Dünyada yaşam imkânını sürdürmek için

Dünyanın ekoloji kaynaklı sorunları hız kesmeden devam ediyor ve yaşam tehdit altında ancak bu konu hâlâ tam olarak gündeme yansımıyor. Çok sık tekrar ediyoruz evet ama anlatamadığınızda tekrar zorunluluk hâline geliyor.

Ekolojik meselelere karşı duyarsızlığın baş nedeni yine sıklıkla tekrar edildiği gibi kapitalist şirketler ve politikacıların işbirliği. Dünyayı şirketlerin sömürü alanı hâline getiren politikalardan vazgeçilmediği sürece de sorun varlığını koruyacak, dünyada yaşamın tamamen zora girmesi şimdi olmasa bile birgün gerçekleşecek gibi görünüyor. Derdimiz felaket tellallığı değil elbette ama görünen hakikatin gizlenecek yanı kalmadı maalesef.

Elbette, bu durumu sadece yukarının politikalarıyla da düşünmemek gerekiyor. Mesela, iklim krizi gibi yaşamı derinden etkileyebilecek, sınıfsal eşitsizlikleri derinleştirecek, büyük göçlere sebep olacak bir meselenin “sıradan insan”ın da çok gündemine giremediğini gözlemliyoruz. Bunun farklı nedenleri olabilir ancak geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz, kapitalizm kaynaklı ekoloji meselelerine uzun süredir dikkat çeken Bruno Latour’un da sık sık tekrar ettiği gibi, bu konuda belki de en önemli eksiklik duygusal tutumdan yoksun olmamız. Onun bununla kast ettiği ekolojik siyasetin insanların yüreğine dokunan, öngörülen felaketlerin gerçekliğini anlatamayan politikaları.

Özellikle halkın duygularına oynayan popülist siyasetçiler bunu çok iyi yaparken, dünyayı zor günlerin beklediğini bir türlü anlatamamak sorun. Latour şöyle bir örnek veriyordu: “Bir yerlerde dine mi küfredildi? Bir mabet mi tehdit altında? Herkes ayaklanır. Milyonlar tekvücut halinde hareket eder.” İnsanların bu tür durumlarla kurduğu duygusal bağın, doğanın sorunlarında kuramaması gerçekten ilginç değil mi? Tek başına neden olmasa bile bu durum belki de; doğadan kopuşun, insan türünün onun varlığının parçası olduğunu unutmasının, onunla arasındaki ilişkisel bağın aşınmasının, kendisini doğanın bir varlığı olarak görmektense onun efendisi olarak tahayyül etmesinin getirdiği tarihsel süreçle açıklanabilir.

Hindistan’dan Dünya'ya Bakmak

Yönetmen Rahul Jain’in “Görünmez Şeytanlar” (İnvisible Demonds) adlı belgesel filmi bahsettiğimiz ekoloji meselelerini tekrar düşünmeye vesile olurken, anlatısına taşıdığı Hindistan’ın iklim değişiminden kaynaklı krizleri sorunun uzak bir geleceğe ertelenemeyecek kadar acil olduğunu görmemizi sağlıyor. Yönetmenin sınıfsal eşitsizlikleri odağına alarak ele aldığı mesele, Hindistan’ın devamlı büyüdüğü söylenen ekonomisinin kimleri kapsayıp kimleri dışarıda bıraktığının altını çizerken, iklim krizinin getirdiği sorunları sonuna kadar yaşayan Delhi halkının ve orada yaşayan diğer canlı türlerinin sıkıntılarını anlatıya taşıyor. Ayrıca, distopik bir atmosferi yansıtan metin, hep uzakmış gibi anlatılanı şimdiye yerleştiriyor.

İklim değişikliği ve sınıfsal sorunlar

“Görünmez Şeytanlar” belgeselinin gündeme getirdiği konulardan biri sıcaklık, anlatıya taşınan haber bülteninde şöyle anlatılıyor durum, “sıcaklık dalgaları yazın Hindistan’da etkili oluyor. Dört veya beş gün süren bu dalgalar yağmurun önünü açıyor veya rüzgâr dağılımını değiştiriyor bu da dalgaların etkisini azaltıyor. Ama şu dönemde sıcaklık dalgaları otuz gün üst üste yaşandı. 2010’da yirmi bir sıcaklık dalgası, 2017’de ise beş yüz sıcaklık dalgası görüldü.”

