Cumhuriyet Halk Partisi, CHP

Siyasi partiler yaşayan bünyelerdir. Doğarlar, yaşarlar, değişirler, kapanırlar. Faaliyet halindeyken de parti programında yazılan konuları parti tüzüğüne uygun çalışarak gerçekleştirmeye çalışırlar. Türkiye siyasi tarihi pek çok kapatılan, kapanan partinin öyküsünü içinde barındırır. Şu anda bir kısmı tabeladan ibaret de olsa sanırım Türkiye’de 130’a yakın parti bulunuyor. Doğal olarak bunların büyük bir kısmını, siyasi tarih kayıt altına alarak ileriye bilgi olarak bile taşımayacaktır.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk partisidir. Kuruluş öyküsü de biraz karmaşıktır. Kurtuluş Savaşını yöneten ve cumhuriyeti ilan eden kadro tarafından kurulduğu için bu mücadelenin bir parçası olarak kabul edilir. Bunu kuruluş ilke ve felsefesinde de gösterir. Kurtuluş Savaşının niteliği ve yol haritasının belirlendiği Sivas Kongresi CHP’nin ilk Kurultayı olarak kabul edilir. Bir aydan fazla sürede yazılan parti tüzüğünün kabul edildiği tarih 9 Eylül 1923 CHP’nin kuruluşu tarihi olarak kayıt düşülmüştür. Atatürk’ün 11 Eylül’de Genel Başkanı seçildiği CHP, kuruluş dilekçesini 23 Ekim’de İçişleri Bakanlığı’na vererek resmen parti kimliği edinmiştir.

Devlet partisi

CHP’nin 1936-1939 yılları pratiği kavramsal olarak da hayli tartışmalı yıllardır. Dünyada yükselen kurumsal bir faşizm vardır. CHP’nin tüzük ve programı otoriter bir içerikle Recep Peker tarafından düzenlenir. Bir süre sonra Peker Genel Sekreterlik görevinden alınır ve yerine İçişleri Bakanı Şükrü Kaya getirilir. Kaya bakanlık koltuğunu da bırakmadan parti görevini üstlenir. Bu konuma uygun olarak da illerdeki valilerin tamamı CHP İl Başkanı olarak atanırlar. Buradaki detay önemli, CHP il başkanları vali olarak atanmıyor, devletin valileri il başkanı olarak atanıyor. Yani parti, devletin muhtelif kademelerine yerleşmiyor, devlet partinin muhtelif kademelerine yerleşiyor. Parti devleti değil yani devlet partisi gibi bir durum ortaya çıkıyor. 1939 yılında bu uygulamaya son verilir. (Burada AKP ile kıyaslama yapılması için detaylı açıklama yaptım)

1923 yılında ilk seçim yapıldığı zaman CHP kurulmamış, cumhuriyet de ilan edilmemişti. Bu seçimlerde CHP’nin omurgasını oluşturan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin listeleri vardı ve seçimleri de onlar kazandı. Tek parti yönetiminde de seçim vardı, 1923 ile 1943 arasında seçmenlerin önüne 2 dereceli seçim sistemiyle 6 kez sandık konuldu. 1946’da çok partili hayata geçildi, 1950’de ise sandık sonuçlarıyla iktidar değişti. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü sandık sonuçları uyarınca devlet yönetimini hiçbir sıkıntıya meydan vermeden Demokrat Parti kadrolarına, Adnan Menderes ile Celal Bayar’a devretti.

12 Eylül kapattı, delegeler açtı

Bu tarihsel özet gerekliydi. Yönetenlerin bile CHP’ye sıradan parti muamelesi yapmamaları gerektiğinin bir özeti aslında. Resmen kurulduktan 58 yıl sonra 12 Eylül darbecileri tarafından 1981 yılında tüm siyasi partilerle birlikte kapatıldı CHP. 1992 yılında, kapatılan partilerin açılmasını sağlayan yasa çıkınca 9 Eylül 1992 tarihinde son kurultay delegelerinin katılımıyla açılmasına karar verildi. 12 Eylül darbesinin kapattığı ama sonra delegelerinin açılmasına karar verdiği tek parti CHP’dir. Bu bile tarihsel geleneğin sağlamlığına somut bir örnektir.

