SEDAT BOZKURT
Siyasetin Z raporu
Akıllı memleketlerde tarih köprüsü hep dünden yarına kurulur. Yani bugün, dünün yanlışları, hataları göz önünde bulundurularak aynılarının tekrarlanmasını önlenerek yarın inşa edilmeye çalışılır. Böylece bugünün de yarının da kaybedilme riski en aza indirgenir. Akıllı olmayan toplumlarda ise bu köprü hep bugünden düne kurulur. Böylece bugün de yarın da kaybedilir. Ve ülkenin hiç bitmeyen bir dünü olur.
Türkiye siyasetinde de bunu son zamanlarda çok görüyoruz. Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan dönemi pek çok meselede olduğu gibi tarihte de bir milat. 21 yıllık iktidarına ilişkin anlatacak öyküsü olmayınca, sıkışınca hemen gündemi tek parti dönemine, hatta Osmanlı'nın son dönemine taşıyor. Bütün tarihsel gerçekler, mesele tarihsel bağlantı kurularak siyasi zemine taşınınca da anlamını yitiriyor. Abdülhamid bir anda herhangi bir santimetre kare Osmanlı toprağı kaybetmemiş, Vahdettin İngiliz gemisine adımını atmamış oluyor. 50 yıl önce yapılan, açılan havaalanları, üniversiteleri, kendilerinden önce olmayan buzdolapları, çamaşır makinelerini bir kenara bırakıyorum. Ve bu "ihtiyaç halinde eğilip bükülerek amaca uygun" hale getirilen tarih, siyasetçi için konforlu bir alan yaratıyor. Elindeki medya gücü ile bunu ürettiğiniz tabana enjekte ettiniz mi, işte sokak röportajlarında İlber Ortaylı'nın bütün kitaplarını okumuş gibi kesin tarih bilgisiyle karşınıza çok sayıda insan çıkıyor. Bugünün sıkıntılarını bir köşeye bırakarak Lozan'dan tek parti dönemine ilişkin tarihsel her konuda kendinden emin cümleler kuruyorlar.
Elindeki devlet ve medya gücü ile illüzyona uğrattığı tabanına kendisi dışında kimsenin ulaşmasını istemiyor cumhur ittifakı bileşenleri. Bu insanların muhtelif ve mutlak doğrularla buluşması demek iktidarlarının da sonu demektir. Dezenformasyon yasasına bir de böyle bakın. Örneğin Erdoğan'ın son ABD gezisinde ve öncesinde ABD Başkanı Biden ile görüşmek için çok ama çok uğraştılar ama başaramadılar. Ayaküstü bir sohbet görüntüsü bile yaratılamadı. Kokteylde rutin fotoğraf karesi ile yetinildi. Erdoğan, orada kendisine yöneltilen Biden ile görüşüp görüşmeyeceğine ilişkin soruya verdiği yanıt "o Biden ise ben de Erdoğan'ım" oldu ve seçmene bu hemen enjekte edildi. Buradan da bir kahramanlık, liderlik öyküsü üretilerek, buna bağımlı hale getirilmiş kitlelere servis edildi.