Isı dalgalarındaki artış ve değişim insanları nefessiz bırakıyor, nehir kenarlarına uzanmış insan görüntüleri, susamış hayvanlar olanca gerçekliğiyle anlatıda yerini alıyor ve izleyici üzerinde yoğun bir etki bırakıyor.

Jain’in meselesini sınıfsal eşitsizlikler odağında işlediğinden bahsetmiştik, yapılan röportajlara bu hâl yansıyor. Görüşülenlerden biri şöyle söylüyor: “Klimalar fakirler için değil, zenginler için çünkü sürekli klimalı yerdeler.” Belgesele yerleştirilen klima görüntüleriyle bu cümleler güçlendiriliyor. Hindistan’da yüzlerce klima gürültüyle çalışıyor ama onun serinliğinden faydalananlar hava kaç derece olursa olsun sokakta çalışmak zorunda olan alt sınıflar değil.

Küresel ısınma sadece Hindistan’ın değil dünyanın temel sorunlarından biri bu nedenle James Lovelock “Novasen” adlı metninde ısıyı dünyanın en temel meselesi olarak ele alıyordu ona göre, “ısıya odaklanmamız gerekiyor; evimize ve varoluşumuza yönelen en acil ve muhtemel tehdit o.” Ancak geldiğimiz noktada bu durumun hâlâ çok gündeme alındığı söylenemez. Oysa Hindistan’ın değişen sıcaklık dalgaları, bunun ne kadar önemli olduğunu bir kere daha ortaya koyuyor.

Kirlilik

Hindistan’ın önemli sorunlarından biri de hava kirliliği anız yakma ve yüksek nüfus nedeniyle ortalamadan daha fazla motorlu araç kullanımı görüş mesafesini düşürecek, insanları hastaneye yığacak kadar etkili oluyor. Belgeselden şu cümleler sorunun nasıl büyük olduğunu görmemizi sağlıyor:

“Hindistan’da 1.2 milyon insan hava kirliliğinden öldü. Bu sene içindeki ölümlerin %10’una tekabül ediyor. Hindistan’daki en büyük üçüncü ölüm sebebi bu. Bir haftada hava kirliliğinden ölenlerin sayısı Hindistan-Pakistan savaşında ölenlerin sayısından daha fazla…” Burada görünen nedenlerin ötesinde artık havanın kendini temizleyememesi, rüzgâr yokluğu gibi meseleler de önemli fikrimce. Bu felaket yine en çok yoksulları etkiliyor, Hindistan hükümeti okulları tatil ediyor, kirlilikten ve dumandan korunmak için kimse evinden çıkmıyor, saklanıyor.

Ancak belgesel evsizlere dikkat çekiyor, onların böyle bir durumdan korunacak, sığınacak bir yerleri yok. Alınan sözde tedbirler yine yoksulları dışarıda bırakıyor. Belgeselde bir görüşmecinin söylediği gibi, “fakirler hep ayakaltında kalıyor, karıncalar gibi…”

Bu cümleler sınıfsal eşitsizliğe gönderme yapmasının yanında doğanın başka türlerinin devletlerin göstermelik felaket önlemlerinin dışında kaldığını vurgulaması aşısından da önemli fikrimce.

Farkındalık

“Görünmez Şeytanlar”da dikkat çeken durumlardan bir diğeri de Delhi halkının deneyimden gelen farkındalığı. Mesela, şehrin önemli sorunlarından biri su, bulunan yerlerden tankerlere doldurulup halka dağıtılıyor, insanlar plastik kaplarla uzun kuyrukları aşarak sınırlı suya kavuşabiliyorlar. Kadınlardan biri şöyle söylüyor: “Son otuz kırk senedir belki bu siyasetçi veya bundan sonraki düzeltir diyoruz. ‘On güne su gelecek’ diyorlar ama kazandıktan sonra verdikleri sözleri unutuyorlar.” Bu cümlelerden insanların artık politikacılara güvenilmeyeceğini anladıklarını seziyoruz.

