Bir 'işkence' öyküsü: Benim başım çok mu büyük anne?

Siyaset Alevi mahallesinde, muhafazakar mahallesinde köşe kapmaca oynarken ülkenin düşünen, sorgulayan insanlarının başlarının içinde bir uğultudur kopmuş gidiyor. Rahat bırakmayan, her adımında zonklatan bir uğultu.

O sorgulayan, düşünen insan, evinin yolunda ilerlerken sokağın birinde tam “kimyasal silah iddiası neden düşünce özgürlüğü olarak değerlendirilmiyor ki?” sorusuna kendince cevap bulmuşken köşeyi döndüğünde birden bir uğultu daha kopuyor başının içinde: Bir belediye başkanı ülkenin içişleri bakanına verdiği yanıttan dolayı, neden sanki o sözü seçim hakimlerine söylemiş gibi yargılanıyor ki? Ülkenin insanı tam buna da kendince bir yanıt bulacak, evinden gelen bir telefonla irkiliyor: Gelirken bir tane ekmek alır mısın?

Hay olmaz olası telefon, daha yeni arınmıştı oysa beyni. Bütün günün yorgunluğunu evinde çocuklarıyla atmaya kodlanmıştı oysa. Beynin içinde, bir “ekmek kavgası”dır başlıyor, uğul uğul: Şimdi bu Karadenizli fırıncı neden tutuklandı?

Ağırlaşıyor yeniden beyni; sanki başı büyüdükçe büyüyor sorgulayan insanın. Doluyor ülkenin bilinçaltı.

“ANNE BENİM BAŞIM ÇOK MU BÜYÜK?”

İşte bugün, sonu umutla biten bir hikayeyle bilinçaltı temizleyelim dedik. Biraz geriye gidip; 2013’e.

Davut, elinden tutan annesine sordu:

-Anne benim başım çok mu büyük?

Öyle hissediyordu 8 yaşındaki çocuk. Başı büyümüş gibi.

Annesi sordu:

Yok oğlum neden büyük olsun?

Çocuk elinden tutan annesinin avuçlarından kaydı, yere çömeldi, kustu kustu. Öğürdükçe ciğerinden, ülkesindeki nefreti kustu. Polis dayağını kustu. ‘Öteki’ olmayı kustu.

Davut, Mersin’in Siteler Mahallesi’nde yaşardı. İlkokul 3’e giderdi. Mahallede, Türk-Kürt oyun oynarlardı. Bazen de devletin o üstün “polisle vatandaşı kaynaştırma projeleri”nin (!) bir örneği olarak polis merkezinin yan tarafında yapılmış bilgisayar merkezine gider orada internetten oyunlar oynardı. Davut’un Kürt olduğunu bütün polisler de bilirdi. Zaten çoğu arkadaşı da Kürt’tü.

Eylül’ün 11’inde Mersin’de havalar sıcaktı. Çocuklar o gün pek kapalı ortamda bilgisayara ‘takılmak’ istememiş olmalılardı ki hemen polis merkezinin yanında, saklambaç oynamaya karar vermişlerdi. Hatta kimileri karakolun bahçesindeki ağaçları siper edinmişlerdi. Bir ara çocuk kavgası başladı. Davutla Memo dalaştılar. İçerden çevik kuvvet çıktı. Davut hayalarında ağır bir bot darbesi hissetti. Tekme bir hayalarına bir karın bölgesine iniyordu. Çevik kuvvet polisi Osman Deniz tüm mesleki deneyimini konuşturuyordu! Çocuk, bir gayret yerinden kalktı ve kaçmaya başladı. Kaçarken de çocukça sağlam bir küfür etti çevik kuvvet Osman’a.

Davut, haliyle kıskıvrak yakalandı. Çektiler onu “akrep”in içine. Çevik kuvvet Osman tuttu çocuğun başını vurdukça vurdu akrebin demir parmaklıklarına. Çelimsiz boynunu sıktı. “Akrep”in içindeki dayak belki de Davut’a 8 yıllık ömründen uzun geldi. Bitmiyordu; Davut bayıldı. İçeri aldılar kendisini, karakolun mutfağına, çıkardılar üstünü başını, su döktüler ayılsın diye. Başındaki şişlikler artmasın diye buz bastılar.