Oysa gerçekler hayli farklı. Yanına tercüman olarak Merve Kavakçı'nın kızını alarak yaptığı son Biden görüşmesinde neler konuşulduğunu biz bilmiyoruz. Muhtemelen Türkiye Cumhuriyeti devleti de bilmiyor ve ABD devleti önümüze bu görüşmenin notlarını koyana kadar da bilemeyeceğiz. Yaşananlardan yola çıkarak tahminlerde bulunalım. Bazı belgeler sızdı medyaya, Türkiye Afganistan'da ABD'ye yardımcı olan Afganlılara geçici ev sahipliği yapacak. Hemen aklımıza İran sınırından son derece sağlıklı ve iyi giyimli olarak Türkiye'ye geçen Afganlılar geldi. Neden geldiklerini, nasıl geldiklerini o dönem bu bilgi olmadan uzun uzun tartıştık. Hatta o günler Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar'ın sınırlarımızdan kuş uçamayacağını söylediği günlerdi. İlginç bir biçimde bu tartışmalar yaşanırken, iktidar sert bir biçimde eleştirilirken bile bu geçişler sürdü, durmadı, önlem alınmadı. Bu geçişleri haberleştirenlere çıkarılan engelleri, önlemleri sınırda göremedik. Ardından Türkiye'ye ağır bir ekonomik maliyet çıkarma riski bulunan ABD'deki Halkbank davasıyla ilgili yüksek mahkemenin kararı geldi. Halkbank'ın temyiz başvurusu kabul edilmişti ve yargılama çok ileri bir tarihe ertelendi. ABD'deki Halkbank ve bununla ilişkilendirilen soruşturma talepleri sadece Türkiye açısından değil Erdoğan açısından da çok önemli. Rıza Zerrab davasının hakiminin anılarını yazdığı kitabında davaya müdahale girişimleri detaylı olarak yer alıyor. Reza için 2 kez ABD yönetimine de nota verdiğimiz hatırlayalım. Reza Zerrab'ın neleri itiraf ettiğini bilemiyoruz, ögrenmemiz zaman alacak. "o Biden ise ben Erdoğan'ım" meselesini umarım anlamışsınızdır, hayli sıkıntılı. Bu meseleleri gündeme getirince hemen "CHP ülke için milli güvenlik sorunu" olabiliyor. Oysa CHP bu sorunun kaynağı değil, dile getireni...
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Önümüzdeki seçimlerde Erdoğan'ın izleyeceği siyasetin omurgasını diplomasi ve savunma sanayi oluşturacak. Çünkü buralardan üretilen kahramanlık öyküleri AKP seçmenin hoşuna gidiyor, bunları dinleyince partisinde kalıyor. Aynı gerekçeyle daha önce bozulan tüm diplomatik ilişkiler şimdi düzeltilmeye çalışılıyor. Bunun biraz ekonomik boyutu da var doğal olarak. Ukrayna - Rusya savaşında alınan arabulucu pozisyonun iş yapması üzerine ABD ve Rusya arasında bile arabuluculuk talebini dillendirdik. Suriye ile ısınma hareketlerine geçtik, AB'ye sıcak mesajlar veriyoruz. Artık tüm dünya Erdoğan'ın bu seçim manevralarını kabul etmiş gözüküyor. O nedenle "ansızın" açıklamalarını çok fazla ciddiye alan yok. Suriye'de olamayan "ansızın"ın Yunanistan'da olma ihtimali olabilir mi? Amaçları ülkelerinin bundan zarar görmeden fayda sağlaması, batının son dönemki Türkiye'ye yönelik yapıcı politikalarının temeli bu.
Bir haftadır Muğla Milas Bozbük kırsalındayım ve TV izliyorum, tabi ki belgesel kanallarını. Ara sıra da haber kanallarına bakıyorum. Memlekette iktidarsız bir siyaset var. İktidar partisinin hiçbir yöneticisi yok kanallarda, onları savunmaya çalışan akademisyenler, gazeteciler var. Ara sıra yaşanan tartışmalara bakmayın, onlara haber niteliği kazandıran mesele içerik değil tartışmaları. Bu kanallar içindeki en berbat olanın TRT olduğunu görmesem, tek kanal olarak TRT'li günleri savunacağım. Bu ülkedeki en önemli hak ihlali insanların haber alma, bilgi edinmeleriyle ilgili. Bu kanalları izleyip insanların seçimlerde sağlıklı bir siyasi bir tercihte bulunması çok mümkün değil.
Gazetecilik mesleğine ilkesel bakılması gerektiğini savunurum. Meslekte nerede durduğunuz ve buraya nasıl geldiğiniz önemlidir. Haber iletirken aracılık yaptığınız halkla güvene dayalı bir ilişki kurmak zorundasınız. Çünkü halk sizden aldığı haber ve bilgi ile hem kendisinin hem de üzerinde yaşadığı ülkenin geleceğine ilişkin kararlar verecek, politik tercihlerde bulunacaktır. Bu küçümsenemez. Bu nedenle bu köşelere hatta ekranlara kimse "babasının malı" olarak bakamaz, buraları izleyicilerin ve okurlarındır ve onlara karşı biz yazarlar, gazeteciler sorumluyuzdur. Bu nedenle kısa bir özet geçeceğim yazılarımla ilgili.
