Almancı, Amerikancı, İngiltere'nin adamı ...

Türkiye’de tarihin en hoşlanmadığı muhtemelen iki mesleki kimlikli insan tipi var: Biri siyasetçiler, diğeri tarihçiler. Çünkü bu iki kesim tarafından tarih sürekli olarak hırpalanıyor. Bazı ilkeli tarihçileri ve siyasetçileri burada ayırmam lazım ama genel tablo maalesef bu. Tarihçilerin, bu dönemin siyasetçilerinin hoşuna gidecek cümle kurmakta kendilerini, iktidar medyasında gazeteci, yazar olarak tarif edenlerle yarışa girmiş olması ise gerçekten bu disiplin açısından bir dram.

Aslında tarih çalışmak belki de akademinin en zor alanı. Araştırdığınız tarihsel döneme ilişkin veri olarak kabul edebileceğiniz çoğu belge ya da kayıt altına alınan bilgi, o dönemin devletinin kaynakları. Ve o günün devleti de gerçeklerin, kendisi dışında kayıt altına alınmasını, yazılıp çizilmesini istemiyor. Kaynaklar kıt yani. Bakın bugün de aynısını yaşıyoruz. Uzun zaman sonra bu dönemi araştıracak olanlar, Türkiye’de 2022 yılında yaşanan enflasyonu devletin resmî belgesi üzerinden yüzde 80 olarak değerlendirecekler. Oysa sesi kısılmaya ve araştırma yapması engellenmeye çalışan ENAG'a (Enflasyon Araştırma Grubu) göre bu oran yüzde 180. Yıllar sonra 2022 yılını çalışacak tarihçiler ya da iktisatçılar, devletin belgesi dışında güvenilir farklı bir bilgiye sahip olma anlamında şanslı olacak. Yeni dezenformasyon yasasının uygulanması halinde 2023 yılını çalışacak olanlar tek veri ile devletin belgesi ile yetinmek zorunda kalacaklar.

KUTSANAN PADİŞAHLAR

Lozan Barış Antlaşması imzalandıktan 1 ay sonra itilaf devletleri işgal altındaki İstanbul’dan ayrılmaya başladı. 6 Ekim 1923’de Türk ordularının İstanbul’a girmesiyle 4 yıl 10 ay 23 gün süren işgal son buldu. İstanbul’u, TBMM adına Atatürk tarafından görevlendirilen, Türkçülük akımının öncüsü ve Osmanlı’nın tarihte kaldığı tezinin güçlü savunucusu siyasetçi ve tarihçi Yusuf Akçura teslim aldı. Ve bu tarihsel olay İstanbul’un fethi kadar önemlidir. Ayrıca Yusuf Akçura MHP hareketinde Vahdettin’den daha güçlü olarak vardır, bugünkü pozisyon sizleri yanıltmasın.

Tarihi, ilkeli tarihçilerin tartışmasından yanayım. Tarihi deneyim ve birikimlere, olumlu ya da olumsuz, toplumların ihtiyacı vardır. Tarihin hoşunuza gitmeyen bölümlerini çıkartarak kalan kısmıyla da idare edemezsiniz. Çünkü tarih bir bütün olarak okuldur, rehberdir.

Osmanlı’nın tarihsel olarak en başarısız padişahlarından ikisi, muhafazakâr sağ siyasetin bir nevi kutsalı gibidir. 600 yıl süren Osmanlı’nın 36 padişahı oldu. Bu padişahların hiçbiri peygamber değildi. Hemen hemen tamamına yakını da bugünün muhafazakârlarının hoşlanacağı bir yaşam biçimine sahip değildi. Çözülme dönemiyle birlikte başlayan iktidar mücadelesi ve kardeş kavgaları anlayanlar için çok öğreticidir. Taht ömrü sadece bir yıl süren IV. Mustafa buna çok iyi bir örnektir.

Bütün bu tarihsel gerçekleri bir kenara bırakarak bugünün iktidarının Osmanlı ve onun 2 padişahı 2. Abdülhamid ve Vahdettin üzerinden siyaset inşa etmelerinin mantığını sorgulamak için bu özeti aktardım. Osmanlı’da, en son olmasa bile sonlarda sahip çıkılacak iki padişah Vahdettin ile 2. Abdülhamid'dir.

