Mücella’ya mektup: Bu da mı gol değil?

Sevgili Mücella,

Zeytin, çam fıstığı ve pırnar ağaçlarının gölgesinde, pırıl pırıl, göz alabildiğince uzanan masmavi bir denize bakarak yazıyorum sana.

Öyle sıcak ki Kuzey Ege’nin meşhur, sert rüzgârlarının bile kendini göstermeye mecali yok. Ama eminim, birazdan İmbat dayanamayacak, denizi, ağaçları, toprağı okşaya okşaya, derken kökünden sökmek istercesine esecek.

Keşke, diyorum kendi kendime, keşke doğanın muhteşem gücünün, güzelliğinin, insanla birliğinin farkında olan sen, benim yerimde olsan.

Keşke, bir günlüğüne bile olsa, yer değiştirebilsek.

Cezaevinde, betonla çevrelenmiş halde sıcaklarla nasıl başa çıktığınızı sık sık düşünüyorum.

Seni, Çiğdem’i, Mine’yi… Gezi tutuklularını ve haksız, hukuksuz yere tutuklanıp hayatlarından günler, aylar, yıllar çalınan, sayıları belki binleri bulan masumu…

Gezi Parkı’nda buluşmamızı hatırlamadan edemiyorum. Daha kimsenin haberi yokken, ağaçları kesmeye gelen zabıta ekiplerinin karşısında bir avuç insan, ağaçların etraflarında nöbet tutuyor ve yalvarıyordu: “Ne olur durun, yaptığınız hukuka aykırı…”

O gün ve devamında parkta olmasaydık, ülkenin her noktasından milyonlarca insan destek için sokağa çıkmasaydı Gezi Parkı belki de bugün yoktu.

“Gezi Parkı direnişinden geriye ne kaldı ki?” diye tahlil yapanlar belki bunun farkında değildir: Cayır cayır yanan bir beton krallığının ortasında, hâlâ bir vaha gibi yükseliyor Gezi Parkı.

10 yılı aşkın zamandır – kimi, kimden koruyacaksa- parka konuşlandırılan çevik kuvvet de turist de halk da hâlâ o ağaçların gölgesinde serinliyor.

Şimdi bu da mı gol değil?

Gezi’nin en büyük mirası da ülkenin dört yanında filizlenen, yeşil alanlara, ormanlara, denizlere sahip çıkan kent ve ekoloji hareketleri.

Sırf bunun acısıyla, senin de dahil olduğun bir grup insanı özellikle hedef seçen,

beraat kararlarını hiçe sayarak defalarca dava açan,

trajikomik iddianameler hazırlayan,

nihayet sizi tutuklayanlar…

Şimdi de Yargıtay Başsavcılığı’nın tebliğnamesiyle bir kez daha meselenin hukuk değil, intikam olduğunu kanıtladı.

Sizlere isnat edilen, asla kanıtı bulunmayan tüm o mesnetsiz suçlamaları, yalanları duydukça niye onlar adına biz utanıyoruz Mücella?

En dayanamadığım, Gezi direnişinde öldürülen onca masum çocuğun kanını bile size bulaştırmaya çalışmaları.

Bir tek insanın burnu kanamasın diye nasıl çırpındığını

Ya arabayla ezilerek, ya gaz fişeğiyle, ya dövüle dövüle öldürülen o güzelim çocukların aileleriyle nasıl dayanıştığını, yıllarca her davalarını takip ettiğini hepimiz bilmiyor muyuz?

Kaynaklarda, “15 Haziran’da polisin parka girmesiyle Gezi Parkı direnişi sonlandı” diye bir genelleme var.

Bütün sürece olduğu gibi o gecenin de şahitlerdenim; “daha fazla insana zarar gelmemesi için” Taksim Dayanışması’nın parkı boşaltma kararını verdiğini, herkesi ikna etmek için verdiğiniz mücadeleyi bizzat biliyorum.