Kamile hanımın evinin kapı zili çaldı. "Kamile teyze, Kamile teyze Davut’u dövüyorlar." Kamile çok oralı olmadı, sokakta çocuklar hep kavga ederler ayrılırlardı, öyle sandı. Zil bu kez daha acı çaldı. Aşağıdan bağıran çocuk:

-Kamile teyze insene aşağı, polis çocuğunu dövüyor.

Kamile, polise güvenirdi, “yaramazlık yapmıştır, polis bir tokat atmıştır” diye geçirdi içinden. Aşağıdaki çocuk ısrar edince Kamile misafirlerini bırakıp aşağı indi. Çocuğu karakoldaydı, karakolun “kör kameralı” mutfağında yatıyordu. Kamile çocuğunu bu halde görünce sinir krizleri geçirdi. Verin çocuğumu dedi ama alamadı.

“İyi polis”ler:

-Kamile abla sen şimdi git, biz birazdan getireceğiz Davut’u.

Davut gelmedi. Kamile kocasını aradı, “Davut karakolda, bana vermiyorlar gel alalım” dedi. Abdülkadir, “Niye vermesinler bir daha git, al çocuğu” diye karşılık verdi. Kamile yeniden karakola gitti. O sırada Davut “iyi polis”le karakoldan çıkıyordu. Annesine teslim edildi. Yorgun ve sendeler haldeydi. Başında “Akrep”in parmaklıklarını hissediyordu. İşte o an sordu:

-Anne benim başım çok mu büyük?

Davut o gece uyku uyumadı. Annesi sabah sağlık ocağına götürdü. Durumu anlattı.

Doktor:

-Hemen bir hastaneye götürün, hemen.

Karakolun gözü Davut’un üzerindeydi. Doktorun böyle dediğinden haberdar olan komiser iki “sivil” gönderdi sağlık ocağına. “Sivil”lere verilen talimat, “Alın çocuğu doktora götürün”dü. Komiser bir de selam yolladı:

-Söyleyin Davut’a, ona okul çantası alacağım.

Karakol, ne yaptığının farkındaydı. Yeter ki şikayetçi olunmasın diye uğraşıyordu. Mersin Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı çoktan raporunu tutmuştu:

“Maruz kaldığı fiziksel istismar olayına bağlı olarak kronik travma sonrasında stres bozukluğu geliştiği…”

Bu, işkencenin, “tıp”çasıydı.

KARAKOLDA YAPILMAYANA İŞKENCE Mİ DENİRMİŞ!

Ve çevik kuvvet Osman Deniz’e dava açıldı: Çocuğa işkence suçundan 8 yıldan 15 yıla kadar hapsi talep edildi.

Dava sürdükçe sürdü. Ve sonunda başka bir savcı mütalaa sundu:

“Davut hiperaktif bir çocuk annesi o gece hiperaktivite ilaçlarını içmek istemediği için dövmüş. Davut olay öncesinde de arkadaşı Memo ile kavga etmiş. Çocukta oluşan travma annesinin dövmesinden mi, Memo’nun vurmasından mı yoksa polisin vurmasından mı etkilenmiş belli değildir. O nedenle çevik kuvvet Osman Deniz şüpheden yararlanmalı, sadece basit insan yaralamaktan cezalandırılmalıdır.”

Mahkeme de hazırdı. Karakolun dışında olursa onun adına “işkence” denemezdi ki. İşkence karakolda olurdu.

Şaka değil, yargılamayı yapan Mersin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararından satırı satırına aktaralım:

“Olay karakolda değil sokakta gerçekleşmiştir. Mağdurun olay nedeniyle basit şekilde yaralandığına dair doktor raporları da dosya içerisindedir. Bu sanığa isnat edilen eylemin bu haliyle yukarıda açıklanan işkence suçunun maddi manevi suç unsurunu oluşturmadığı açıktır. Mağdur sanık Osman'a ters cevap vermesi ve iddia üzerine ani olarak gerçekleşen ve bir defa gerçekleşip son bulan basit bir yaralama eylemi şeklindedir. Sanığın eyleminin işkence olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Bu nedenle bu sanığın eyleminin iddianamede vasıflandırıldığı gibi işkence suçunu değil, basit yaralama suçunu oluşturduğu kabul edilmelidir.”