(İngilizlere ilk sığınma başvurusunu yapan Abdülhamid, sığınan Vahdettin’dir. Bundan bağımsız olarak İngiliz siyasetini anlamanız için bir Kızılderili atasözünü burada aktarayım: Bir dereden geçerken iki balığın birbiri ile kavga ettiğini görürseniz bilin ki oradan uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.)

Recep Tayyip Erdoğan’ın formatladığı AKP siyasetinin özeti, “yağmur nerede yağıyor ise tarlayı oraya götür”dür. Şahane bir Anadolu deyimidir bu ve meramını çok net anlatır. Bu nedenle siyaseten tıkandığı yerde AKP siyasetine, eğilip bükülmeye müsait tarih hemen malzeme olur. Eldeki medya ve devlet gücüyle de geniş kitlelere “mutlak doğru” olarak kabul ettirilmekte zorluk çekilmez. Çünkü “2. Abdülhamid zamanında bir gram toprak” kaybedilmediğini söyleyen kişi Cumhurbaşkanıdır. Onun açıklamasının yanında tarihçilerin açıklamasının, ortaya belge konulmasının anlamı olabilir mi? Bazen kısa zaman diliminde bu “mutlak doğru” değişebiliyor. Ama bunun da sorun yarattığı söylenemez.

KİM, NECİ?

Erdoğan AKP kurulduktan hemen sonra ABD’ye gitti. Seçimlerden sonra da hem ABD’ye hem de AB üyesi ülkelerin tamamına gitti. Bütün bu gezilerde siyasi yasağı nedeniyle yaşadığı mağduriyeti anlattı ve bunu “politik işkence” olarak tanımladı. Yani bugün onların nitelemesiyle “ülkesini yabancıya şikâyet” etti. 1 Mart tezkeresinin geçmesi için çok uğraştı. AKP’nin kurucu kadrolarında, tezkerenin geçmesi gerektiğini bugün de savunan tek kişi Erdoğan’dır. ABD ile eşit düzeyde temsil imkânı sunulduğu varsayımı ile balıklama atlanılan BOP’un eş başkanlık meselesine de kuvvetle sahip çıktı ve meydan meydan bunu ilan etti Erdoğan. Oysa o dönem Türk Dışişleri bu projeyi anlamaya çalışıyordu.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun ziyareti ile gündem tekrar Türkiye- ABD ilişkilerine ev sahipliği yaptı. Obama’nın ikinci döneminden bu yana ilişkiler olumsuz seyrediyor ABD ile. Trump döneminde bunun zirvesini gördük, ikili ilişkiler yanıltmasın sizi. Türkiye’nin jeopolitik konumu çok kıymetli. Bu konumu nedeniyle dün hem ABD hem de Rusya açısından vazgeçilmezdi, bugün de yarın da öyle olacak. Yöneten kim olursa olsun.

Erdoğan için ABD önemli. Menderes’ten bu yana bütün sağ liderler için ABD önemliydi. Bakın hiçbir sol lider için “ABD’ci, Almancı, İngilizlerin adamı” denmemiş, denememiştir. Mustafa Kemal ve İsmet İnönü, dönemin gereği olarak Kurtuluş Savaşı sürecinde ve ondan sonra ambargolarda Rusya ile yakınlaşmış, işbirliğine girmiş ama ülkenin rotasında hiçbir değişiklik yapmamışlardır. Bu işbirliklerinin sonucu ülke bağımsız olmuş ve sanayisi kalkınmıştır. Bu onları Rusyacı yapmamıştır.

Adnan Menderes ve hemen onun ardından Süleyman Demirel, Turgut Özal, Tansu Çiller hep ABD’ci olarak yaftalanmıştır. Nedenleri uzun tartışılır... Mesut Yılmaz Almancı, Necmettin Erbakan Alman ekolündendir, belki bu da Almancı demenin bir başka biçimidir. Türkiye’deki darbeler de darbeciler de ABD’cidir, bunun istisnası yoktur. İlginç bir biçimde Abdullah Gül, Kraliçe'den nişan aldığı için İngiltere’ye bağlanan Türkiye’deki tek siyasetçidir. (İki yıl İngiltere’de okumuş olması bile bu yafta için yeterlidir aslında) Erdoğan ise ABD’cidir, bu değerlendirmelere göre... Bugünkü pozisyonuna bakarak Rusyacı ya da Asyacı denilemez. Ben kişisel olarak ülkelerini yönetmek için halktan onay almış siyasetçilerin başka ülkelerin menfaatlerine çalıştıklarını söylemenin ayıp olduğunu düşünürüm, böyle bir izlenim yaratmanın daha büyük ayıp olduğunu da ekleyerek.