Fakat yazdıklarımız, tanıklıklarımız, belgeler; hepsi, hepsi bir yalancı tanığın yanında yok sayılıyor.

Tebliğnameyi yazan Savcı, “Gezi’de ölenler”in isimlerini veya nasıl can verdiklerini değil, sayısını vererek “şiddet ve cebir” kategorisinin altında toplamış.

Gazeteci, yargı muhabiri Ersan Atar, tebliğnameyi değerlendirirken şuna da dikkat çekti:

“Savcı, Berkin Elvan’ın adını da vererek Can Atalay’ı ve diğer sanıkları sorumlu tutuyor: “Yaratılan şiddet ortamında Berkin Elvan’ın hayatını kaybettiği anlaşılmıştır.”

Bu mantığa göre Berkin’in avukatlarından olan Can da, çekilmeyen belgeselin (!) yapımcısı Çiğdem de, şehir planlamanın en iyi isimlerinden Tayfun da, Anadolu’da kültür sanat faaliyeti yapan Mine de, parka sandviç gönderen Osman da, polisin gaz fişeğiyle öldürdüğü bir çocuğun ölümünden sorumlu!

Tebliğnamede bir kez daha, kendi verdikleri kararları hiçe sayıp, seni dışında tutmuşlar. Yaş ayrımcılığına uğramak da varmış!

Gereken cevabı verdin tabii:

“Hakkımda delil yoksa, diğer sanıklar için de yok demektir.”

Görsen, ağlarsın Mücella…

Rüzgâr başladı Mücella, ama İmbat değil. Doğu ve kuzey doğudan esmesine rağmen serinletmiyor, sersemletiyor.

Cezaevinde sansürlenmeyen (!) haberlerin arasında olduğundan haberiniz vardır:

Dünya Meteoroloji Örgütü, aşırı sıcakların iki hafta daha süreceğini açıkladı.

İtalya, Yunanistan, Türkiye ve Balkanlar’da 19-23 Temmuz arasında sıcaklık rekorları kırılacakmış.

İşin doğrusu şu ki aşırı sıcaklar bu kadar uzun sürerse sıcak hava dalgası deniyor; yani afet niteliğinde. Ve ne yazık ki bu kadar yüksek sıcaklıklar, orman yangınlarını çok daha tehlikeli, ölümcül hale getiriyor.

Aman ne güzel esti” bile diyemiyoruz çünkü güçlü rüzgârlar, bu kadar sıcakta orman yangınlarının çok daha hızlı bir biçimde, daha geniş bölgelere yayılması anlamına geliyor.

Geçen yılki yangın afetleri hızla unutuldu; umarım benzer felaketleri yaşamayız. Baksana, altı ay önceki büyük depremler bile “gündem” değil!

Hiçbir şeyin değişmediğini, aynı hatalarda ısrar edildiğini bildiğim için huzursuzum.

Bırak teknik olarak yangınla mücadele önlemlerini almayı; ormanları ormanlık alanları hâlâ imara açılıyor. Yeşil alanları talan etmek, zeytinlikleri imara açmak için her bir karış toprak satılıyor.

Enflasyon ve TL’nin gümbür gümbür değer kaybetmesi, talanı yavaşlatacağına daha da hızlandırdı.

Görsen, ağlarsın Mücella…

Yazlık uğruna, yatırım uğruna her yer satışta. Köylü, çiftçi geçinemedikçe elinde kalanı satıyor. İmar yasağına rağmen Ege’nin her köşesinde inşaat faaliyeti sürüyor- bazıları durdurulsa da ekosistem tahrip edilmiş oluyor.

Bak Gezi’nin ağaçlarından başladık, nereye geldik!

En son Silivri duruşması sonrasında yaptığımız gibi, hep birlikte denize bakabileceğimiz, bu ülke için daha umutlu cümleler kurabileceğimiz, yüzümüzü serin rüzgârlara çevireceğimiz günleri hasretle bekliyor, hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
MEHVEŞ EVİN Arşivi
SON YAZILAR