
Hukuksuzluklar ülkesinde hukuk öğrencisi olmak: Kanunda böyle yazıyor ama…
A. ALKIM GÖKÇE
“Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Anayasa madde 2. Kitaplarda böyle yazıyor. Hocalarımız böyle öğretiyor. Sınavlarda doğru cevap bu. Derslerde “Kanunda böyle yazıyor, olması gereken bu ama uygulamada işler farklı” cümlesi, bir hukuk öğrencisinin kulağında defalarca çınlayan trajik bir ezber artık. Kanunları öğreniyoruz, ama onun yaşamasına tanık olamıyoruz. Dersliklerde öğretilen hukuk ile mahkeme salonlarında, emniyet koridorlarında, sokaklarda karşımıza çıkan gerçeklik arasında dağlar kadar fark var. Türkiye’de hukuk, artık yazılı metinlerin ötesine geçemiyor; anayasa bir kitap, kanunlar birer temenni, adalet ise hep ertelenen bir ihtimal gibi duruyor.
Bu topraklarda hukuk öğrencisi olmak, sistematik çelişkilere tanık olmayı, normlarla yaşananlar arasındaki derin uçurumu fark etmeyi ve çoğu zaman da adalet duygusuyla gerçeklik arasında sıkışıp kalmayı öğrenmektir. Hukuk fakültelerinde ilk yılın ilk dersinde öğretilen Anayasa Hukuku, temel hak ve özgürlükleri, hukuk devleti ilkesini anlatır. Oysa bu ilk ders, çoğu zaman öğrencinin hukukla kuracağı ilişkinin ilk hayal kırıklığına da kapı aralar.
Bu noktada bir parantez açmak istiyorum. "Adaleti yıkmak istiyorsan, ilk önce adaletin öğretildiği yerden başlayacaksın." Bir ülkede hukuk fakültelerine verilen önem, o ülkenin hukuka verdiği değerin aynasıdır. Bugün Türkiye'de birçok hukuk fakültesi, başında hukukçu dahi olmayan dekanlar tarafından yönetiliyor. Yani adaletin öğretildiği kurumlardan, hukuk eğitiminin dilini bilmeyen insanlar sorumlu tutuluyor. Eğer bir ülke, bu fakülteleri itibarsızlaştırmaya çalışıyorsa; eğer bu okulları hukukçu dahi olmayan dekanlarla yönetiyorsa, bilin ki mesele yalnızca üniversite politikası değildir. O ülke, hukuk fikrinin kendisini çürütüyordur. Bilinçli bir çürütmedir bu. Sessiz ama derin bir tasfiye…
Hukuk fakülteleri birer düşünme alanı olmaktan çıkarılıp ezberin dayatıldığı soğuk binalara dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu dönüşüm çabası ise kendini yeni sınavla gösteriyor. Hukuk Mesleklerine Giriş Sınavı. ÖSYM’nin hazırladığı ve hazırlama sürecinde ne yazık ki baroların dışlandığı bir sınav… Sözde kaliteyi artırmak için getirilen bu sınav, aslında öğrencileri eleştirel düşünceden daha da uzaklaştıran, salt bilgi yığmaya zorlayan, hukuku ezberci bir test mantığına indirgeyen araç haline geldi. Sadece teknik bilgiyle donatılmış, adalet duygusu, sorgulama ve düşünme duyusu köreltilmiş, sistemin çarklarına ses çıkarmayan "hukukçular" üretilmeye çalışılıyor. Anlamaktan çok ezberlemeye dayalı bir eleme sistemi ile…
Yine de Türkiye’deki nitelikli akademisyenlerin varlığı sayesinde hukuk eğitimi bazı öğrencilere halen güçlü bir entelektüel temel sunabiliyor. İdealist ve mesleğin onurunu omzunda taşıyan akademisyenlere ulaşabilen öğrenciler, hala hukukun ne olduğunu ne olması gerektiğini dersliklerde anlayabilme ve bunun hakkında tartışabilme fırsatına sahip. Ama bu alan da daraltılmaya çalışılıyor, bu sesler de susturulmak isteniyor.
Anayasa Hukuku derslerinde hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler gibi kavramlar anlatılıyor. Ceza Muhakemesi hukukunda; gözaltı şartları, ölçülülük... Fakültelerde "olması gereken hukuk" aktarılıyor. Ancak bu "doğru bilgi", öğrencinin derslikten çıkar çıkmaz yüzleştiği gerçeklikle taban tabana zıt bir manzaraya çarpıyor. Derslerde “temel hak ve özgürlükler” anlatılıyor ama kampüslerde o özgürlükler bastırılıyor. Hukuk fakültesi öğrencisi derslerde Anayasa madde 34’ü, toplantı ve gösteri yürüyüş hakkını, bu hakkını kullandığı için tutuklanan arkadaşlarını düşünerek dinliyor. İşte tam bu noktada, bir hukukçunun öğrendikleri ile yaşadığı ülkenin pratikleri arasında çatışma başlıyor.