Burada tarihi bırakarak biraz Deniz Baykal’ı konuşmak lazım. Siyasi yasaklar kalkınca Baykal 1987 yılında CHP tabanının kurduğu Sosyal Demokrat Halkçı Parti’den (SHP) milletvekili seçildi ve partinin genel sekreteri oldu. SHP Genel Başkanı Erdal İnönü, Baykal ile ilk görüşmesinden sonra arkadaşlarına “bu genel başkan olmak istiyor” tespitinde bulundu ve haklı çıktı. SHP içinde sol kanat adıyla hareket eden bir parti içi organizasyon vardı. Bunlar çeşitli kimlikteki isimlerin oluşturduğu politik bir hareketti. Bunun yanına Baykal “hizip” olarak adlandırılan bir ekiple yerleşti. Baykal hizbinin tek hedefi ve niyeti vardı, partiyi Deniz Baykal’ın yönetmesi. Her kurultayda parti yönetimine hâkim olmak için çalıştılar, olağan ve olağanüstü kurultaylarda İnönü’nün karşısına aday olarak da çıktı Baykal. Ama hepsinde yenildi. Çareyi CHP’nin açılmasını sağlayarak orada genel başkan olmakta buldu. Baykal yetenek ve birikimi ile sabredebilseydi bu kadar bölünmeye ve parti içi mücadeleye gerek kalmadan amacına ulaşabilirdi. Bu aralar Ekrem İmamoğlu’nda gördüğümüz “sabredememe” halinin sonuçları açısından Baykal iyi bir örnektir.

SHP 1989 yılında yerel yönetimlerde yakaladığı başarının oluşturduğu zemini çok kötü kullandı. Bugün de yerel yönetimler için 1989 örneğinin hatırlatılması çok isabetlidir.

Ardından HEP ittifakı ve koalisyon ortağı sorumluluğu nedeniyle oyları düşen SHP, bütün bunlara karşın oyları artmayan CHP ile birleşme kararı aldı. Birleşme gerçekleşti SHP kadroları yönetimden tasfiye edildi. Baykal, kendisinin en kalın şekilde uyguladığı parti içi mücadeleyi “kavga” olarak tanımladı ve tüzük değişiklikleri ile partiyi mutlak yönetme gücünü ele aldı. Bu süreç CHP’yi tarihinde ilk kez baraj altına itti ve parlamento dışı bıraktı. Baykal genel başkanlığı Kılıçdaroğlu’na devrettikten kısa bir süre sonra kendisinin tüzükte yaptığı bütün değişikliklere itiraz etti.

CHP açıldığında Baykal tıpkı Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP’nin ilk yıllarında yaptığı gibi güçlü bir kadro ile yola çıktı sonra hepsini teker teker oyun dışı bıraktı. İsmail Cem, Ertuğrul Günay, Hasan Fehmi Güneş bu isimlerden bazılarıdır. Bu kadrolar tasfiye edilince parti yönetiminde bugün A Haber’de gördüğünüz bazı isimler kaldı.

Baykal’ın kızı Aslı Baykal’ın CHP yönetimine eleştirileri ilgi ile izleniyor özellikle iktidar medyasında. CHP’deki değişime itiraz ediyor, politik hat değişikliği yaşandığını savunarak. Oysa babasına sorsa her kurultayda seçmenin önüne “yeni CHP” sloganı ile ne getirdiğini, değişimin nerede nasıl başladığını belki öğrenebilir. CHP’de bugün de devam eden savrulma Baykal’ın direksiyonunda başladı. Bu savrulma ülkeyi de temelden etkilediği için hala devam ediyor.

Delege meselesi

En çok politize olmuş, keskin kimlik sahibi delege CHP delegesidir. Kurultay salonuna gelene kadar kararı netleşmemiş delegeler vardır ve orada kararlarını vererek ya da değiştirerek sonucu etkilerler. Parti yönetimine girmek isteyen adayların otel otel dolaşarak delegeleri etkilemeye çalıştığına çok tanıklık yaptık. 2005 yılında Baykal karşısında aday olan Sarıgül’ün kurultay salonundaki kavgası ona seçim kaybettirdi. Bu kurultayda partisinin belediye başkanını yolsuzlukla suçlayan Baykal 674 Sarıgül 460 delegenin oyunu aldı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun karşısına gerekli olan 127 imzayı bularak aday olarak çıkmakta zorlanan Muharrem İnce yine kurultay salonunda yaratılan hava ile delegenin 447 oyunu almayı başardı. Bir önceki kurultayda 740 oy alan Kılıçdaroğlu karşısında İnce 415 oyda kalmıştı.

