
ESAT AYDIN
Ekofeminist İsyan
Tarih boyunca kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesi, sadece ataerkil tahakküme karşı değil, aynı zamanda sınıfsal, kültürel, siyasal ve ideolojik bütün tahakküm biçimlerine karşı verildi.
Kadınlar, bu sistemin kendilerini maruz bıraktığı yapısal şiddeti sadece ifşa etmekle kalmadı, aynı zamanda ona karşı tarihsel ve politik bir başkaldırı da örgütledi.
Bugün ise dünya ölçeğinde yükselen dinselleştirilmiş otoriter rejimler, patriyarkanın neoliberal düzenle eklemlenerek kadınları ve ötekileştirilen bütün toplumsal kesimleri hedef aldığı bir eşikteyiz.
Buna karşın kadın mücadelesi de her zaman en güçlü direniş hattını kuran, en büyük toplumsal dönüşümleri tetikleyen özgürlük hareketi olmayı sürdürüyor.
Erkek egemen sistemin en korktuğu şey de tam olarak bu: Kadınların susturulamayan, bastırılamayan ve tarihsel olarak geri döndürülemez olan özgürleşme mücadelesi!
Dediğim gibi, kadınlar; savaşların, ekonomik sömürünün, ekolojik yıkımın ve devlet şiddetinin kesiştiği noktalarda en ağır bedelleri ödemek zorunda kaldı.
Bugün dünya, birbirini besleyen ve derinleştiren çoklu krizler çağında—iklim krizi, gıda krizi, savaşlar, kitlesel göçler ve otoriter rejimlerin yükselişi—yeni bir karanlık evreye sürüklenirken, bu krizlerin en büyük yükünü yine kadınlar taşıyor.
Ancak; erkek egemen sistemin dizginsiz saldırılarına karşı, kadın hareketi bir kez daha özgürlüğün, adaletin ve yaşamın kendisini savunan en güçlü toplumsal hareket olarak yükseliyor.
Çoklu Krizler Çağında Kadınların Direnişi
Dünyanın dört bir yanında, kadınlar sadece kendi yaşam hakları için değil, doğanın ve insanlığın geleceği için de savaşıyor.
Dünya çapında gıda üretiminin yüzde 50’den fazlası kadınlar tarafından yapılırken, tarım arazileri üzerindeki mülkiyet hakları ve ekonomik bağımsızlık konularında en büyük mağduriyet de kadınlara ait.
Küresel gıda tekelleri tarafından toprakları gasp edilen, suya erişimi engellenen, agro-endüstrinin sömürüsüne maruz bırakılan kadınlar, yalnızca ekonomik olarak değil, biyolojik olarak da bu yıkımın hedefi haline geliyor.
Verilen mücadele, kadınların özgürlüğü ile doğanın kurtuluşu arasındaki kopmaz bağı gözler önüne seriyor. Bu mücadeleyi yürüten kadınlar, hayatlarını ortaya koyarak küresel sömürü düzenine meydan okuyor.
Toprağına, suyuna, ormanına sahip çıkan kadınlar, patriyarkanın ve kapitalist talanın kesişiminde, yaşamı ve geleceği savunmanın hep en ön saflarında yer alıyor.
Hindistan’dan Latin Amerika’ya, Afrika’dan Türkiye’ye kadar uzanan bu mücadele hattı, bize doğayla kurulan bağın sadece bir kaynak meselesi değil, aynı zamanda bir varoluş meselesi olduğunu gösteriyor.
Kadınlar; patriyarkal kapitalizmin doğayı ve kadınları denetim altına alarak hem emeği hem de yaşamı sömürdüğünü, doğaya ve kadın emeğine aynı şiddetle saldırdığını söylüyor.
Kadınlar için; doğanın metalaştırılması, kadınların toplumsal konumuyla; çevre adaleti, kadın özgürlüğüyle doğrudan bağlantılı.
Yani doğayı özgürleştirmeden kadınları özgürleştirmek mümkün değil...
Vandana Shiva’nın tohum tekellerine, Berta Caceres’in suyun metalaştırılmasına, Wangari Maathai’nin ekolojik yıkıma karşı verdiği savaş, dünyanın dört bir yanındaki kadınların mücadelesinde yankılanıyor.
Ve bu yankı, Türkiye’de Cerattepe’den Akbelen’e kadar birçok yerde kadınların toprağını, ormanını, suyunu savunurken yükselttiği sesle buluşuyor.
