Halk ne eylerse güzel eyler

Otoriter rejimler kendiliğinden var olmaz, kendi sürekliliklerini garanti altına alacak yeni araçlar ve yöntemler geliştirmek zorundadır.

Bu rejimler yalnızca baskıya dayanmaz; siyasal rekabeti kontrol altına almak için devlet aygıtlarını yeniden tasarlayarak, muhalefeti etkisizleştiren, toplumun rızasını üretmeye yönelik mekanizmalar da inşa eder.

Türkiye’de son yıllarda yaşanan dönüşüm; bu bağlamda, otoriter bir rejimin olgunlaşma sürecinin tipik aşamaları olarak değerlendirilebilir.

Bugün mesele, otoriterliğin nasıl ve hangi biçimde kurumsallaşacağı meselesidir. Xavier Marquez, Demokrasi Dışı Siyaset adlı çalışmasında, otoriter rejimlerin işleyişi ve sürdürülebilirliği üzerine yaptığı analizlerle Türkiye’de olup biteni anlamak için önemli ipuçları sunuyor.

Marquez, otoriter sistemlerin, devlet aygıtının tüm unsurlarını dönüştürerek ve muhalefeti sistematik biçimde etkisizleştirerek inşa edildiğini ortaya koyuyor.

Bugün Türkiye’de yaşanan süreç tam olarak budur: Siyasi rakiplerin sahadan silinmesi, seçimlerin anlamını yitirmesi, hukukun hükümsüzleştirilmesi ve en önemlisi, halkın siyasetten koparılması…

Erdoğan rejimi seçimleri anlamsızlaştırdı

Evet; Türkiye’de Erdoğan rejimi, siyasal alanın tüm parametrelerini yeniden tanımlayarak seçimleri anlamsızlaştıran bir evreye geçiş yaptı.

Seçimler hala yapılıyor, yapılacak; ancak seçimlerin neyi belirleyebileceği artık şüpheli hale gelmiş durumda.

Márquez’in analiz ettiği otoriter rejimlerde olduğu gibi, Türkiye’de de seçimler, rekabeti ortadan kaldıracak bir mühendislik süreciyle birlikte yürütülüyor.

O rejimlerin ortak özelliklerinden biri, siyaset yapma alanını yalnızca iktidarın belirlediği sınırlarla kısıtlamaları.

Erdoğan rejimi, muhalefeti sistem içinde tutarak kontrol etmeyi, rekabeti yalnızca kendi çizdiği sınırlar içinde sürdürmeyi hedefliyor.

2017’de gerçekleştirilen anayasa değişikliği ve 2018 seçimleri sonrası olup bitenler, devletin tamamı bir parti-devletine dönüştürülürken, 2019’daki yerel seçimler bu rejim için büyük bir kriz yarattı.

İstanbul'un kaybı...

İstanbul’un kaybı, rejimin mutlak kontrolü dışında bir alanın ortaya çıkabileceğini gösterdi.
O yüzden 2019’dan beri İstanbul, yalnızca bir belediye değil, doğrudan bir iktidar alanı olarak görülüyor ve sistematik bir tasfiye sürecine tabi tutuluyor.

2024 seçimlerinden sonra devreye sokulan mekanizmalar, iktidarın seçim yoluyla yenilme ihtimalini bertaraf etmek için her türlü önlemi alacağını gösteriyor.

Bugün yaşananlar, 2019’da kaybedilen İstanbul seçiminden beri adım adım inşa edilen bir tasfiye sürecinin final aşaması gibi görünüyor: Seçimdeki rakipler; önce hukuken hükümsüzleştiriliyor, sonra kriminalize ediliyor ve varlıklarına fiilen el konuluyor.

Bu süreç, Xavier Marquez’in işaret ettiği otoriter rejimlerin temel işleyiş biçimleriyle birebir örtüşüyor. Sadece muhalefeti bastırmakla kalmayan, bizzat siyasal rekabeti imkansız hale getiren ve her muhalif unsuru “gayrimeşru” ilan eden bir model çalışıyor. Siyaset alanı yalnızca Erdoğan’a bağlı yapılar için işlevsel hale getiriliyor; muhalefet, prosedürel varlığını sürdüren bir dekor haline getirilmeye zorlanıyor.

Erdoğan rejimi açmazda

Ancak her otoriter rejim gibi, Erdoğan rejimi de bir açmazla karşı karşıya…

Baskıyı ve manipülasyonu artırdıkça, toplumun tahammül eşiği düşüyor.

Yine Marquez’in de dikkat çektiği gibi, otoriter mühendisliğin belki de en büyük kör noktası burada ortaya çıkıyor.

Halkın CHP’yi de aşan bir refleksle doğrudan siyasete müdahale etmesi, rejim; muhalefeti sıkıştırarak yönetilebilir hale getirmeye çalışırken, halkın doğrudan siyaset yapma potansiyelini gözden kaçırması...

Halk edilgen bir nesne değil, doğrudan bir siyasal özne olarak ortaya çıkabiliyor. Baskının artışı halkın siyasete müdahil olma ihtimalini artırabiliyor.

Erdoğan rejimi CHP’yi baskılarken, CHP’nin ötesine geçen bir halk refleksini ortaya çıkıyor.
Halk, CHP’nin sınırlarını da aşarak doğrudan sokaklara çıkıyor ve rejimin tasfiye stratejisini boşa düşüren bir irade koyuyor.

Uzun süredir siyaseti; partilerin, ittifak hesaplarının ve liderler arası dengelerin belirlediği bir denklem olarak okuyan muhalefet için, halkın doğrudan siyasete müdahale etmesi de alışılmadık bir kırılma yaratıyor.

