Gelişimsel süreçte ilişkilenmek ve ayrılmak üzerine
“Ders biz öğrenene kadar devam eder.”
Kızılderili atasözü
Doğum, içinde derin bir ayrılık hikayesini barındırır: Bebeğin annenin karnındaki görece güvenli dünyasından ayrılığı. Sağlıklı bir aile yapısında bebeğin içine doğduğu çevre, bebeği için “yeterince iyi” olmaya çalışan insanlarla çevrilidir. Bu süreçte çevre adeta sosyal bir rahim gibi bebeğin büyümesine ve gelişmesine katkıda bulunur. Toplum, aile, akran ilişkileri, okul ortamı kendilik gelişimini sürekli bir ilişkiler ağıyla geliştirmeye devam eder. Bu akış içinde çocuğun psikolojik doğumu da gerçekleşir ve bir kendilik oluşur.
Dil öncesi dönemde, bebeğin ihtiyaçları anne tarafından söze ihtiyaç duyulmaksızın, kendiliğinden karşılanır. Dil kullanılmaya başlandığında bebekle dış dünya arasında bir mesafe oluşur. Zamanla, annemizin memesinin bizim bedenimizin bir parçası olmadığını ve her ihtiyacımız olduğunda orada olamama olasılığını algılarız. Duygu ve düşüncelerimizin anlatmadan anlaşılamadığını anlamaya başlarız. Ayrılma deneyiminin öncesinde “ayrışma süreci” gelişir ve böylelikle kendimizi öteki nesnelerden ayrık ve farklı olarak deneyimleriz.
Annenin, benliğimizden ayrı bir nesne olarak tanınması, bebeğin anneden mahrum kaldığı anda filizlenir. Annenin mutfağa gitmesi ile geçici de olsa kaybı ve sonradan yeniden bulunması sayesinde, nesnenin biz görmediğimiz anda da var olmaya devam ettiğini anlamaya başlarız. Diğer bir ifade ile nesne sürekliliği sayesinde öteki kişilerin biz görmesek, işitmesek ya da dokunmasak da var olmaya devam ettiğini kavrarız. Bu sayede ayrılık deneyimine toleransımız da gelişmeye başlar. Ayrıldığımız öteki şu anda uzakta olsa da güvendedir, dolayısıyla biz de güvendeyizdir ve bu ayrılığın ardından yeniden bir araya gelebiliriz.
Bebeğinin bütün arzularını doyurmayan ve eksiklikleri ile orada olan öteki, bebeğin gerçeklik ilkesini geliştirmesini ve ilişkilerinde bir sınır çizebilmesini mümkün kılar. Bunların ışığında da özerkliğimiz gelişmeye başlar. Her an yanımızda olmayan, kimi zaman uzaklaşabilen ebeveynlerimiz sayesinde ayrılabilme ve bireyselleşme kapasitemiz gelişebilir.
Hikayelerimiz, başlangıçta ilişkilendiğimiz çevremizdeki kişilerle kaynaşmamız ve onlardan ayrışmamız üzerine kurulu temel bir ilişki örüntüsüdür. Ayrılık, öncelikle anneden/bakım verenden ayrılmaktır. Sağlıklı bir kendilik yaratabilen kişi ayrılık deneyimleri ile daha kolay baş edebilir. Bunların ışığında ayrılma ve bireyleşmenin bir arada bulunan ve birbirini bütünleyen süreçler olduğunu düşünebiliriz.
Kişiliğin gelişimi, ilişkisel bağlam zemininde bir özne olma deneyimidir. Bebek sağlıklı bir ilişki örüntüsünde temel güven duygusunu geliştirebilir. Ancak sağlıksız bir çevrede, bakım verenin sevgisini ve ilgisini kaybetme gibi zorluklar yaşanır ve bebek bir güvensizlik ikliminde bazı kırılmalarla kendilik yaratmaya çabalar. Bu tarz deneyimlerde güvenli bir bağlanma gerçekleşmeyebilir; ilişki örüntülerinde kaygılı ya da ilişkiden kaçınan bağlanma biçimleri gelişebilir. Güvenli bir bağlanma olamadığında, ilişkideki sınırlar bulanıktır. Bu belirsizlik içinde yoğun kaygı hissedilebilir. İlişki hem arzu hem de yoğun bir kaygı kaynağı haline gelebilir. Birey, ötekine yakınlaştığında sınırlarını kaybetmek ve yaralanmaktan kaygılanabilir. Uzaklaştığında da yalnızlık kaygısı ve hiçlik duygusu yıkıcı bir etkiye neden olabilir. Dolayısıyla ilişkide kalmak da ayrılmak da bir sorun haline gelebilir.