Türkiye’nin Ekofeministleri: Küresel ve Yerel Mücadeleler Buluşuyor
Türkiye’nin ekolojik mücadele tarihine bakıldığında, en ön safta kadınların olduğunu görmek şaşırtıcı değil.
Çünkü doğanın talanı, sadece ekosistemleri yok etmekle kalmıyor; kadınların emeğini, yaşam alanlarını ve toplumlarının geleceğini de tehdit ediyor.
Kapitalist sömürü düzeni, dünyanın her yerinde aynı mantıkla işliyor: Doğayı yok ederek yerel halkı mülksüzleştirmek, gıda ve su kaynaklarını şirketlerin kontrolüne bırakmak ve yaşam alanlarını büyük sermayenin kar mekanizmalarına teslim etmek.
Ancak bu çarkı kıranlar, her yerde mücadele eden kadınlar oluyor.
Cerattepe’de Havva Ana, Denizli’de Hatice Kocalar, Akbelen’de Nejla da “biz nereye gideceğiz?” diye sorarken, aslında tüm dünyaya sorulması gereken bir başka soruyu yükseltiyor: Kapitalist talan sürdükçe, insanlar nereye gidecek?
Dünya yanıyor, toprak zehirleniyor, sular çekiliyor. Gıda krizi, iklim felaketi ve savaşlar, kadınları yoksulluğun, açlığın ve göç yollarının en ön saflarına sürüklüyor.
Bugün Hindistan’dan Latin Amerika’ya, Afrika’dan Avrupa’ya, Türkiye’ye kadar kadınlar, patriyarkal düzenin yarattığı ekolojik yıkıma, yerinden edilmelere, gıda tekellerine ve doğanın sömürgeleştirilmesine karşı ön saflarda direniyor.
Bu küresel mücadele Türkiye’de de yankılanıyor. Cerattepe’de, “Ölürüm de toprağımı vermem!” diyerek direnen Havva Ana, Denizli’de, yılların emeğini bir avuç sermayedara teslim etmeyeceğini haykıran 75 yaşındaki Hatice Kocalar, Akbelen’de köyünün ormanlarını korumak için direnen Muhtar Nejla; kadınların toprağına ve yaşamına sahip çıkma direncinin en çarpıcı örneklerinden oldu.
Hindistan’da Chipko kadınları, ağaçlara sarılarak ormanlarını koruduğunda, sadece toprağı değil, yaşamı da savunuyordu.
Çayırlı Köyü’nde kadınlar, elleriyle diktikleri ağaçları, çocukları gibi büyüttükleri zeytinleri, incirleri savunuyor.
Tıpkı ağaçlara sarılarak ormanlarını koruyan Chipko kadınları gibi…
Hepsi, toprağın sadece bir meta olmadığını, yaşamın kaynağı olduğunu bilen kadınlardı.
Bu kadınların hikayeleri, yalnızca bireysel direnişler değil; ekofeminizmin Türkiye’de de büyüyen bir mücadele hattına dönüştüğünü gösteriyor.
Kaz Dağları’nda altın madenciliğine karşı direnen kadınlar, Mersin’de Akkuyu Nükleer Santrali’ne karşı mücadele eden kadınlar, Munzur’u, Hasankeyf’i, Salda Gölü’nü savunan kadınlar…
Onlar, kapitalist patriyarkanın doğayı nasıl metalaştırdığını ve bunun en büyük yükünü yine kadınların taşıdığını en yakından bilenler…
Gıda ve iklim Krizinin, savaş ve göçün en büyük bedelini kim ödüyor, yeryüzünün yaralarını kim sarıyor?
İklim krizi de kapitalist sistemin açgözlü üretim politikalarıyla hızlanırken, kuraklık, su kıtlığı ve göç dalgaları, yine en çok kadınları vuruyor.
Kadınlar, özellikle Küresel Güney’de, tarım alanlarının yok edilmesiyle açlığa mahkum ediliyor, suya erişim için kilometrelerce yol yürümek zorunda bırakılıyor ve yükselen sıcaklıklar nedeniyle doğrudan sağlık riskleriyle karşı karşıya kalıyor.
Afrika’dan Güney Asya’ya kadar milyonlarca kadın, iklim krizinin yarattığı göç dalgalarının en savunmasız özneleri haline geliyor.
BM verilerine göre, iklim nedeniyle yerinden edilen insanların yüzde 80’i kadın ve çocuklardan oluşuyor. Göç yollarında cinsel şiddete uğruyor, insan kaçakçılarının eline düşüyor ve patriyarkanın en karanlık yüzlerinden biriyle -mülteci kadınların fuhuşa zorlanmasıyla- karşı karşıya kalıyorlar.