Reuters iktidar medyasının işleyişini yazdı geçtiğimiz günlerde. Hayli de tartışıldı. Onlardan haftalar önce ben yazmıştım bu sistemi. Sadece haber üretimi ve sunumu olarak değil kadrolaşma sistemiyle birlikte. Bu sistem halen işliyor. Hatta ben görmedim ama anlatanların yalancısıyım, Erdoğan'ın çalışma ofisinde kocaman (gerçekten kocamanmış) 2 adet televizyon var ve bunlarda sürekli olarak A haber ile TV24 açık. Ve bunları çok dikkatli izliyor. Bazen alt yazılarda geçen haberlerin ifade edilişini beğenmiyor ve hemen (burada "Ekonomist Erdoğan" yazımın başına gelen erişim engellinin tekrarlanmaması için isim vermeyeceğim) en yakın çalışma arkadaşını çağırıyor. Kendisine göre doğru olan ifadeyi söyleyerek kanalın aranarak düzeltilmesini istiyor. Ve alt yazıdaki ifade düzeltiliyor. Aynı zamanda genel yayın yönetmeni yani. Abdulkadir Selvi'ye canlı yayında verdiği talimat bir işleyişin rutini.
Geçtiğimiz hafta herkes 6'lı masanın çatladığını, devrildiğini anlatıp yazarken ben "6'lı masa vites yükseltiyor" başlıklı yazı yazdım. 2 Ekim toplantısı sonrasında yapılan yazılı açıklama benim yazımın tekrarı gibiydi. İşleyiş açısından önemli kararlar alındı bu toplantıda. Kamuoyu önünde tartışma yaşanmayacak, liderler hemen telefon diplomasisi işleyecek. Daha sık bir araya gelecekler ve söylem birliğine şimdiden başlayacaklar. Bunun için bir komisyon da kuruldu. Yol haritası için kurulan komisyon da çalışmalarını bir ya da bir buçuk ayda tamamlayacak.
Yazılarımın birisinde Kemal Kılıçdaroğlu'nun aday olup seçilmesi halinde masanın da onayıyla CHP genel başkanlığını anayasa değişikliğine kadar sürdürme eğiliminde olduğunu yazdım. (Cumhurbaşkanlığı-CHP genel başkanlığı) Sanırım bu netlikte ilk ben yazdım. Bu mesele de olgunlaşmaya başladı. HDP kulislerindeki tartışmaları aktardığım yazımda da Selahattin Demirtaş'ın yazı ve açıklamaları ile HDP ve kendisine Abdullah Öcalan ve PKK'dan ayrıştırmaya çalıştığını yazmıştım. (HDP siyaseti ve denklemler) Bu tablo artık daha netleşti ve buradan dönüş çok zor.
Genç meslektaşlarımıza bir de katkı notu iletmek istiyorum, yoksa Ahmet Hakan'ın yasaklanması talebini ciddiye almış değilim. Sokak röportajları bir gazetecilik faaliyeti değildir. Tesadüfî yöntemle belirlenmiş kişiler üzerinden sokağın o anki halini, düşüncesini tekil örnekler üzerinden öğrenebileceğiniz bir veridir. Gazeteci için de siyasetçi için de kesinlikle dikkate alınması gereken bir veridir. Sokak röportajlarını bir haberin üretilmesi için, o haberin bir unsuru olarak sokağa çıkılarak yapılan röportajlarla karıştırmayın. Orada haber mevcut, örneğin maliye bakanı açıkladı: hayat pahalı değil. Bu haberin sokağa yansıması haberin önemli detayıdır. Hatta haberi daha etkin kılması açısından bir nevi karşı görüşüdür. Ve haberleşme süreçleri tamamlanarak paylaşılmıştır. Bunu vatandaş haberciliği ile de karıştırmamak lazım. Bazen sokak röportajlarında da haber değeri olan öyküler, bilgiler ortaya çıkabilir. Burada da muhtelif sıkıntıların ortaya çıktığı bir gerçektir. Ama bu sıkıntıları dile getirerek çözüm önerecek kişi hemen "yasaklansın" diyen Ahmet Hakan değildir doğal olarak.