“Asılalım olacak bu iş”

SEDAT BOZKURT

Demokrasilerde halkın yönetime katılmasının aracı seçimlerdir. Temsili demokrasilerde bu tanım çok daha fazla geçerlidir. Katılımcı demokrasilerde var olan örgütlü toplumun yarattığı “denge ve denetleme” sistemi seçimlerin önemini kısmen düşürür. Denetlenebilen sistemlerde halk seçime yoğun ilgi göstermez. Örneğin ABD. Trump’ın yaratığı sistem tartışmalarına karşın ABD’de seçimlere katılım oranı yüzde 66’da kaldı. Bu aslında ABD tarihinde son 120 yılının en büyük katılım oranıydı.

Türkiye’de 24 Haziran 2018 seçimlerine katılım oranı ise yüzde 88’i buldu. Bu çok ciddi bir orandır ama unutmayalım ki 1987 seçimlerinde yüzde 93.3 ile rekor kırılmış,1983 seçimlerinde ise katılım oranı yüzde 92.2 olmuştu. Bu 2 seçimin ortak özelliği halkın askeri darbe sonrasındaki net demokrasi talebidir. 14 Mayıs 2023 seçimlerinde de katılım oranın yüksek çıkması kimseyi şaşırtmayacaktır.

Sandık hep oldu

Türkiye’de “açık oy gizli sayım” sistemi nedeniyle 1946 yani çok partili sistemin ilk seçimi hep kötü örnek olarak gösterilerek tartışıldı. Amacım bu kötü örneği aklamak değil elbette ama bilmek lazım; 1946 seçimleri kıyımıza kadar gelen ama sonuç alan dâhiyane bir strateji ile bulaşmadığımız 2’nci Dünya Savaşı’nın resmen bitmesinden sadece 9 ay sonra yapılmıştır. Düşünün lütfen; dünya kutuplaşmış, taraflar savaş sonrası hasar tespiti yapmadan güç mücadelesine girmişler. Bu koşullarda insanların önüne sandık konuldu. Hem de çok partili hayat için…

Osmanlı’da tarihin kayıt altına aldığı ilk seçim (Osmanlı’yı genel kabulümüz nedeniyle her şeyin ilkini hep orada ararız) vergi toplamak için oluşturulan Muhassıllık Meclisleri için 1840 tarihinde yapıldı. Genel sayabileceğimiz ilk seçim 1876 anayasası ve Meclis-i Mebusan için 1877’de yapıldı. Bu meclisin ömrü sadece 1 yıl sürdü. Bir sonraki seçim tam 31 yıl sonra gerçekleşti. Bu seçimlerde İttihat Terakki’nin rakibi de vardı Ahrar Fırkası. Adil koşullarda olmasa da yarışlı bir seçimdi yani…

İstiklal Savaşı sırasında ilki, (23 Nisan 1920 toplantısı için) 19 Mart 1920'de, ikincisi ise 1923'te yapılan iki seçim vardır. 1923 seçimleri 2’nci dönem milletvekillerini seçmek için yapılan ilk genel seçimlerdir. Cumhuriyet döneminde de tek parti için bile olsa o sandık seçmenin önüne getirildi. 1927-1931-1935-1939-1943 yıllarında da bu memlekette seçimler yapıldı.

Cumhuriyetin emekleme ve kendisine kimlik edinme dönemlerinde bu ülkede iki askeri darbe bir de askeri muhtıra yaşandı. Demokrasimiz de bu darbelerin açtığı yaraların sıkıntısı halen sürmektedir. Anayasal düzeni ortadan kaldıran ve TBMM’yi fesih eden darbeler de sandıktan kaçamamıştır. 1960 darbesinden sadece 1,5 yıl sonra sandık seçmenin önüne kondu. O günün koşullarına göre çok temiz bir seçim oldu. Bu seçim darbe dönemini hemen bitirdi.

12 Mart 1972 askeri muhtırasında demokrasi dışı yöntemlerle hükümet oluşturuldu ve ülke yönetimi fiili olarak seçilmişlerin elinden alındı. Ama 2 yıl sonra sandık yine milletin önüne geldi. Ve muhtıra dönemini bu sandık bitirdi.

12 Eylül 1980 askeri darbesi de anayasal düzeni ortadan kaldırdı, TBMM’yi fesih etti. Yaptığı anayasayı halka onaylatmak için 1982’de referanduma götürdü. Sandık halkın önüne konuldu yani. Bir yıl sonra da o sandık yine milletin önüne geldi. O seçim de temiz bir seçim oldu ve darbe dönemi bitti.