Bu delege yapısı değişiyor CHP’de. Delegeleri etkileyen önemli bir faktör olarak yerel yönetimler devreye giriyor. Belediye başkan adaylarını belirleyecek parti organlarını kurultayda seçecek delegelerin belirlenmesinde belediye başkanları yoğun bir biçimde devreye giriyorlar. Bunun yarattığı sıkıntı CHP içinde her geçen gün daha fazla hissediliyor.

CHP içinde biraz yol alan belediye başkanların genel başkanlığa göz dikmeleri yeni değil. Murat Karayalçın bunun ilk sonuç alan örneğidir. Yüksel Çakmur da akla ilk gelen isimlerdendir. CHP’den ayrılmadan ve Ankara’nın Melih Gökçek’e teslim edilmesini sağlamadan önce eski Çankaya Belediye Başkanı Doğan Taşdelen bile genel başkanlığa aday olmayı arkadaşlarıyla tartışmış. Şimdi İstanbul Belediye Başkanı İmamoğlu bu tartışmaların öznesi. Cumhurbaşkanlığı adaylığı üzerinden yapılan tartışmaların hemen altında CHP Genel Başkanlığının yattığı yorumları hayli fazla. Bu nedenle il başkanı ile açıktan mücadeleyi bile göze alabiliyor. Bütün bu tartışmaların ateşini yükselten bir de pratiği var İmamoğlu’nun. Seçimlerin üzerinden 3,5 yıl geçmesine karşın hala seçim kampanyası yürütüyor, hem de Türkiye genelinde. CHP’nin delegesi popüler adayların peşine takılmaz, SHP’de Baykal CHP’de İnce, Sarıgül bunun örneğidir. Bu gibi durumlarda karşı adaya bakar.

Kılıçdaroğlu bu tabloyu sanırım çok iyi okumuş. Masanın da dolaylı onayını aldığını tahmin ederek çok iddialı bir cümle kurabilirim. Cumhurbaşkanı adayı olursa -ki bunu istediğini artık herkese kabul etmiş durumda-, seçildiğinde parlamenter sisteme geçene kadar -ki en az 1 yıl- CHP Genel Başkanlığını sürdürecek. Genel seçimlerden 9 ay sonra yapılacak yerel seçimlerde de 6’lı masa mekaniği işleyeceği için ittifak olarak adaylar belirlenirken çok güçlü söz sahibi olacak. Yani ittifak gereği oluşacak ortak listelerde CHP’nin milletvekili adaylarını da yerel seçimlerdeki belediye başkan adaylarını da Kılıçdaroğlu belirleyecek. Burada eli çok güçlü olacak, ittifak ortaklarının da itiraz ya da taleplerini de bu arada dikkate almak durumunda kalacak.

Demirtaş meselesi

Gazetecilikteki yöntemlerden birisi “kulis haberciliği”dir. Son dönemde bu, “demeç haberciliği” nedeniyle unutuldu. Alan muhabirleri partilerin özel toplantılarının, bakanlar kurulu toplantılarının perde arkasını alarak, hem de diyalog şeklinde yazarlardı. Ve bu hakiki bir gazetecilik örneğiydi. Tüm dünyada gazetecileri önemli hale getiren habercilik türü de budur. Önemlidir, bu halk adına onlardan oy ve destek alan siyasi partileri ve hükümetleri de hatta devlet kurumlarını da denetleme yöntemidir.

Bir süredir ben de politik analizlerimde, tarihsel bir bağ kurmaya çalışarak yazılarımın içine haber değeri de olan, mümkünse kulis bilgileri ekliyorum. Benim için de hayli yararlı oluyor. Yazılarımın beğenilebildiğini de biliyorum. Yeni cumhurbaşkanlığı sisteminde kulis bilgisi edinme imkânınız neredeyse yok. Partilerde genel başkanlar, yapacaklarını çok az kişi ile paylaşıyorlar hatta bazı partilerde hiç kimse ile paylaşmıyorlar. Devlet yönetimi sistem olarak tek kişilik. Pek çok açıklamaya bakanlar, parti yöneticileri bile bizlerle aynı anda tanıklık ediyorlar.

