onunki tercih edilmiş bir yalnızlıkken köyden göç etmek zorunda kalanların mekânda hissettirdiği zorunlu yalnızlık, bu kesişmeye çok da izin vermiyor.

Filmin mekân seçimi anlatının yüzünü geçmişe dönük hâle getirmek için işlevselleştirilmiş ve Ali’nin kendi belleğiyle, yüzleşme çabasıyla kolektif hafıza ortaklaştırılmış fikrimce. Bu geçmişe dönüklük, Ali’nin köyde rastladığı yaşlının anlattıklarıyla (Osman Alyanak) belirginleşiyor. Karakter bahsediyor, Rum-Türk ayırmadan tedavi eden hekim Aleko’dan, Sokrat’tan, Pedromos’tan, Stella’dan… Devletin bu mekânı turizmleştirme çabasından ve ardından şu soru geliyor, “bakanlık bunları bilebilir mi?” Burada resmi tarih anlatıları ile yaşanana tanık olanın, dostlarını uğurlamak zorunda kalanın hissettiği arasında derin bir yarık oluşuyor. Bakanlığın bilmediği şey artık bu mekânın gidenleriyle birlikte yaşamayı bıraktığı. Çünkü gidenler dönmüyor, kalanlar ömür boyu o gidişin etkisiyle oluşmuş bellekle yaşarken gidenlerin payına da hasret düşüyor.

Sezdirilen Otorite

Kavur’un bu filminde yasa/devlet bahsettiğimize benzer ayrıntılarla sezdiriliyor. Yokmuş gibi görünen otoritenin sesi filmin atmosferinden hissediliyor. Radyodan yükselen Kenan Evren sesi, polisle çatışma haberleri, okul sahnesinde öğrencinin tahtanın önünde anlattığı, düşmanlara karşı cesur Türkler anlatısı ve çekilecek film için bakılan eski sinemada, kameramanlığı bırakmış karakterin film yapmaya dair umutsuzluğundan bahsettiği sahnenin hemen sonrasında, yönünü mekânın en tepesinde asılmış olan bayraklı tabloya dönen kamera… Tüm bu sezgileri devreye sokarak sunulan anlatı bana kalırsa filmde, Ali’nin içinde bulunduğu konumun sadece bireysel bir varoluş meselesi olmadığını hissedebildiğimiz yerler.

Kendi gerçekliğinde kaybolmak

Ali’nin Yavuz’la olan ilişkisinden bahsederken iletişimsizlikten, onun sorularını bile duymadığından bahsetmiştik. Bu durumun sadece onunla ilişkisinde olmadığını Ali’nin anımsamalarından anlayabiliyoruz. Filmde Zuhal Olcay’ın canlandırdığı eski eşiyle ayrılık sahnesinde, onun sözlerinden Ali’nin aslında epeydir bir yabancılık durumu yaşadığını seziyoruz, “gidiyorum artık nasıl bu duruma geldik, niye böyle oldu anlamıyorum ama oldu işte en acısı da aramızdaki sevginin ölmediğini bilmek. Ama hiçbir şeyini paylaşmaz oldun benimle, bir şey anlamama bilmeme fırsat vermedin. Sadece bir bakış, bir ilgi, insanca bir sıcaklık yetecekti benim için…” Burada bana kalırsa yine Wilson’ın bahsettiği anlamda “yabancı” kavramına dönebiliriz. Yabancı, dünyanın ve insanın acısının, hayatta neler olduğunun farkındadır ama kendi hapishanesinde o kadar kaybolur ki bu onun başkasıyla ilişkisini güçleştirir, her şeyi gördüğünü sanır ama aslında görmez, duyduğunu sanır ama kulakları tıkalıdır. Wilson’ın deyimiyle; “Yabancıya göre, gördüğü her şey hakikatin kendisidir” ama bu hakikat genellikle kendi gözünün, bilgisinin hakikatidir, başkasının ne düşündüğü ne hissettiği bu nedenle onun ilgi alanına çok fazla giremez. (Ali’nin kendi senaryosunu yazma çabası da bana kalırsa bununla ilişkileniyor çünkü kendi gördüğü gerçeği anlatmak istiyor.)

Kendi gerçekliğiyle bu kadar meşgul olanın başkasıyla ilişki kurması zorlaşıyor bu nedenle yalnızlığı tercih ediyor, direnmeyi değil kaçmayı seçiyor ki durumun farkında, arabasının aküsünün bittiği ve yolda sabahladığı gecede, rüyayla gerçeğin belirsizleştiği bir sahnede, kendisine sorduğu soru bunun itirafı gibi: “Kaçarak neyi çözümledin ki direnmeye hiç mi gücün yetmedi?” Buradaki çelişki, hem gerçeklikle bu kadar dertli olup hem de bundan kaçışın seçilmesi, yüzleşmenin bir türlü becerilememesini getiriyor ve sonuçta Ali’nin yazdığı senaryonun sayfalarını bir tepeden savurduğuna tanık oluyoruz. Burada Ali üzerinden sorunsallaştırmaya çalıştığımız yabancının durumunu Camusvari bir yabancı tipi şeklinde anlamamak önemli bana kalırsa çünkü bahsettiğimiz durumda dünyadan kopmak, ona sırtını dönmekten çok yaşamın getirileriyle baş etme çabası var. Onu hiçleştirmemek ama müdahale edememekten kaynaklı bir boşluk hissi. Bu nedenle hayatı kendi gördüğü yerden yorumlamak isterken oradan uzaklaşma ve yabancılaşma durumu burada daha belirgin.

Ömer Kavur’un 1987 yapımı “Gece Yolculuğu” filminin özellikle atmosferiyle şimdiye dokunan ve kendini güncelleyen bir yanı var. Otorite baskısının bireyde oluşturabileceği yabancılık, her şeyin anlamsızlaşması, direnmekten çok kaçışın çözüm olarak görülmesi, baskı dönemlerinde bireyin içine çekildiği ve baş etme çabası verdiği insanlık hâlleri. Bu nedenle film, yazı boyunca bahsetmeye çalıştığım gibi, bu durumu Ali karakteriyle anlatırken araya sızan yasa/devlet imgeleriyle de yabancılık durumunun tek başına bireysel bir varoluş meselesi olmadığını düşündürüyor.

Kaynaklar

Wilson, C., (2018), “Yabancı”, (Çev. Cihan Barış Özkan), İstanbul: Notos Kitap.

Önceki ve Sonraki Yazılar
EMEK EREZ Arşivi
SON YAZILAR