Çağlayan-Saraçhane: İktidarın yargı sopasına karşı muhalefetin yumruğu

Ekrem İmamoğlu’na yönelik yargı süreci, sadece hukuki bir mesele olarak okunduğunda eksik kalır; süreç çok katmanlı bir iktidar mühendisliği ve siyasal iletişim operasyonu aynı zamanda...

Bu süreçte asıl mesele, bir ismin yargılanmasından çok, kimin meşru siyasal aktör olduğuna, kimin halkı yönetebileceğine dair iktidar tekelinin yeniden tesis edilmesi diyebiliriz.

En başta; Erdoğan’ın Kürtlerle yürüttüğü barış süreci, bir siyasal açılım olarak değil, iktidarın meşrulaştırıldığı bir stratejik manevra olarak okunuyor.

Burada “barış” iktidarın anlatısıyla çerçevelendiği sürece makbul.

Ancak aynı politik duyarlılıkla hareket eden bir muhalif figür olarak İmamoğlu, aynı dil ve bağlamla Kürtlerle bağ kurduğunda, bu ilişki “terörle iş birliği” olarak çerçevelenmeye başlıyor.

Yani iktidar, barışı yalnızca kendi otoritesine bağlı bir ayrıcalık olarak çerçeveliyor.

Bu çerçeve kırıldığında, devletin anlamı değil, iktidarın güvencesi zedelenmiş oluyor. Dolayısıyla İmamoğlu’nun Kürt meselesine dair her hamlesi, bu stratejiye göre “yetki gaspı” ve “meşru olmayan bir ilişki” olarak kodlanıyor.

Burada “tekil meşruiyet sendromu” diyebileceğimiz bir refleksi gösteriyor Erdoğan ve diyor ki: “Barışın da krizin de çözümün de sahibi benim; muhalefet ancak ben izin verirsem var olabilir.”

Erdoğan'ın liderlik kaygısı

Erdoğan liderlik kayması korkusu yaşıyor.

Erdoğan’ın açısından İmamoğlu, yalnızca bir belediye başkanı değil; potansiyel bir “hegemonya kırıcı…”

Çünkü bir siyasal denge kurabiliyor İmamoğlu.

Bu nedenle yalnızca rakip değil, yeni bir iktidar tahayyülünün taşıyıcısı olarak okunuyor.

Erdoğan’ın korkutan İmamoğlu’nun birkaç meziyeti var:

Birincisi: Yerel seçim başarısı ile Erdoğan rejiminin hikayesini bozdu. Üstelik dört kez…

İkincisi: Kürt seçmen, merkez sağ ve seküler seçmen arasında “doğal bağ kurabilen” son zamanlardaki en etkili figürlerden biri oldu.

Ve üçüncüsü: Cumhuriyetçi refleksle demokratik açılım söylemini eşzamanlı yürütebilecek söylemsel esnekliğe sahip.

Diyarbakır’a kayyum atandıktan sonra 31 Ağustos 2019’da yaptığı ziyarette Selçuk Mızraklı, Ahmet Türk ve Kayapınar Belediye Başkanı Keziban Yılmaz’a, Atatürk posteri hediye etmişti.

O günden bugüne yaşananlar, Erdoğan merkezli siyasal sistem açısından bir “karizmatik rakip travması” yarattı.

Erdoğan’ın bu travmaya yanıtı ise küçümseme, suçlama, yalnızlaştırma, itibarsızlaştırma ve nihayetinde tutuklama oldu.

Erdoğan’ın İmamoğlu’nu yolsuzluk ve terörle ilişkilendirme çabası, kamuoyunu ikna etme amacından çok, üç temel hedefe yönelik:

Tabanın kolektif ahlaki huzurunu korumak.

Devlet kurumlarını hizaya sokmak.

Tereddüt eden seçmeni pasifleştirmek.

En önemli alan burasıydı.

Çünkü zihin bulanıklığı, karar verme davranışını geciktiriyor.

Toplumsal hafıza lekelendi

İmamoğlu’nun “ yolsuzluk” dosyasıyla tutuklanmasına rağmen, isminin “terörle ilişkilendirilmesi”, hedef kitlede bilişsel tortular bırakıyor.

Yargı sonucu önemsizleşirken, toplumsal hafıza lekelenmiş oluyor.

Hedef kitlede bırakılan bu çağrışım tortuları, zamanla yargı sürecinin gerçekliğinden daha etkili hale geliyor. Hukukun sopa olarak kullanılması unutturulup, hafızanın kirletilmesi hedefleniyor.

Bu noktada, Erdoğan’ın yandaş medyayı bu strateji doğrultusunda kullanması şaşırtıcı değil. Ancak asıl çarpıcı olan, kendini muhalif olarak konumlayan KRT gibi mecraların operasyonun gönüllü aparatına dönüşmesi.

Saatler boyunca KRT ekranında yer alan şu KJ her şeyi ifşa ediyor:

“Yolsuzluktan tutuklu olacağı için terörden tutuklanmaya gerek görülmedi.”

Bu bir başlık değil; Erdoğan’ın söylemini muhalif maskesiyle yeniden üretme girişimi…

Bu ifade, bilinçli olarak kurulmuş, siyaseten yönlendirilmiş bir kurgu...

İktidar medyasından farksız bir dille, hem İmamoğlu’nu suçlu ilan ediyor hem de Erdoğan’ın kurduğu siyasal senaryoya muhalefet maskesiyle meşruiyet kazandırıyor.