Politik olarak karşınıza aldığınız zaman size avantaj sağlayacağı için HDP’ye uzun zamandır parti muamelesi yapılmıyor. Ben HDP’ye normal bir parti muamelesi yapıyorum. Bunun için daha önce de HDP içinden kulisler yazdım. HDP’nin iç işleyişine kadar, dinamiklerinin de altını çizerek politik olarak tahliller yaptım. “Masa altından el üstüne HDP” yazım, HDP tarafından bütün örgütlere, örgüt içi eğitim başlığı altında dağıtılacak önemde bir yazıdır. Anayasa Mahkemesi’ne ilişkin aktardığım bilgiye dayalı kulisler eminim bu dönemin en üretken gazetecileri olan yargı muhabirleri tarafından önemle not alınmıştır.

Selahattin Demirtaş, Öcalan ile görüşmek isteyecek dedim, hafta içi avukatları aracılığıyla görüşmek için başvuruda bulundu. Yazdığım her şey edindiğim bilgilere dayanıyor, onları hayal dünyamda ben üretmiyorum yani.

“Masa altından el üstüne HDP” yazımda, genç gazeteciler ve gazeteci adayları için de bir ders notu var. Size aktarılan bilgileri, yani tanıklık yaparak duymadığınız bilgileri sakın tırnak içinde kullanmayın. Ben, aktarılırken tanık olduğum ve aradan uzun zaman geçtikten sonra başka bir yerde tekrar karşıma çıkan cümleyi tırnak içinde kullandım. Bu teknik bir hataydı gazetecilik açısından. Ayrıca bir cümle önce yorum halinde aktardığım bilgi, tırnak içindekinden daha az iddialı da değildi.

Gazeteciliğime en ufak bir müdahale hissi bile yaratmayacak bir niyetle ve çok nazik bir üslupla, “kettle” bile devreye sokmadan bana özel kısa bir açıklama notu gönderdi Demirtaş. İleten arkadaş bu hassasiyetin altını özenle çizdi. Demirtaş, “barış için çabalarının” bilindiğini hatırlattı ve yazdığım cümlenin kendisine ait olmadığını söyledi.

Türkiye’de siyaset yapmak zor, HDP’de yapmak daha da zor. Oradaki dengeleri de aşağı yukarı bildiğim için Demirtaş’ın haklılığını anladım. Bazı cümleler içeriğinden de önemli hale gelebiliyor.

(Cümlenin doğrusu mutlaktır diye iddia etmeden ve tekrar tırnak içinde kullanarak, “Dışarda olsam Kandil’e gider silah bırakın der, aldığım yanıtı da kamuoyuna açıklardım” olabilirdi sanırım. Bu benim hatam, okurlar ve Demirtaş’tan özür dilerim.)

Evrensel ilkelerde gazetecinin, tarafsızlık gereği dini, cinsiyeti, ırkı olmaz. Ama vicdanı olur. HDP adına siyaset yaptığı için bedel ödeyen bir siyasetçi Demirtaş, bunu tespit edelim.

Demirtaş’ın ikinci itirazı HDP yönetimi ile arasında var olduğu söylenen gerginlik nedeniyle HDP yönetiminin onu cumhurbaşkanlığına aday göstermeyi düşünmediğine ilişkindi. Bunu, adaylığa “ortaklaşarak” karar verileceği bilgisiyle düzeltiyor notunda Demirtaş. Oysa yazdığım iddianın muhatabı Demirtaş değil, HDP yönetimi.

Ve ben bu açıklamayı hiçbir talepleri olmamasına hatta yeni birkaç yazı konusu çıkma olasılığına karşın üzerinde politik olarak da pek çok baskı bulunan haksız hukuksuz cezaevinde tutulan ve sivil siyaseti bedel ödemek pahasına savunan bir siyasetçinin ilgili tarafların bilmesi gereken bir notu olarak değerlendirerek Twitter hesabımdan da paylaştım. Mesele budur yani…

Önceki ve Sonraki Yazılar
SEDAT BOZKURT Arşivi
SON YAZILAR