
ESAT AYDIN
Gücün muhafazası ya da yeni bir meşruiyet inşası
Bauman, modern toplumlarda değerlerin, söylemlerin ve ilişkilerin sabit olmadığını, çıkarlar doğrultusunda sürekli değiştirildiğini söyler.
Modern siyaset de buna uyumlu; ilke ve ideolojilerin değil, söylemlerin araçsallaştırılması üzerinden şekilleniyor.
Erdoğan ve Bahçeli’nin geçmişte birbirlerini eleştirilerini tamamen unutturarak ittifak kurmaları, bu “akışkanlık” ve araçsallık çerçevesinde değerlendirilebilir.
Zira Erdoğan ve Bahçeli’nin politik pratikleri, Bauman’ın bahsettiği bu akışkanlığı en uç noktalara taşımış durumda.
Hem geçmişteki eleştirilerini hem de politik pozisyonlarını ters yüz edip, bir tür söylemsel elastikiyet yaratarak geldikleri günlerin en sert hallerini yaşıyoruz son birkaç aydır.
Bu elastikiyetin sonucu olarak yaşadıklarımız, iktidarlarını sürdürmek için her şeyi araçsallaştırmanın şahikası adeta.
Bu söylemsel elastikiyet, pragmatizmleriyle birlikte Türkiye siyasetinin derinleşen ahlaki ve kurumsal krizini yansıtıyor.
“Dün dündür, bugün bugündür” sözünü üretmiş bir ülkenin siyasetinde liderlerin söylem ve politikalarında değişimler kaçınılmazdır, bunu biliyoruz.
Ancak bu dönüşümler, bir ahlaki veya ilkesel temele dayanmıyorsa, toplumsal ve politik meşruiyeti zedeleyen stratejilerle halkı da tarumar ediyor.
Bizim siyasal geçmişimiz Schmitt’i de haklı çıkaran belirgin örneklerden biridir.
Bizdeki siyasetin temelinde de dost ve düşman ayrımını yeniden tanımlama gücü yatar.
Erdoğan ve Bahçeli’nin de söylemsel repertuarında, rakiplerini “terörist” ilan etmek merkezi bir yer tutar.
Ancak Erdoğan ve Bahçeli’nin kurdukları Cumhur İttifakı; siyasi rakiplerini “terörist” ilan eden retoriklerinden, çıkarları uğruna bugün, Öcalan’ın siyasi süreçlere dahil edilmesine, mecliste konuşmasına, serbest bırakılmasına varan dönüşümde, iktidarın sürekliliği için tüm değerlerin nasıl araçsallaştırıldığını bir kez daha en üst perdeden gösteriyor.
Düşmanlar ve müttefikler: kim, ne zaman, neye göre…
Giorgio Agamben, modern devletlerin kriz anlarında hukuk ve etik normları askıya alarak, “süreklileşmiş bir gayri resmi olağanüstü halden bahsederek” istisnai durumları yönetim aracı haline getirdiğine değinir.
Bizde de resmi bir OHAL ya da sıkıyönetim yok; ama gayri resmi, fiili bir istisnai hal var
Bugünün iktidarı da seçim süreçlerinde belirli aktörleri şeytanlaştırırken, gerektiğinde bu aktörlerle iş birliği yaparak istisna halleri kendi çıkarları için kullanıyor.
Defalarca tanıklık ettik: Muhalefeti “terörist” ilan eden retorik, Erdoğan ve Bahçeli’nin toplum üzerindeki otoritelerini pekiştirmek için kullandıkları bir araç.
Erdoğan ve Bahçeli, toplumda “beka” ve “güvenlik” kaygılarını derinleştirerek, bu kaygılar üzerinden bir meşruiyet inşa etmeye çalışır.
Bu retorik, halkın eleştirel düşünme kapasitesini bastırır, iktidarın krizleri meşrulaştırmasına hizmet eder.
İttifak kurdukları kişi veya gruplar da iktidarları için araçsal bir değer taşır.
Oysa, ahlaki sorumluluğun liderlerin söylem ve eylemlerinde içkin olması gerektiğini söyler düşünürler.
Ama bunu dert etmez bizimkiler…
Bu yüzden Erdoğan ve Bahçeli’nin pratikleri, ahlaki bir ilke taşımaktan çok, özellikle son 10 yıldır, stratejik çıkarların meşrulaştırılması içindir.
Maurice Halbwachs da liderlerin, toplumsal hafızayı yeniden inşa ederek kendi meşruiyetlerini yarattığını vurgular.
Son siyasal gündemlerden de görüyoruz, iktidarlarını sürdürmek için ilkesel değil stratejik davranan Erdoğan ve Bahçeli, söylemlerindeki dönüşümle halkın kolektif hafızasını manipüle ederek, toplumu yeniden şekillendiriyor.
Özellikle Öcalan ve PKK konusundaki söylemlerden uluslararası politikalara kadar genişleyen bir dizi tutarsızlık ve pragmatizmle şekillenen Cumhur İttifakı, tüm geçmişi tamamen ters yüz ederek iki liderin ortak bir retorik geliştirmesi yoluna gitti.
Bu dönüşüm, pragmatik bir stratejinin, toplumsal algıyı yönetme çabasının bir göstergesi...