Bakım veren kişinin gözleri çocuk için adeta bir ayna işlevi görür. Çocuk o gözlere baktığında sevilesi ve değerli birini gördüğünde sağlıklı büyüme devam eder. Bakım verenin yüzünde, gözlerinde, sesinde değersizliği deneyimleyen çocuk bu yansımayı içselleştirir. Aynada varoluşumuzu hiç görememek ise ayrı ve ciddi bir kırılmadır. Aynanın yokluğu ya da işlevsizliği ile çocuk kendiliğinin yansıyacağı aynadan mahrumdur ve bu yokluk; parçalı, kırılgan bir iç dünyaya neden olur. Bazı örneklerde, bebeğin duyguları bakım verenlerde bir karşılık bulmaz, bakım veren kişi bebeğin deneyimlerini anlamlandıramaz ve bu durumlarda bebeğin varoluşu adeta boşluğa düşer. Bebeğin fiziksel bakımı mükemmel gerçekleştirilse dahi ruhsal olarak tutulamayan, yeterince kapsanamamış bebeklerin bir boşluk duygusu yaşaması beklenir. Bebek temelde güvende hissedemeyeceği için terk edilmeye ve kaybetmeye dair yoğun kaygılar yaşayabilir. Aynı zamanda dış dünyadaki bu ölü varoluş içselleşeceği için depresif bir iç dünya oluşabilir. Yetişkin yaşamdaki ilişki örüntüleri de bütün bunlardan nasibini alır.
Büyüme sürecinde hiçbir eksiklik ya da kayıp yaşamamış ve aşırı doyurulmuş olmanın da başka handikapları olur. Bu örüntüdeki çevrede yetişmiş kişilerin, hayatlarında kırılmalara toleransları düşüktür. Sağlıklı bağ kurma zemini sağlam olmadığında bireyler küçük artçı şoklardan bile çok büyük depremler yaşıyormuşçasına etkileneceklerdir. Bu deneyimleri yaşayan kişiler, sevdiğinden ayrılmaya dayanamayabilirler. Kendi başına hiçbir şey yapmak istemezler. Bu yapı zamanla ilişki sorunlarının ve hatta patolojik durumların yaşandığı bir tabloya doğru eğrilebilir.
Çevremizde bize yeterince iyi bakım verenler; sağlıklı, dengeli, enerjik ve bütün bunların toplamında bütünleşmiş bir kendilik işlevi yaratmamızı sağlarlar. Bazı kişiler için sağlıklı koşullarda gerçekleşmeyen psikolojik doğum, yaşam boyu sürecek bir var olma meselesine dönüşür. Başkaları ile kurulan sonraki ilişkilerde de bu köken ilişkilerin meseleleri yeniden sahnelenir. Kişi kırılmaları onaramadığı müddetçe de ilişki örüntülerinde belli kısırdöngüler başka sahnelerde tekrar eder.
Bu temel bilgileri baz alarak şunu iddia edebiliriz. Bugünkü ayrılık deneyimlerinin nasıl yaşandığının önemli bir belirleyicisi aslında kök ilişkilerimizle bağlantılıdır. Bazı ayrılıklar kişi için bir yoksunluk, sahipsizlik, parçalanma, dağılma ve koparılma şiddetindeki deneyime yol açar. Bazı ilişkilenmeler kişiyi yaşamımızın ilk dönemlerindekine benzeyen bir ayrışmama/ ayrışamama deneyimin içine sokabilir. Bu sayede geçmişte notalarını bildiğimiz tınılar yeniden duyulur. Mesele, bütün deneyimlerimizin toplamında zorlantı yaşadığımız deneyimlerin içinde olgunlaşmak, biricikliğimizi kucaklayıp bağımsız hikayeleri olan özneler haline gelebilmektir. Ötekinin varlığı ile birlikte ama kendi alanlarımıza sahip olarak, kendimizi psikolojik olarak var edebilmemiz gerekmektedir.
Uzm. Klinik Psikolog Filiz Yurtseven kimdir?
İstanbul Bilgi Üniversitesi YL Klinik Psikoloji ve İstanbul Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Felsefe bölümü mezunudur. Aynı zamanda Psikodrama Grup Terapileri eğitimini tamamlamıştır. Yetişkinlerle psikoterapi yapmakta, Kurumlara Danışmanlık Hizmeti vermekte ve grup çalışmaları yürütmektedir. Aynı zamanda “Anne, Baba ve Eğitimciler İçin Büyüme Sürecinde Sorunlar ve Çözüm Yolları, Üniversitede Psikolojik Danışmanlık El Kitabı, Bir Anda Yüreğim Sana Emanet” kitaplarının da yazarıdır.