KILIÇDAROĞLU’NUN ABD GEZİSİ

Bülent Ecevit, Erdal İnönü ve Deniz Baykal için hiçbir zaman bu yaftalamalar, yakıştırmalar yapılmadı, yapılamadı. Bunun altını kalın çizmek lazım. Kılıçdaroğlu’nun ABD ziyareti için, içinde “icazet” geçen cümleler kurulmaya çalışıldı ama olmadı. Tarihsel olarak bunun mümkün olamayacağını örneklerle aktardım. Gezi, politik olarak eleştirilebilir, gerçekten böyle bir geziye neden ihtiyaç duyuldu ve politik olarak getirisi ne oldu? Bana göre amaçtan bağımsız içinde gereksiz tartışmaları da barındıran bir geziydi. Gazeteci tercih kriterleri, oradaki akreditasyon uygulaması, New York’a tek başına geçerek çekilen video, görüşmelerin zayıflığı, gezinin zamanlaması, hepsi tartışmalıdır. Ama siyasetçilerin özellikle genel başkanların yurtdışına hem de eğitim, bilim ve teknoloji için gitmeleri sonuna kadar desteklenmelidir. Harward Üniversitesi’nin kampüsüne, İstanbul’daki tarihi yarımadaya gelen kadar turist geliyor ziyaret için. MIT, (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) bir üniversite kampüsü olarak içinden çıkmak istemeyeceğiniz bir bilim mekânı sunuyor size. Buraları gören her siyasetçinin ülkesine ilişkin hayal çıtası yükselir. Ülkenin kaynaklarının aktarıldığı dünyanın en pahalı alanı New York Manhattan’daki Türken Vakfı binasının önünde bir genel başkan olarak bulunmak siyasi bir eylem olarak akıllıcadır. Ama bunu bireysel olarak değil, basın önünde yapmak daha etkili olurdu, dedikodulara da meydan bırakılmazdı. İktidar medyasının Kılıçdaroğlu’nun ABD gezisini eleştirmek için ortaya koyduğu yaratıcılık da çıtanın nasıl düştüğünün göstergesi oldu. Kılıçdaroğlu, politik strateji düşünme yeteneği çok yüksek bir isim. Bu birkaç kez test edildi. Böyle bir ortamda gizli ya da açık, iktidarın hemen üstünde tepineceği ve kendisine hiçbir katkı sağlamayacak isimlerle niye görüşme yapsın? Bu geziyle ilgili aklınıza hiç başka bir şey gelmesin, Kılıçdaroğlu bu geziyi “yapacağım” dediği için yaptı. Bu kadar basit.

Bence Kılıçdaroğlu New York’a giderek video çekmek yerine o videoyu yayınlayabileceği özgür mecrayı savunmak üzere TBMM’de olmalıydı. Bunun değerlendirmesini mutlaka arkadaşlarıyla yapmıştır.

Türban meselesinde yaptığı çıkış da çok tartışıldı. İçinde türbanın da bulunduğu bu alan AKP’nin tapulu arsası gibi. Oraya kimseyi sokmadığı gibi ihtiyaç halinde siyasetini oraya taşıyarak aşama kaydediyor Erdoğan, bunu gördük bir kaç kez. Ve Kılıçdaroğlu Saadet Partisi’nin bile sokulmadığı o arsaya girdi. Ve bu hamle AKP’de sanılandan çok fazla etki yarattı.

AKP’nin, ABD ile ilişki kurmak için neler yaptığını da bilmeniz lazım. Politik kimlikli bir büyükelçiyi, AKP kurucusu Murat Mercan’ı oraya atayarak diplomasiden daha çok politik ilişkiyi tercih ettiğini ortaya koydu Erdoğan, çünkü buna ihtiyacı var. Ama Mercan bu ilişkileri kotaramadı, kotaramaz da. O da Yahudi lobilerine, örgütlerine müracaat etti. Şimdi sürekli olarak onların etkinliklerinde boy gösteriyor. İsrail ile ilişkilerin bu dönem sert bir biçimde düzeltilmeye çalışılmasında bölgesel meseleler etken değil. Hele seçime giderken kızılacak bir İsrail olmazsa propaganda eksik kalabilir muhafazakâr siyaset açısından…

Önceki ve Sonraki Yazılar
SEDAT BOZKURT Arşivi
SON YAZILAR