Meselenin bu çok kısa özeti sizi yanıltmasın. Bu süreçler burada anlatıldığı kadar kolay olmadı ama sonuçta öyle ya da böyle oldu! Demokrasi işledi, sandıklar kuruldu, seçmen iradesi geçerli oldu. 1954 seçimleri Türkiye’nin hemen hemen her şeyiyle normal yapılan ilk seçimdir. DP, iktidarında yaptıklarını anlattı, CHP ise DP’nin yapamadıklarını ve kendisinin yapabileceklerini... CHP muhalefetteki ilk deneyimini demokrasinin de olgunlaşması açısından başarı ile vermiştir. İktidardaki DP de bu anlamda başarılıdır ve bu seçimlerin mutlak galibi yüzde 57 oy ile DP olmuştur.

Bu seçimlerin büyük kısmında iktidarlar değişmiştir. İktidarı kaybeden hiçbir parti de bunu “darbe” olarak nitelendirmemiştir. Süleyman Demirel birisi darbe birisi muhtıra ile olmak üzere 6 kez gitmiş 7 kez de gittiği makam olan başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Bu demokrasiye inanç ve mücadele aşkı onu Cumhurbaşkanı da yapmıştır.

En adaletsiz seçime tanıklık yapıyoruz

1946’dan sonra, hatta onu da aşan kaygılarla, bu kadar çok seçim deneyimi olan bir coğrafyada tekrar seçimleri ve sandık güvenliğini tartışıyoruz. Siyasi partilerin en büyük vaadi seçim sandıklarına sahip çıkacakları oluyor. Tüm kesimlerin güvenini yitirmiş ve iktidarın kolaylaştırıcısı gibi bir tablo yaratan YSK’nın varlığı değil tek başına güvensizlik hissi yaratan. Asıl mesele, bizzat iktidarı temsil edenlerin iktidara bu kadar bağlı olmaları ve onu kaybetmemek için meydan meydan dolaşarak söyledikleri, devlet aracılığıyla yaptıkları…

Bu coğrafyanın en adil olmayan seçimine tanıklık yapıyoruz. Muhalefet partilerinin rakibi devletin ta kendisi. İktidarın seçim meydanlarını valilikler düzenliyor, devlete ait uçakların ve diğer araçların tamamı kullanılıyor. İktidar ittifakı için kolaylaştırıcı olan devlet, muhalefet için hep sorun çıkarıyor. İktidarın önemli bir rakibi, hakkında açılan ve devam eden kapatma davası nedeniyle farklı bir parti çatısında altında seçimlere girmek zorunda kalıyor. Kontrol altındaki medya gücü ile yetinilmiyor kendisinin karşısında konumlanmış medya üzerinde de sürekli artan bir baskı uygulanıyor.

Meslek hayatımda 6 cumhurbaşkanı 10 başbakan izledim. Partileri hem muhalefet dönemlerinde hem de iktidara geldikleri zaman takip ettim. Tanıklık yaptığım seçimleri sayamadım. Gazetecilikteki deneyim dediğiniz şey de zaten bu ama bütün bu deneyimim bugünün iktidarını anlamam ve size anlatmam için yeterli olmuyor.

Millî Görüş hareketinin kurucusu Necmettin Erbakan, siyasetinin merkezinde din olmasına rağmen söylemlerinde dini bu kadar araçsallaştırmadı. Bir seçim meydanında “onlar talimatı Kandil’den biz Allah’tan alıyoruz” dendiği zaman muhalefet de doğal olarak “hayır almıyorsunuz” diyemiyor. Çünkü bunu dediğiniz zaman bir yandan da aynı yerle irtibat kurmak mümkünmüş gibi acayip bir durum ortaya çıkıyor.

İktidara “varlık- yokluk” derecesinde bağlı olan bir siyaset ortaya koyuyor iktidar temsilcileri. Bu çabayı salt “iktidarın konforunu” kaybetmek korkusuyla açıklayamıyorsunuz. Daha ciddi bir mesele bu.

21 yıl mutlak iktidar pratiğinden sonra seçimlerde seçmeni ikna edebilecek öykünüz bulunmaması tam bir dramdır. Öykü yerine rakiplerinizi kötülemek, onlarla ilgili çok da doğru olmayan iddialarda bulunarak seçimleri kazanmaya çalışmak gerçekten siyasetçi açısından çok hazin bir tablo. Memleketin gerçek sorunlarını bir kenara bırakarak mantıksız da olsa siyaseti din başta olmak üzere başka alanlara taşımak gerçekten üzücü bir durum, sandığı ilk 1840 yılında milletin önüne koymuş olan bir coğrafya için…