Yine savaşlar ve militarizm de kadın bedeni üzerindeki en acımasız tahakküm biçimlerinden biri olmaya devam ediyor. Ortadoğu’dan Ukrayna’ya, Filistin’den Sudan’a kadar devam eden savaşlarda, kadınlar yalnızca bombaların hedefi değil; savaşın cinsel bir silah olarak kullanıldığı sistematik tecavüz politikalarının da kurbanı haline getiriliyor. Devletler ve paramiliter güçler, kadın bedenini savaş alanı olarak kullanıyor.
Erkek egemen sistem, savaşı yalnızca toprak ve kaynaklar üzerindeki bir çatışma olarak görmüyor; kadınları susturmanın, sindirmenin ve köleleştirmenin bir aracı olarak kullanıyor.
Tüm bunlar gösteriyor ki; kadınların mücadelesi, sadece erkek egemen sistemle değil; onun doğayı ve emeği sömürerek kendisini yeniden üretme mekanizmalarıyla da hesaplaşan bir özgürlük pratiği…
Navdanya Hareketi’yle, Vandana Shiva’nın agroekoloji ve gıda egemenliği için verdiği mücadele, Berta Caceres’in su hakkı ve yerli direnişine adadığı yaşamı, Wangari Maathai’nin doğayla uyumlu bir yaşam inşa etme çabası ve Türkiye’nin dört bir yanındaki kadınların ekolojik mücadelesi, bize bir gerçeği hatırlatıyor: Kadınların direnişi, sadece kendileri için değil, dünya ve insanlık için bir kurtuluş yolu sunuyor.
Kapitalist patriyarka doğayı bir meta, kadın emeğini görünmez bir kaynak olarak görmek istiyor.
Ama doğayı yaşatmak, toprağı savunmak, suyu korumak, gıdayı şirketlerin elinden almak, bir kez daha kadınların en büyük özgürleşme pratiği haline geliyor.
Bugün, kadınlar, neoliberal kapitalizmin ve patriyarkal düzenin yarattığı ekolojik yıkıma, yerinden edilmelere, gıda tekellerine ve doğanın sömürgeleştirilmesine karşı yine ayakta...
Oysa kadınlar doğanın hafızasıdır, emeğin ve yaşamın taşıyıcısıdır!
Bu direniş, toprağı, suyu, tohumu koruyarak sadece ekolojik adaleti değil, toplumsal adaleti de savunuyor. Ve bu mücadele, kazanmaya mahkum...
Son olarak:
Bu yazı benim için bu mücadelenin içinde, dayanışmayla, öğrenerek ve değişerek yürümek anlamına geliyor.
Bir erkek olarak 8 Mart hakkında yazmak belki bunca kadın yazar içinde haddim değil; lakin feyz aldığım, yanlarında yürümek istediğim, zaferlerini umutla beklediğim bu hareketi selamlamadan geçmek, 8 Mart’ta başka bir gündemi görmeye çalışmak düşünülemezdi.
Bir de kadınlar özgürleşmeden dünyanın nefes alamayacağını düşünenler için bir Nessi Gomes şarkısı bırakıyorum: All Related
Boykot meselesi ve umudun hafızası
31 Mart 2025 Pazartesi 00:04Çağlayan-Saraçhane: İktidarın yargı sopasına karşı muhalefetin yumruğu
24 Mart 2025 Pazartesi 00:39Halk ne eylerse güzel eyler
23 Mart 2025 Pazar 00:206 Şubat’tan geriye: Felaketlerin normalleştiği 22 yıl
06 Şubat 2025 Perşembe 00:30Gücün muhafazası ya da yeni bir meşruiyet inşası
01 Şubat 2025 Cumartesi 00:39Türkiye’de Derinleşen Kriz, “Normalleşen” Eşitsizlik
08 Ocak 2025 Çarşamba 09:37Zamanın Yüzleşmesi: Eski Yükler, Yeni Başlangıçlar
01 Ocak 2025 Çarşamba 08:18Asgari ücret: Alın teri kurumadan sömürü
25 Aralık 2024 Çarşamba 07:30Dikey hapishane Türkiye
17 Aralık 2024 Salı 00:20Şam’ın düşüşü: Emperyalist hegemonya
10 Aralık 2024 Salı 11:32



