Başka bir hikâye yaratmak, kurumlar ve “Sakar”

Kurumların bireyin yaşamında önemli olduğunu sıklıkla vurgularız. Bireyin kurumlarla ilişkisi aileyle başlar sonrasında; okul, ordu gibi diğer disiplin kurumları devreye girer ve kişiyi devlete, topluma, çoğunluğun bakışına uygun olarak biçimlendiği bir sürecin içine sokar. Bunun yanında bireyin neredeyse tüm yaşamında yer eden kurumlar, konu gerçekten onun yaşamıyla ilgili olduğunda işlevsiz kalır. Mesela, aile içi şiddet gibi konularda kurumlar arası bir dayanışmayla karşılaşırız, kadınların ve çocukların konu olduğu pek çok olumsuz yaşanmışlıkta aile kurumunu dışarıda bırakarak meseleye yaklaşan farklı işleyişlerle karşılaşırız. Aileye atfedilen kutsallığı korumak, genellikle şiddete maruz kalanı korumanın önüne geçer ve burada bir çeşit kurumlar arası birbirini gözetme ilişkisi işler.

Alexandre Seurat’nın “Sakar” adlı kitabı yukarıda bahsettiklerimi düşündürüyor. Metin, 2009 yılında Fransa’da yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkarak kurgulanmış. Açıkçası metnin, “gerçek bir olaydan yola çıkarak” kurgulanmış olması başta tereddütle yaklaşmama sebep oldu. Çünkü aile içinde çocuğa şiddet gibi çok zor bir konu işleniyor ve gerçek bir olaya yaslanıyor, bunu nasıl şiddeti yaşayanı nesneleştirmeden, merhamet, acıma gibi duyguları uyandırmadan anlatıya taşıyacaksın, sorusu ilk aklıma gelendi. Ayrıca, hayatın gerçekliği içinde çok sık tanık olduğumuz bir sorunu yazarın olayla empati kurarak anlatması olasılık dahilindeydi ki böyle bir anlatma biçimi ister istemez karakterle özdeşleşmeyi getirebilir bu da onu yaşanandan bağımsız düşünmenin yolunu kapatabilirdi. Böylece, kurmaca bir karakterle karşı karşıya olduğumuzu unutarak hikâye ve gerçeklik arasındaki o sınırı belirsizleştiremeyebilirdik.

Bu nedenle gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak oluşmuş metinlerde, hele ki konu çocuğa, kadına şiddet gibi yeniden üretildiğinde sorun yaratabilecek meselelerse, anlatmanın imkânını zorlamak önemli oluyor çünkü kurmaca bir metinden beklediğimiz bize gerçeklik hakkında bir belge sunması değil fikrimce, yazarın nesnesiyle bir mesafe yaratarak, ortaya yeni bir şey koyabilmesi.

Örneğin Claire Keegan, İrlanda Katolik kilisesi tarafından işletilen Magdalen çamaşırhanelerini konu ettiği, “Böyle Küçük Şeyler” (2022) kitabında, bu çamaşırhanelerde kadınların yaşadığı acıyı, sıkıntıyı tanıkların konumundan yola çıkarak anlattığı bir yöntem kullanmıştı. Böylece, kadınların ve kız çocuklarının acıları yeniden üretilip şeyleştirilmeden, ona tanık olanların konumunun ne olabileceğinden yola çıkılarak mesele etik bir boyuta taşınmış ve okur tüm bunlar yaşanırken diğerleri ne yapıyordu sorusuyla baş başa bırakılmıştı. Burada gerçekliğin başka bir yolla anlatıldığını görürüz. Bu gerçeküstü bir boyut değildir okura, o gerçekliği başka bir hikâyeyle anlatmanın yolunun bulunmasıdır, buna belki gerçeklikten yola çıkarak başka bir hikâye yaratmak diyebiliriz.

