CAN CANDAN’LA NÜKLEER ALATURKA’NIN ALTI YILLIK SERÜVENİ

2015 yılının sonbaharıydı, bir araya gelip harıl harıl Nükleer Alaturka belgesel film projesi için çalışmaya başladığımızda. Can yıllardır aklında demlediği belgesel projesi için mutfağa girmeye karar vermiş ve nükleer eşikteki Türkiye’yi bu belgesel aracılığıyla uyarmayı kamusal sorumluluk bilmişti. İlk buluşmamız, sahibi Ferda Erdinç’in deyimiyle “bitmez yol çalışmaları, bombalar, gazlar, nümayişler, polis barikatları, TOMA’lar”a ve başka sarsıntılara  dayanamayarak geçen yıl bizlere veda eden Zencefil’deydi. Projenin yapımcısı/yönetmeni Can Candan, diğer yapımcısı Christian Bergmann, projenin araştırmacısı/danışmanı sıfatıyla ise ben bir araya gelmiştik. Anlatılmaz yaşanır dediklerinden hani, öylesi bir heyecan vardı üzerimizde. Can’ın yüzünde koca bir gülümseme. Kendinden emin. Merakla soruyordu. Yanıt onu tatmin edene kadar… sordukça soruyordu. Öyledir o, aklına yatmazsa asla peşini bırakmaz. 

"HUMMALARDAN HUMMA BEĞEN"

Zencefil’in yanı sıra kah Boğaziçi Üniversitesi’nin seminer odalarında kah yapım şirketimiz Surela Film’in Beşiktaş’taki şirin ofisinde çalışıyorduk. Araştırmalar sürüyor, senaryo yazılıyor, görüşmeler yapılıyor, “teaser”lar hazırlanıyordu. Geniş ekip toplantılarında çizerimiz Cem Dinlenmiş ve araştırmacımız Saadet Özen’le hasret gideriyorduk. Büyük bir prodüksiyon vardı Can’ın aklında lakin nükleer takvim neredeyse ışık hızıyla işlediğinden bizim pek vaktimiz yoktu. Hummalardan humma beğeniyorduk. Ve ben bırakabileceğim bir yer olmadığından her gün 1 yaşındaki Deniz’i de sürüklüyordum peşimden. Can bizi asla asık suratla karşılamıyor, sakin bir bebek olsa da arada tepesinin tası atan Deniz’e hep sevgiyle bakıyordu. Öyle de çocuk dostu bir yönetmendir kendisi. Yüzünde hep o koca gülümseme. Deniz’in ise ekip arkadaşlarım kucaklarında keyfine diyecek yoktu. 

Çalışma aralarındaki kelamlar memleketin ahvali üzerineydi. Suruç Katliamı’nı Ankara Katliamı izlemişti. 7 Haziran genel seçimleri 1 Kasım’da yenilenmişti. Lakin sular bir türlü durulmuyordu. Hendekler kazılıyor, bombalar patlıyor, insanlar öldürülüyordu. Derken “Barış için Akademisyenler” bildirisini doladı diline siyasetçiler. Can imzacılardandı. Sıkılıyordu elbette canımız ama çalışmayı sürdürüyorduk. Sadece memleketin ahvali üzerine biraz daha fazla konuşur olmuştuk çalışırken. Daha fazla iç çekiyor, daha fazla ofluyorduk ve kafamızı toplamakta daha fazla zorlanıyorduk artık. Akademisyenlerin kanlarıyla duş almak isteyenler bağıra bağıra konuşmalar yapıyordu miting meydanlarında. Zamanın ruhu gergindi, her gün payımıza bir “olay”  düşüyordu.

ZOOM'SUZ HAYAT

Ankara Katliamı’nın ardından nefes alamayıp yıllanmış doktora tezimle İspanya için aylar önce yaptığım burs başvurusunun kabul maili, bizim Surela Film’deki işte böylesi toplantılarımızdan birinde düşmüştü önüme. Biraz şaşkındım. Çekiniyordum da ekibe söylemeye, hani onları yarı yolda bırakmış gibi olacaktım zira. Lakin Can yine o koca gülümsemesiyle karşıladı bu haberi, tedirginliğimi anlamış olacak ki tebriklerin ardından “Hiç dert etme” dedi, “İnternet üzerinden çalışmayı sürdürürüz nasılsa.” Öyle de inceliklidir, yoksa o da biliyordu çalışmaları aksatacağımı. O zamanlar “zoom” hayatımızda yoktu. Ekip buluşuyordu, ben uygun olduğumda onların toplantılarına görüntülü bağlıyordum. Lakin bu süreç de kısa sürdü zira Barış için Akademisyenler’in davaları başlayınca Can’ın Çağlayan mesaisi de başladı. 