Bu farkındalık halinin bir göstergesi de doğayla ilişkiye dair kurulan cümlelere yansıyor, kauçuk ağaçlarının gittikçe yok olduğundan bahseden bir katılımcının cümleleri bunu anlatıyor: “Ormanı kesip lastik fabrikası kuruyoruz, kauçuk ağaçlarını sömürüyoruz. Büyük miktarda ham kauçuk elde ediyoruz. Sertleştirilmiş kauçuğa dönüştürüyoruz. Bundan lastik üretiyoruz. Bazen birkaç ay, bazen birkaç gün, hatta birkaç saat kullanıyoruz. Peki, sonra bu lastiklere ne oluyor, lastikler toprağa karışıp ağaca dönüşebilir mi?”

Belgeselde benzer yorumlara epey rastlanıyor bu durum bana kalırsa halkın doğayla kurduğu ilişkinin dönüştüğünü ve bu konuda artık farklı düşündüklerini gösteriyor çünkü gerçekten de insan faydası için sömürülen doğa varlıkları geri gelmiyor, lastik ağaca dönüşmüyor.

Solastalji

Hava kirliliği, her yıl daha da yükselen sıcaklık, kirlenen nehirler, yok olan ormanlar, şimdilerde sular altında kalan şehirleri, bulaşıcı hastalığı getiren ama eskiden kutlamalarla karşılanan Muson Mevsimi, plastik poşet yiyen hayvan görüntüleri, su kıtlığı…

Rahul Jain’in belgeselinde yer verdiği meseleler Hindistan’da yaşayanların solastaljik hislerle çevrili bir yaşamı çoktan deneyimlediklerini de gösteriyor. Çevresel değişim kaynaklı duygusal ve varoluşsal sıkıntı görüşülenlerin cümlelerinde açıkça ifadesini buluyor. Bunlardan birkaç örnek vermek gerekirse, “Tanrı’nın bize verdiği şeyi doğayı tamamen kaybettik. İnsanlık yaptı. Kaplumbağalar yok oldu, hayvanlar bitkiler gitti. Her şey gitti artık hiçbir şey yok”, “Tanrılar bile değişti”, “Hayatım boyunca temiz nehir görmedim ya siyah ya beyaz.” “Hiçbir şey normal takvime uygun değil”. Delhi’de yaşayanların, iklim değişimi kaynaklı hislerini yansıtan bu cümlelerde, terk edilmişlik, çıkışsızlık, güvenecek kimsenin, tanrının bile yokluğu ve bunların getirdiği solastalji hissi kendi varoluşsal sıkıntılarıyla birleşiyor, belgeselin distopik atmosferiyle birlikte belki de başta bahsettiğimiz Latour’un “duygusal tutum eksikliği” dediği durumun biraz olsun aşılmasına, meseleyle duygusal bağ kurmaya neden oluyor. Bundan dolayı Jain’in belgeselinin başardığı şeylerden birinin bu olduğunu söyleyebiliriz.

Rahul Jain’in “Görünmez Şeytanlar” belgeseli anlatısını Hindistan üzerinden kursa da iklim krizi gibi sorunların dünyanın merkezinde bulunduğunu ve herkesin sorunu olduğunu hatırlatıyor. Çünkü Hindistan dünyaya, dünyanın ekoloji kaynaklı sorunları gezegende yaşamın tamamına dahil. Belgeselde görüşülenlerden birinin söylediği gibi, “Tanrılar yardım etmiyor artık bununla ilgili biz insanlar bir şey yapabiliriz.” Dünyada bugünün tanrıları patronlar ve işbirlikçisi politikacılar, yazı boyunca Hindistan özelinde bahsettiğimiz gibi onlardan bir şey beklenmeyeceği açık, o zaman dünyada yaşam için direnmenin imkânını yaratmak gerek değil mi?

Latour, B., (2022), “Sanat ve Ekoloji ‘Doğa Politikaları: Yeni ve Eski’”, s.112, (Çev. Merve Tokmakçıoğlu), İletişim Yayınları: İstanbul.

Lovelock, J., (2021), “Novasen, ‘Yaklaşan Hiperzeka Çağı’”, s. 69, (Çev. Ebru Kılıç), Kolektif Kitap: İstanbul.

Önceki ve Sonraki Yazılar
EMEK EREZ Arşivi
SON YAZILAR