Sürekli Kuzey Kore’yi hatırlatan gösterilerle savaş ve silah üzerinden propaganda yapılması bu ülkeye haksızlıktır. Yerlilik oranı daha fazla araçların üretildiği ülkemizde montajı bile dışarıda yapılmış TOGG marka arabayla bakanların meydan meydan dolaşması size de filmlere konu olan, bir dönemin Almancılarının Türkiye hallerini anımsatmıyor mu? Savaş uçağı Kaan uçmuyor, TCG Anadolu uçak gemisi değil, İHA’nın inip kalktığını gören yok. Ankara-İstanbul arası tren -yükseğini bırakın- hızlı bile değil. Altay tankı çok önceden yapılmış bir prototip... (Seçim propaganda aygıtı haline dönüştürülen TCG Anadolu gemisinin sadece Erdoğan istedi diye İstanbul’dan İzmir’e kadar ortalama 100 bin litre yakıt tükettiğini biliyor musunuz?)

İktidarın her şey ayağına dolanıyor. Aslında giderayak iktidarların kaderi hep bu. Hüda Par ittifakı çok maliyetli oldu. Liste başı bakanlar beklenen etki yerine ciddi tepki doğurdu. İktidar adına yazan ve konuşanlara bakmayın siz Saray’daki hiçbir ankette Erdoğan kazanamıyor. Erdoğan’ın son seçimde aldığı oy yüzde 52. Aradan geçen 5 yıl içinde partisinin içinden 2 ayrı parti çıktı ve ülkede hiçbir şey iyiye gitmedi. Sokak röportajlarının hiçbirinde daha önce Erdoğan’a oy vermemesine karşın bu seçimde oy vereceğini söyleyen yok ama tersi onlarca örnek var. Meydanların kalabalıklığı da yanıltmasın sizi. Sonuçta elinde devlet olan ve anket sonuçlarına göre yüzde 40-45 arasında oyu bulunan bir ittifak adayının meydanları doldurmasından doğal bir şey yoktur. Ama o kalabalıkları meydan da tutabiliyor mu? Önemli olan bu.

Tur mesele degil kaybeden kaybeder

Hedefleri hep ikinci tur. Ama kendisi de çevresi de biliyor ki 1’inci turda kazanamamış Erdoğan kaybetmiş bir Erdoğan’dır. Tüm büyü kazanamadığı anda bozulur. Bugüne kadar Erdoğan seçimlere 2 hafta kala vites büyütür ve bunun etkisi de hemen görülürdü ama bu sefer bu etki beklendiği gibi olmadı. Seçimleri kazanacaklarını söylediği zaman çevresindekileri ikna edemiyor. AKP’nin bugün sahadaki kadrosu Erdoğan’ın “B” takımı bile değil. Profil çok düşük. Bu nedenle sık sık onlara cesaret vermesi gerekiyor. Bunun için sürekli kullandığı cümle hep aynı:

Asılalım olacak bu iş!

Seçim günü ya da sonrasına ilişkin sokaklarda muhtelif kaygılar üzerine dillendirilen konuların hiçbiri AKP çatısı altında konuşulmuyor. “Kaybetseler de giderler mi?” sorusu o çatı altında olmadığı için -kaybetmeyeceklerine kesin inanıyorlar çünkü- gitmemek için yapılan bir çalışma da yok. Söylemlerdeki “işgal, bağımsızlık” gibi kavramlar “durumdan vazife çıkaracaklar” için cesaretlendirici olabilir belki ama buna izin verileceğini sanmam. Bu arada; Millî Savunma Bakanlığı’nın başında olan ve Genelkurmay Başkanlığı görevinden gelen -yani bir anlamda savaşın çatışmanın ağababasını bilen- Hulusi Akar’ın bu “darbe” gibi seçimlerle ilişkisi zor kurulan kavramları dilendirmemesini de atlamayalım. Hatta MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın eski bir asker olduğu da aklınızda bulunsun. Bunlar Akar ile Fidan’ı, iktidar içinde de tavır aldıkları Süleyman Soylu ile hemen ayrıştırıyor.

AKP sadece 21 yıllık bir parti. Devleti hoyratça kullandı ve her türlü değerden sıyrılarak devlette kadrolaştı. Oysa tarihsel olarak milattan önce 209 yılında Büyük Hun imparatorluğunun ilk düzenli ordusunun devamı olarak kabul edilen Kara Kuvvetleri Komutanlığı resmi kuruluşunu Yeniçeri Ocağının kuruluşu ile başlatır. Yani 660 yaşındadır. Türk Polis teşkilatının kuruluş tarihi 1845’dir. Yüksek yargıyı temsil eden Yargıtay’ın da 1868 yılında kurulduğunun altını çizelim. Bu tarihler arasında 21 yılın hükmü olabilir mi sizce?

Önceki ve Sonraki Yazılar
SEDAT BOZKURT Arşivi
SON YAZILAR