Halk müdahil oldu

İmamoğlu’na yönelik operasyonun ardından ülkenin dört bir yanında sokağa çıkan insanlar, yalnızca bir siyasetçiyi savunmak için değil, kendilerini yok sayan bir rejimin karşısında özne olduklarını ilan etmek için de hareket ediyorlar.

Muhalefetin büyük bölümünü reaktif hale getiren, sadece tepki vermeye mahkum eden bu siyasal sıkışmışlığa karşı halk, kendi refleksiyle doğrudan müdahil oluyor.

Evet, Türkiye’de yaşananlar, artık yalnızca bir protesto dalgası değil, siyasetin kim tarafından, nasıl yapılacağına dair kurulu denklemi sarsan bir müdahale süreci...

Bu noktada Özgür Özel’in 23 Mart’ta CHP önseçiminde sadece parti üyelerinin değil, halkın da oy kullanabileceği ikinci bir sandık önerisi önemli bir işaret olabilir.

İktidarın tasfiye etmeye çalıştığı halk iradesi, muhalefetin kendi içinde yeniden keşfediliyor.
CHP tarihinde üyelerle sınırlı önseçim pratiği, şimdi halka açılıyor.

Bu, halkın siyasete doğrudan katılımını mümkün kılacak yapısal bir dönüşüm işareti olabilir.
Türkiye’de muhalefetin şimdiye kadar halkın siyasal enerjisini yalnızca seçim gününe sıkıştıran pasif bir strateji izlediği düşünüldüğünde, bu hamle, halkın kurumsal siyasetin ötesine geçerek bir aktör haline gelmesine olanak tanıyabilir.

Burada belirleyici olan, bu adımın gerçek bir dönüşüm iradesi mi taşıdığı; yoksa halkın artan siyasal enerjisini soğurma mekanizmasının bir parçası mı olacağıdır.

Mesele, siyasetin nasıl tanımlanacağına dair bir kırılma noktasıdır. Eğer halkın sokağa taşan iradesi sadece bir “destek” unsuru olarak ele alınır ve yeniden edilgen bir pozisyona itilmeye çalışılırsa, bu rejim tarafından yönetilebilir hale getirilen muhalefet stratejilerinin devamından başka bir anlam taşımaz.

Otoriter rejimlerin inşa süreci

Türkiye’de bugün olan biteni doğru anlamak için, otoriter rejimlerin inşa süreçlerine odaklanmak gerekiyor.

Erdoğan’ın kurduğu sistem, artık yalnızca seçim kazanmaya değil, seçimleri yalnızca kendisinin kazanabileceği bir çerçeveye oturtmaya yönelik. Ancak bu hesap, halkın edilgen kalacağı varsayımına dayanıyor.

Halk, bugün muhalefeti aşan bir refleksle, siyaseti doğrudan kendisi belirlemek için harekete geçtiğinde, artık mesele sadece Erdoğan’ın otoriterliği değil, muhalefetin bu yeni momenti nasıl değerlendireceğidir.

Eğer muhalefet, halkın yarattığı siyasal dalgayı tanımaz ve onu dönüştürücü bir güç olarak örgütlemezse, halkın açtığı yeni siyaset alanı mevcut muhalefet yapılarını da aşacaktır.
Bugün Türkiye’de olan biten, yalnızca bir muhalefet liderine yönelik tasfiye operasyonu değildir. Bu, halkın siyaseti doğrudan belirleyip belirleyemeyeceğiyle ilgili bir kırılma anıdır.

Marquez anlatıyor, tarih doğruluyor; otoriter rejimler kendiliğinden gitmez, ancak halkın doğrudan müdahalesiyle sarsılır. Türkiye, tam da böyle bir momenti yaşıyor.

Eğer bu moment doğru okunmaz ve halkın siyaseti gerçek bir dönüşüm gücüne evrilmezse, rejimin otoriter konsolidasyonu tamamlanacak.

Ancak eğer halkın kurduğu yeni siyaset tanınır ve ona uygun bir yönelim geliştirilirse, bu moment otoriter sistemin kırılma anına dönüşebilir.

Çok özel bir kuşak sokağa çıktı

Z kuşağı çalışmış Önder Abay sokağa çıkan gençler için şöyle yazıyordu: ”… yenilmezdirler. Çünkü onlar bizim yenilgi tarifimizi bilmezler. Bambaşka ve çok özel bir kuşak sokağa çıktı. Korkusuz, özgün ve kararlı bir ruh durdurulamaz.”

Evet, yenilgiyi tanımayan bir kuşak, korkuyu reddeden bir halkla buluştu; İmamoğlu’na yönelik tasfiyeye karşı yükselen bu sokak iradesi, yalnızca bir rejime karşı değil, ona boyun eğmeyi kabul etmiş tüm ezberlere karşı yürüyerek Erdoğan iktidarını geriletebilecek gücü ortaya koyuyor.

Bugünkü yol ayrımı nettir: Ya muhalefet, halkın açtığı yeni yolu takip edecek ya da halk yeni bir yol yaratacaktır. Türkiye’de gerçek değişim, halkın siyasal özneliğini nasıl inşa edeceğinden doğacaktır.

Bir ülkenin kaderi bazen sokakta toplanan halkın kararlılığından doğar. Türkiye’nin otoriter patikasından sapabileceği tarihsel bir eşikte; “ne varsa halkta var, ne olacaksa halktan doğacak” dediğimiz günlerdeyiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
ESAT AYDIN Arşivi
SON YAZILAR