Mahkeme, “sokakta, polis otosunda işkence mi olurmuş, işkence dediğin karakolda olur” diyordu. “İşkence dediğin öyle bir defa olmaz, uzun sürer” diyordu. Ve ekliyordu:

Sanığın “basit insan yaralama” suçundan 1 yıl 10 ay 15 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına. Sanığın gelecekteki durumu da göz önüne alınarak hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına…

Davut okul çantasını alamadı ama karakol rahatlamıştı: Sarı öküzü vermemişti. Çevik kuvvet Osman da mesleğine, toplumsal olaylara müdahale etmeye devam ediyordu!

17’SİNDE UMUTLANDI

Davut da büyüyordu. Çocukluğu hak aramakla geçmişti. Son olarak, Ankara’ya, Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmuştu onun adına.

Davut, Resmi Gazete nedir bilmezdi. Belki köşe başındaki büfede arada gazeteler gördüğü olurdu ama içlerinde hiç “Resmi Gazete” yazan yoktu. Dün avukatı aradı Davut’u:

-Davut, Resmi Gazete’ye baktın mı senin kararın var.

Davut, çok bir şey anlamadı ama “hak ihlali” diyordu, herhalde iyi bir şeydi bu onun için.

Davut okumaya devam etti:

“Adli muayene raporlarında başvurucunun vücudunun birçok yerinde basit tıbbi müdahale ile giderilemeyecek şekilde yaralanmış olması, fiziksel istismar olayına bağlı olarak kronik travma sonrası stres bozukluğu gelişerek ruh sağlığının bozulması, mağdurun olay anında küçük yaşta olması, hastanede 7 gün yatarak tedavi görmesi, eylemin halkın can ve mal güvenliğini koruma yükümlülüğü bulunan polis memurları tarafından işlenmesi dikkate alındığında muamele eziyet yasağı kapsamında değerlendirilmiştir.”

Davut daha umutla alt satılara indi:

“Cezasızlık, işlenen bir suçun somut olarak cezasız kalmasını ifade etmektedir. Cezasızlık, işkence ve kötü muamele fiillerine yönelik olarak sorumluların adalet önüne çıkarılmaması veya mahkum edildikleri cezaların infazının sağlanmaması şeklinde ortaya çıkabilecektir. Cezasızlığın önlenmesi durumunda bir yanda mağdurlar açısından gerekli giderim sağlanırken bir yandan da yeni ihlallerin gerçekleşmesini engelleyecek caydırıcı bir etki ortaya çıkması mümkün olacaktır.”

Bu satırlar Davut’u rahatlatıyordu da şimdi ne olacaktı? Anayasa Mahkemesi, Resmi Gazete’de “yargılama yeniden yapılsın” diyordu. Resmi Gazete şunları yazıyordu:

“İlk derece mahkemesinin, kötü muamele faili O.D. hakkında hapis cezasına ilişkin hükmün açıklanmasının ertelenmesi kararı sonucunda deneme süresi içinde suç işlememesi halinde bu ceza vaki olmamış sayılarak, adli ve memuriyet siciline yansımayacaktır. Verilen bu karar, cezanın infazının ertelenmesinden daha güçlü bir etkiye sahiptir ve sanığın cezadan muaf tutulması ile sonuçlanmaktadır. Ulaşılan bu sonucun, bu tür olaylara karışan kamu görevlilerine hoşgörü ile yaklaşıldığı izlenimi uyandırdığı ve bu tür fiillere eğilimi olan görevlileri cesaretlendirebileceği gibi bireylerin bu kapsamda devlet ve adalet mekanizmasına olan güvenlerini de zedeleyebileceği açıktır.”

Anlaşılan Davut’un yolu daha uzundu. Yargılama yeniden yapılacaktı.

Peki Davut 8’inden 17’sine kadar bu kadar yorulmak zorunda mıydı?

Daha yorulacağından vade. Başının içindeki uğultularla…

Önceki ve Sonraki Yazılar
ERSAN ATAR Arşivi
SON YAZILAR