Etik kaygıları siyasetten dışlayarak söylemlerini araçsallaştıran, ahlaki sorumluluğun liderlerin söylem ve eylemlerinde içkin olması gerektiğine aldırmayanlar, bir liderin temel amacı iktidarını korumaktır ve bu uğurda tüm araçlar meşrudur, diyen Machiavelli’ye aldırıyor.
Aynı liderler, yalnızca zorlayıcı güçlerle değil, ideolojik araçlarla da rıza yaratma yoluna bu yüzden başvuruyor.
İşte Erdoğan ve Bahçeli’nin son dönemdeki söylem ve pratikleri, tam da bu rıza mekanizmasını inşa etmeye yönelik.
Erdoğan’ın 2019 seçimleri öncesinde kardeş Öcalan’ın TRT ekranlarına çıkmasına izin vermesi ve Öcalan’ın mektubunun kamuoyuna açıklanması, bu mektubun bir araç olarak kullanıldığı da hafızalarda..
"Mektup, HDP’nin vahim sapmasına, Zillet İttifakı’na verdiği rezil desteğine itirazın, tepkinin ve bundan duyduğu rahatsızlığın eseri ve sonucudur" diyen Bahçeli’nin Öcalan’ın çağrısına uymayıp, Batı’da CHP’yi destekleyen HDP’lilere kızması da…
Daha geriye gidersek, Ocak 1979’da bizzat Alparslan Türkeş’in talimatıyla Doğu ve Güneydoğu’da, “Kon” adıyla ve kapağında poşulu, tüfekli bir adamın yer aldığı resimle çıkan dergi ve derginin yöneticisi olan Ali İhsan Bacalan tarafından yazılmış Dersim katliamından CHP’yi sorumlu tutan “…1938 hâdisesi çıktığında yine T.C.nin başında CHP vardı. Bu hâdisenin sorumlusu CHP’dir” diyen makale de…
Bugün yine Öcalan, iktidarın ihtiyaçlarına göre kimi durumda düşmanlaştırılan ya da meşrulaştırılan bir figür haline getiriliyor.
Dün Erdoğan, “Bay Kemal Kandil’den talimat alıyor” derken,
Bahçeli, “HDP, Kandil’in emrindedir. CHP de onun yancısıdır” diyordu.
Bugün ikisi de HDP/ DEM’den Öcalan’a uzanan bir “stratejik uyarlanabilirlik” içinde…
Bugün ikisi de geçmişteki çelişkilerini unutturuyor ve bugünkü söylemlerini hegemonik hale getiriyor.
Hukuk mu? O da araç
Ve bugün…
İçinde bulunduğumuz süreçle, Bauman’ın tarif ettiği akışkan modernliğin, Schmitt’in dost-düşman siyasetinin ve Agamben’in istisna rejiminin en radikal örneklerini bir arada yaşıyoruz.
İktidar her birini bir yönetim tekniğine dönüştürdü; hukuku, söylemi ve kurumları araçsallaştırarak, kendi devamlılığı için her türlü normu askıya alıyor, muhalif sesleri bastırma stratejisini keskinleştiriyor.
Evet; Machiavelli’yi en iyi onlar anlamış görünüyor.
Güç, yalnızca zorla değil, kitlelerin algısını yöneterek de korunuyor.
Öcalan’dan DEM’e, “terörist” ilan edilenlerden, müzakere edilen, normalleşilen aktörlere kadar her şey, günün gerekliliklerine göre yeniden tanımlanıyor.
Son bir haftada yaşananlar—Ayşe Barım’ın tutuklanması, İmamoğlu’na açılan soruşturma, gazetecilere yönelik hukuki abluka, kayyum atamaları ve beş teğmenin ordudan atılması—tam da bu istisna rejiminin ürünü…
Erdoğan ve Bahçeli, bugün yalnızca hukuku değil, geçmişin çelişkilerini de silerek, toplumsal hafızayı yeniden inşa ederek kendi meşruiyetlerini yeniden yaratıyor.
Bu tablo, doğrudan bir otoriter tahakküm mekanizmasını işaret ederken, muhalefetin kırmızı kartları iktidarın kırmızı çizgilerine dokunmuyor.
Tüm bunlar, iktidarın bekası için her türlü ilkesel değerin feda edildiğinin kanıtı; yaşadıklarımız, siyasal alanın tek yönlü bir tahakküm mekanizmasına dönüştüğünü gösteriyor.
Gerçek şu ki; bugün iktidar halkın iradesini felç ederken, söylemlerini ve araçlarını hızla değiştirerek kendi bekasını korumak için her türlü manevrayı yaparken, muhalefet, bunun karşısında dönüştürücü bir siyaset üretemiyor.
Oysa bu iktidar, muhalefetin zayıflığını en büyük sermayesi olarak kullanıyor; hukuk dışı uygulamaların sıradanlaştığı bir düzende, şekilsiz siyaset en büyük meşruiyet kaynağına dönüşüyor.
Oysa siyaset, sadece günü kurtarmak değil, tarihin yönünü değiştirmekle ilgili.
Amaç sadece muhalefet etmekse, bir kırmızı kart yetiyor; amaç değiştirmekse, şu an olan hiçbir şey yetmiyor.
Oysa gerçek değişim, bu hafıza manipülasyonunun, bu rıza inşasının farkına varmakla, ona direnmek başlar.
Ama kim hatırlayacak, kim direnecek, sorusu ortada duruyor.