Görüşme Tekniği

Peki, Alexandre Seurat çocuğa şiddet ve zorbalık gibi zor bir konuyu, nasıl anlatmış? Metinde şiddete maruz kalan, devamlı manipüle edilen, küçücük bedeninde bin bir korkuyla yaşamaya çalışan bir çocuğun gerçekten zor hikâyesiyle karşılaşıyoruz, zor çünkü gerçeklikten yola çıkıldığı bilgisiyle hareket ediyoruz. Seurat, kitapta bir çeşit görüşme tekniği kullanmış, konuyla uzaktan yakından ilişkili olabilecek herkesin, aile bireylerinin, okul, jandarma, hastane, sosyal hizmetler gibi kurum çalışanlarının tek tek olaya dair fikirlerinin, ihmallerinin, pişmanlıklarının, şaşkınlıklarının dile getirildiği pasajlar bunlar. Böylece, roman kişileri sanki “Diana hakkında ne söylemek istersiniz” şeklinde bir sorunun muhatabı hâline getirilmiş denebilir.

Bu anlatma biçimi bana kalırsa, yazarı metnin dışına itmiş ve karakterle özdeşleşme ihtimalini engellemiş, sesinin, karakterinin sesinin önüne geçmesini aşmayı sağlamış. Bu görüşmeye benzer teknik, şiddete uğrayan bedeni merhamet, acıma gibi duyguların nesnesi haline getirebilecek, sorumluları görünmez kılabilecek bir üslûbu iptal etmiş ve metni bir kurumlar eleştirisine dönüştürmeyi başarmış. Bu durum, metne anlatı açısından nesnel bir yan katarak bizi salt şiddete uğrayan bir çocuk bedeninin yaratabileceği etkilenmenin de ötesine geçiriyor çünkü yaşanmış ya da yaşandığını bildiğimiz bu tarz rahatsız edici hikâyelerde, okur konumu bizi; olayı kişileri suçlayarak yorumlamaya, meseleyi yazarın bakışıyla görmeye itebiliyor. Bu metinden etkilenmeyeceğimiz anlamına gelmiyor ancak konuyu bir kişiler meselesi olmaktan çıkarmak önemli fikrimce çünkü böylece ardında yatan kurumları görmezden gelmenin önüne geçiliyor.

Aile Cehennemi

Aile kurumunun çocuklar için cehenneme dönüşebildiği çok fazla hikâyeye temas ediyoruz. Bir biçimleme kurumu olarak bireyin yaşamla ilk karşılaştığı yer olan aile, pek çok anlatının aksine huzuru değil, şiddeti, acıyı, kendisi olamamayı, baskıyı çağrıştırabiliyor. Seurat’nın anlatısı bizi ilk başta bu kurumla karşı karşıya getiriyor. Hikâyesi anlatılan Diana, başlangıçta istenmeyen, terk edilen ama sonrasında eşiyle sorunlarını çözen annenin onu aileye tekrar dahil etmesiyle, yaşamının seyri değişen bir karakter. Yaşamının seyri değişiyor çünkü Diana aynı anda doğduğu kuzenine göre geç gelişiyor kendi ailesi bu durumu görmezden geliyor. Ailenin diğer bireyleri özellikle anneanne ve teyze onda bir sorun olduğunu biliyorlar ama bir çeşit “kol kırılır yen içinde kalır” mantığıyla meseleyi hasıraltı ediyorlar. Oysa Diana onlara anlatmaya çalışıyor anneannenin tanıklığı şöyle; “benim evde salondaydık ve bir oyuna dalmıştık, beklenmedik bir şekilde, birdenbire ‘dün annem bana vurdu’ demişti. Başını kaldırmıştı, gözlerimin içine bakıyordu. Ben de ona baktım, ne olduğunu sorup sormamakta kararsız kaldım ama içimden bir ses, ‘kızının hayatına karışma’ diyordu.” Teyze ise şiddete kendisi tanık oluyor, “İlk defasında Diana’yla birlikte onların mutfağındaydım ve o bir bardak devirdi. Bardak kırıldı. Bana bir saat sürmüş gibi gelen kısacık bir an, gözlerini ayırmadan, dehşet içinde bana baktı ama ben anlamıyordum. ‘Önemli değil,’ diyecek zamanı ancak bulmuştum ki ablam orada bitti. Telaşla gelmişti. Diana’yı aldı banyoya götürdü, duştan akan suyun sesini ve Diana’nın çığlıklarını duydum…”

Aile kurumu herkesin her şeyin farkında olduğu, bir sessizlik yemini içinde kadınlar ve çocukların başına gelenlerin gizlendiği bir şiddet yeri olabiliyor. Metin ilk başta buna dikkat çekiyor. Anneanne işin vahametinin farkına varıp, ihbarda bulunmaya çalışsa da kızını koruma amacıyla bir şikâyette bulunamıyor bu da Diana için çok daha zor zamanların gelişi demek. Kitap böylece, aile içi ilişkilerin nasıl işlediğini, geleneksel aile yapısının kurallarının, kişilerin birbirini sözde “koruma” niyetiyle hareket ederek, bir bireyin yaşamını nasıl çıkmaza sürükleyebileceğini göstermiş oluyor.