Çünkü öğrenciye ilk yıldan itibaren anlatılan hukuk sistemi, dışarıda hukuksuzluk düzeniyle yer değiştiriyor: Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı, tutuklamanın bir cezalandırma aracına dönüştüğü, gözaltıların hukuksuzca işlediği, insan haklarının, anayasal hakların yok sayıldığı bir düzende, hukukun teorisi ile pratiği arasındaki mesafe gün geçtikçe daha da büyüyor. Hukuk öğrencileri, bir yandan adalet idealiyle yoğrulurken, diğer yandan bu idealin sistematik olarak nasıl ihlal edildiğine de tanık oluyor. Öğrenciler hala, “hukukun üstünlüğü” kavramını savunmaya çalışıyor; ama çevresinde yaşananlar sürekli “üstünün hukukunu” hatırlatıyor. İşte bu çift yönlü baskı, yetişmekte olan hukukçunun zihninde ya bu bozuk sistemi düzeltme mücadelesine ya da uyuma neden oluyor.
Bu iki yol, sadece bir meslek tercihi değil; bir vicdan seçimi
Mezuniyet geldiğinde artık yalnızca gözlemleyen olmaktan çıkıyor hukuk öğrencisi. Yıllarını adalet idealiyle yoğurmuş, sınavlara gecesini gündüzüne katıp hazırlanmış bir genç, Adalet Bakan Yardımcısı Ramazan Can’ın torpil yazışmaları yaparken suçüstü yakalanmasına rağmen, hala mülakat komisyonlarında başkanlık yaptığını görünce ne hissediyor? Ya vicdanını susturup torpil mekanizmasının parçası olmanın yollarını arıyor ya da haberi okurken yumruğunu sıkıyor, bu düzeni içselleştirmeyi reddediyor, itiraz ediyor, torpil listelerine girmek için değil, o listeleri yırtıp atmak için hukukçu olmayı seçiyor. Bu noktada hakim, savcı ya da avukat olmak istesin, hepsinin önünde iki yol beliriyor. Ve bu iki yol, sadece bir meslek tercihi değil; aynı zamanda bir vicdan seçimi, bir karakter sınavı.
İlk yol sessiz kalmak. Uyum sağlamak. Hukuksuz kararları sorgulamadan uygulamak, adaletsizliği görüp görmemiş gibi yapmak, “Ben ne yapabilirim ki?” bahanesine sığınıp olan bitene göz yummak, ses çıkarmaya korkan biri olmaktır. Bu yolda yürüyen hukukçu sisteme uyum gösterir, talimatları sorgulamaz, içten içe inandığı her şeyden vazgeçer. Aslında bu yol içindeki hukukçunun sessizce ölmesidir.
İkinci yol ise zordur. Bu yol, hukuk devletini korumak için, daha öğrencilik yıllarında tanık olduğu bütün o hukuksuzluklarla mücadele etmeyi seçenlerin yoludur. Hakim, savcı ise adil, bağımsız ve tarafsız olmak için her mücadeleyi verir. Avukatsa susturulmak istendiği her yerde daha yüksek sesle konuşur. İşte bu ikinci yolu seçenler sayesinde hukuk, sadece kitaplarda kalmayacaktır.
Hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra, hakikaten “hukukçu” olmanın bedeli ağırdır. Ancak bu noktada çarpıcı bir gerçeği vurgulamak gerekir: Bu hukuksuz düzeni değiştirecek olanlar, tam olarak bu fakültelerden çıkan, bu çelişkilerle büyüyen, hukuk ilkeleriyle eğitilmiş ve vicdanlarıyla büyümüş, hukuku ve adaleti savunmaktan asla geri adım atmayacak genç hukukçulardır. Hukuk fakültesi öğrencilerinin önünde gelecekte iki seçenek vardır: Ya bu düzenin bir parçası olacaklar, mevcut hukuksuzlukları sıradanlaştırıp, adaletin nasıl yozlaştığını kabulleneceklerdir, ya da bu yozlaşmış düzene karşı durarak, adaletin ve hukukun gerçek anlamda işlediği bir sistem için mücadele edeceklerdir.
Ve ikinci yolu seçen bu genç hukukçular, bir gün o meşhur cümleyi “Evet arkadaşlar, kanunda böyle yazıyor ve Türkiye’de de aynen uygulanıyor” olarak değiştirecek olanlardır!