KRT’nin bu pozisyonu, siyasal manipülasyonla ilgili.

Erdoğan’a açıktan destek vermeyen ama onun otoriter anlatısına sessizce omuz veren, halkın hakikat talebine değil, güç dengelerine oynamayı tercih eden bir tür “içeriden sabotaj”...

Bu tutum, tarafsızlık ya da hata da değil, bilinçli bir tercih ve bu tercih, muhalefetin kitlesel hafızasına zarar veriyor.

İktidarın sopasını değilse de söylemini taşıyor.

Rejime karşı değil, onun içinden konuşuyor.

Bu, zihinsel teslimiyetin ekran yüzü...

Velhasıl içerden ya da dışarıdan kararsızları kafa karışıklığına sürüklemek esas amaçtır.
Hedef, kitleleri duygusal reflekslerle hizaya sokmaktır.

Çünkü “loud labeling” olarak bilinen yüksek sesle etiketleme ve çağrışım manipülasyonu, bellek kirliliği yaratma aracıdır.

Kitle psikolojisi

İnsan zihni bir ismi sıkça aynı suçlamayla duymaya başlarsa, bağlamdan kopararak onu içselleştirmeye de başlar.

Kitle, liderde bir çözülme hissederse -31 Mart’ta olduğu gibi- yeni bir “umut figürü”ne yönelir.
İşte Erdoğan’ın bu korkusu, “karizmatik rakip travması” olarak tanımlanabilir.

Göz göre göre yapılan suçlama ve tutuklamada mesaj sadece İmamoğlu’na değil, ona umut bağlayanlara da gidiyor.

Bu, seçmene yönelik bir mesaj: “Sandıkla elde ettiğin irade, iktidarın sınırlarını aşarsa cezalandırılır.”

Demokrasiyle Hesaplaşma Alanı Olarak Saraçhane ve Çağlayan

Saraçhane ve Çağlayan’da sürdürülen mücadele; siyasal temsilin, sandığın, halk iradesinin sahipliği üzerinden bir hesaplaşma alanına dönüşüyor.

Her iki mekan; klasik bir yargılamadan çok, bir “kamusal uyarı sahnesi” olarak anlamlandırılıyor. Devletin ve muhalefetin “bu sınıra dokunmayın” dediği yerlere dönüşüyor.

Bu iki sahne iki yönlü işliyor:

İktidar için Çağlayan, devletin sözünün keskinliğini gösterme fırsatı sunuyor.

Dün geceki ablukanın, 6. kattaki polis barikatının aşılması ve sağlamlaştırılması mücadelesi bunun için veriliyor

Muhalefet için Saraçhane, toplumsal meşruiyeti sahiplenmenin bir pratiği…

Yani, “hukuk yerinden oynamışsa, vicdan ayakta kalsın” demek istiyor muhalefet.

Muhalefet, bu iki yerde yalnızca “adalet talep eden” değil, aynı zamanda kamuoyunu stratejik olarak yönlendiren bir aktör olmak istiyor.

Mesele sadece “İmamoğlu’na sahip çıkmak” değil, demeye getiriyor.
Saraçhane çağrılarıyla vermek istediği mesaj şu:

“Bu dava sizin oyunuzla ilgili. Bu dava, kimin barışa, demokrasiye, birliğe liderlik edebileceğini belirlemek için. Eğer buna sadece bir kişi karar verirse, seçimler sadece formalite olur.”

Bu dönemde korku diliyle değil, güven diliyle konuşuyor.

Yargı sürecinin değil, halk iradesinin öne çıktığı anlatılar oluşturuyor.

İmamoğlu’nun değil, sandığın yargılandığı mesajını vermeyi seçiyor.

Bu süreci, sadece bir siyasi figürünün değil, çoğulcu siyaset biçiminin ve halkla doğrudan kurulan ilişkinin hedef alındığı bir mücadele alanı olarak ilerletmenin yollarına yöneliyor.

Bu nedenle verilecek yanıt da bireysel değil, toplumsal; duygusal değil, stratejik; reaksiyoner değil, kurucu nitelikte olmalı demeye getirerek 19 Mart’ın yanında 23 Mart’ı da bir milada dönüştürmek istiyor.

Ve özetle; sürece ve şimdiki finale, tutuklama gerekçesine bakıldığında;

“ben yaparsam barış, sen yaparsan bölücülük” diyor Erdoğan; yani “meşruiyetin psikolojik tekeli”ni gösteriyor. Barışın sahibinin kim olacağı ya da yolsuzluk tanımının ne olacağı üzerine bir tarif yapıyor.

Kim muhalefet ederken nereye kadar gidebilir ben belirlerim diyor.

Psiko-politik bir güç gösterisinde bulunuyor.

Suçlama ve tutukluluk, uzun vadeli itibarsızlaştırma ve bellek kirliliği yaratma için kullanılıyor

Ama bunları aşmanın yolu da demokratik tahayyülün yeniden inşasından geçiyor.

Halkın günlerdir sokaklarda olan iradesi; sahiplenilir ve doğru yönetilirse, İmamoğlu’nun değil, halkın adalet direnişinin sembolü haline gelirse, rejimin kurmak istediği korku düzenine karşı bir halk itirazı oluşur.

Mesele bir dava değil, bir dönemin sonu olur ve tarihin hükmü Çağlayan’da değil, meydanlarda yazılır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
ESAT AYDIN Arşivi
SON YAZILAR