Diğer Kurumlar

Metnin sonrasında Diana’nın yaşamına aile kurumuna eklenen başka kurumlar giriyor. Okulda “tuhaflıkları” öğretmenlerin dikkatinden kaçmıyor, devamlı sevgi arayışı, insanlara davranışta mesafeyi kestirememesi, bedeninin çeşitli yerlerinde morluklar, yanıklar, krampon izleri… Böyle bir durumda elbette harekete geçilmesi için çabalayan öğretmenler, müdürler var hikâyede ancak kurumlar bürokrasisi gerçek hayatta da sıklıkla karşılaştığımız gibi, Diana’nın hikâyesini de çıkmaza sürüklüyor. Özellikle ailenin dışarıya verdiği “temiz görüntü” diğer çocuklarının Diana ile aynı muameleyi görmemesi ve bunun üzerinden geliştirilen manipülasyon, onları bir süre aklıyor. Dışarıya verilen görüntünün nasıl hakikat gizleyicisi olarak işletildiğini okul doktorunun şu cümlelerinde görebiliriz: “Çocuğun ailesiyle, sonraki ay için zorunlu muayeneler kapsamında bir randevu ayarladım. Baba kızıyla yalnız geldi, anne dördüncü çocuklarını yeni doğurmuştu. Aileleri hakkında konuştuk, çok kibar, samimi bir adamdı, sorularımı çekinmeden yanıtlıyordu, bir yanlış yapıyor olabileceğini düşünen biriyle alakası yoktu, tersine rahattı, kendinden emindi ve çocuğa karşı ilgiliydi.”

Aile birçok defa dışarıya verdikleri imajla Diana’ya uyguladıkları şiddetin üstünü örtmeyi başarıyor, çok zora düştüklerinde de taşınıyorlar ama çocuğun durumu başka yerlerde de gözden kaçmıyor. Aile deşifre olmaya çok yaklaşsa da yine meseleye dahil olan kurumların bu konulardaki işlevsizliği yüzünden olay bir türlü aydınlatılamıyor mesela bir adli tabip şu cümleleri kuruyor: “Biraz gergindim: Kötü muamele olduğunun iddia edildiği durumlar ağır sorumluluktur.” Metin boyunca farklı farklı kurumlarda sorumluluk almayan pek çok memurla karşılaşıyoruz, herkesin bir şeyleri fark ettiği ama bir türlü harekete geçmediği, kurumlar içi işleyişin olayı içinden çıkılmaz hale getirdiği uzunca bir süreç.

Metin Öğretmen Hanım’ın şu cümleleriyle başlıyor: “Kayıp ilanını gördüğüm zaman artık çok geç olduğunu anladım. O şiş yüzü ismi olmadan da tanırdım, o kısık gözleri ve o tuhaf gülümsemeyi; hiçbir şeyin yolunda gitmediği apaçıkken, ‘Her şey yolunda’ demeye çalışan o yorgun yüzü, bana düşmanca değilse de umutsuz gözlerle bakan, ulaşılmaz bir yere çekilmiş o yüzü; ‘Hiçbir şey yapmayacaksın’ diyen o bakışı.”

Alexandre Seurat’nın “Sakar” adlı kitabı Metis Yayınları tarafından, Nesrin Demiryontan çevirisiyle basıldı. Metin oldukça zor ve rahatsız edici bir konuyu işliyor ancak yazar okuru, başta bahsettiğimiz başka bir gerçekliğin hikâyesine doğru çekerek meseleyi kurumlar eleştirisine dönüştürüyor. Bu zor-yoğun hikâye böylece, okuru münferit bir olayın alanından çıkarıyor, tek tek kurumları işe dahil ederek düşünmeye zorluyor, sorunu bireysel edimlerin alanından değil, yapısal meseleler olarak görmemizi sağlıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
EMEK EREZ Arşivi
SON YAZILAR