Çağlayan Adliyesi’ndeki hemen her duruşmayı izledi Can, belgeselcinin sorumluluklarından biri de buydu neticede; tarihe tanıklık etmek. Öyle bir iki duruşma değildi hani, yüzlerce duruşma… Düzenli çalışmak artık hayal olmuştu ama yine de aklımızın bir köşesinde hep Nükleer Alaturka vardı. O kadar ki yardımcı yönetmenimiz Selen yıllar sonra “Çağlayan Adliyesi’nde bile Nükleer Alaturka çalışmışlığımız var bizim” diyecekti. Diğer yapımcımız Ayşe Çetinbaş da adliyelerdeydi. Kalbi durduğu ve bu yüzden bir süre beynine kan gitmediği için yüzde 99 engelle yaşamına devam eden yönetmen eşi Çayan Demirel’e ve eş yönetmen Ertuğrul Mavioğlu’na “Bakur” filminden dolayı açılan dava nedeniyleydi onun adliye mesaisi. Ve bu mesai Çayan’ın emeklilik hakkını kazanmak için açtığı dava için de sürecekti. 

Bense gittiğim için biraz suçluluk duygusuyla izliyordum Türkiye’yi. Orada 2 yaşında bir çocukla kendime yeni bir yaşam kurmaya, İspanya’da yeni bir ben yaratmaya çalışıyordum. Ve Can tüm inceliğiyle yine yanımdaydı. Sürekli halimi hatırımı soruyordu. Bunun kıymetini, göçmenliğin ne olduğunu en iyi bilenlerdendi kendisi. Kısa zaman sonra gurbetin ne olduğunu yardımcı yapımcımız Arda da öğrendi. Memleket hırçınlığına hırçınlık katarken yapımcımız Christian Türkiye’yi terk etti Arda’nın ardından. Ondan sonra da bilimsel danışmanımız İlke Ercan. Hayat, sağ olsun, bize hiç yardımcı olmuyordu. Siyasetin hoyrat yüzü topluma çoktan yansımıştı. Bisiklet yolu olmadığı için Can bisiklet kazası geçirdi, kolunu kırdı örneğin. Trafikteki bu fütursuzluğun politik arka planı var dersem, kim yalan diyebilir ki şimdi buna? 

Sağlığımız söz konusuydu, stres altındaydık. Özel hayatlarımız vardı, kendi dertlerimiz, çocuklarımız… Tüm bu hengame içinde yine de yaşamayı başarıyorduk. Bazen umutluyduk. Bazen umutsuz olsak da dirençli. Çokça öfkeliydik. Arada sandığa gidip oy kullanıyorduk. Barış için Akademisyenler bir bir beraat ediyordu. Türkiye’ye dönüşümün hemen ardından pandemi hayatımıza girmişti. Maskeler adeta yüzümüzün bir parçası olmuş, evlerimize kapanmıştık. Müzisyenler intihar ediyordu, ekonomik ve politik dar boğaz içindeydik. Herkes çok yoğundu ama bir pencere açmaya, bir arada olmaya ihtiyacımız vardı ki yine büyük bir hevesle işe koyulduk. Zoom toplantıları hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıydı artık. Haftada iki kez bir araya geliyorduk. Senaryonun üzerinden geçiyorduk bölüm bölüm. Öyle kolay bir iş değildi! Bazı bölümlerin üzerinde saatler harcıyorduk, sonra dönmek üzere notlar alıyorduk. Çok titiz bir yönetmendir Can, savsaklamanız mümkün değildir onunla. Derken bir kez daha Türkiye’de yaşadığımızı idrak ettik: Biz daha senaryonun son bölümüne gelemeden Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyım rektör atandı. Öğrenciler ayakta, çalışanlar ayakta, akademisyenler ayaktaydı. Proje yine doğalında askıya alındı. 

Bizim aklımız Boğaziçi’nde, Can Boğaziçi’nin göbeğindeydi. Ve altı ay boyunca akademisyenler sırtlarını kayyım rektör Melih Bulu’ya dönerken Can bu direnişi gün gün belgeleyerek hem haber olma haklarına, hem de halkın haber alma hakkına sahip çıktı. Tam da basın ve ifade özgürlüğünün bu denli yok edildiği bir ülkede yaptığı şeyin kıymeti yüzünden kayyım rektör Melih Bulu’nun bir gece ansınız görevden alınmasının ardından yerine vekaleten atanan Naci İnci tarafından Can’ın Boğaziçi Üniversitesi’ndeki işine son verildi. Ki Can elbette vazgeçmeyecekti…

İşte Nükleer Alaturka film projesi başladığından itibaren son altı yıl, en özet haliyle böyle geçti. Can’ın deyimiyle tam yeni filme odaklanmaya karar verdiğinde bir arkadaşını hapse atıyorlardı; böyle bir durumda kendi işine bakamıyordu o, kendini başka bir mücadelenin içinde buluyordu. Elinden geldiğince destek oldu haksızlığa karşı çıkan herkese Can. Şimdi de siz akademik özgürlüklere sahip çıkar, haksız yere öğrencilerinden uzak bırakılmaya çalışan Can Candan’ın sesine ses olursunuz, değil mi? Çünkü onun bir an önce bitirmesi gereken bir belgesel film projesi var.

Önceki ve Sonraki Yazılar
FİLİZ YAVUZ Arşivi
SON YAZILAR