Kır evi

"Her sene ağaçlar farklı zamanlarda çiçeklenmeye başlıyor. Geçen sene önce kiraz ağaçları açtı, sonra da armut ağaçları; bu sene ise önce armut sonra da kirazlar açtı. Net bir başlangıç tarihi yok ve hangi ağaçların önce açacağını da bilemiyorsun, kırk yıl burada yaşasan da bilemezdin. Ama bunu izlemesi çok heyecanlı.”

Dünya çapında tanınan İngiliz ressam David Hockney, 84 yaşında. Normandiya’daki kır evinde Pandemi sırasında geçirdiği iki yıl boyunca onu şaşırtan, heyecanlandıran şey dört dönümlük bahçesinde doğanın değişimini izlemek olmuş.

Doğaya bakmak, onunla içli dışlı olmak insanları her kim olursa, kaç yaşında olursa olsun heyecanlandırıyor. Eğer Hockney gibi iyi bir ressamsanız bu heyecan resimlere dönüşüyor. Sonra da şu sıralar Sakıp Sabancı Müzesi’nde süren ‘Baharın Gelişi’ gibi bir sergiye… Hockney’in Emirgan’daki müzede sergilenen resimleri çiçeklenmiş ağaçlar, yemyeşil manzaralar, kır evleri, yağmurun yağışı hakkında. Hepsi bir arada yemyeşil bir dünya oluşturuyor ve aralarında gezinirken kentin tam ortasında, kırlara uzanan hayali bir koridor açıyor. Doğanın insana verdiği mutluluğu hissettiren bir sergi bu. Çok farklı bir başka ressamın, Claude Monet’nin yine Fransa’daki kır evinde yaptığı resimleri yine bu salonlarda 2012 yılında seyretmiştik. ‘Monet’nin Bahçesi’ adlı o sergideki nilüferler ve diğer doğa resimlerine bakmanın da tıpkı Hockney sergisi gibi bir etkisi vardı.

Benzer etkiyi, Monet’nin çağdaşı çok sayıda ressamın fırçasından çıkan birbirinden ilginç resimlerle yaşayabileceğiniz bir sergi daha var şu sıralar İstanbul’da: ‘Doğa, Bahçeler, Düşler’. Elgiz Müzesi’ndeki sergi, Lucien Arkas’ın 19. Yüzyıl Fransız resmi ağırlıklı koleksiyonundan yapılmış bir seçti. Türk ya da Danimarkalı o çağın başka sanatçıları da var sergide. Dereler, ağaçlar, yeşilin en romantik halleri ve doğanın, bahçelerin arasında rüyalara dalan insanlar var bu sergide. Milliyet Sanat’a bu sergi için açıldığı ay yazdığım yazıda şunları söylemiştim: “‘Doğa Bahçeler Düşler’ sergisi, kent yaşamının bunalımından kaçmanın yollarını hiç olmadığı kadar çok arayan ve geçmişten farklı olarak işini gücünü sürdürebilerek bunu gerçekleştirme fırsatı bulan günümüz insanının düşlerini harekete geçirebilecek kuvvette.”

Böyle doğa konulu iki büyük serginin birden açılmasının tesadüf olmadığını düşünüyorum. Her şeyden önce David Hockney’in bir kır evine kapanıp ağaç ve çiçek resimleri yapmaya koyulmasının temel sebebi Pandemi.

Toplumsal olarak kapanma, bireysel olarak içe dönme zamanıydı Covid 19 günleri. Şimdi o toplumsal ve bireysel travmaların etkilerini yaşıyoruz. Sadece büyük ressamlar değil, imkanı olan her birey kentten bir adım daha uzaklaşıp doğaya yakınlaştığı bir hayat kurmaya çalışıyor. Bizi var eden sosyal bağlarımızı mümkün olduğunca gevşetiyoruz. Yapıyoruz, çünkü yapabiliyoruz. Pandemi sırasında eğitimden üretime her şeyi biraz uzak durarak da yapabileceğimizi gördük. Şimdi birçoğumuz bunu yaşam biçimi haline getirmeye çalışıyor. Hem doğanın içinde yalnız kalmak, hem de çılgın kalabalığın bir parçası olmak artık o kadar da çelişkili iki durum değil. Sanki mümkün gibi… Sanıyorum günümüzün en yeni ruh hali bu.

İnsanların kentten kaçma planlarında Pandemi’den yadigar bir içine kapanma isteği de var. Bu duygu, özellikle laik üst-orta sınıflar için politik de bir durum. Ümitsizlikten beslenen bir kaçış duygusu da var işin içinde. Türkiye’nin yaşamak istediğimiz ülke olmaktan uzaklaşması karşısında kapıldığımız hüzün ve kırgınlığın bir sonucu gibi.

Çalışmaya, üretmeye, sevdiklerimizle haberleşmeye devam ederek uzakta olmak fikri kentten yeni bir göç dalgasını başlatalı epey oldu. Ege’den Karadeniz’e kadar doğanın, denizin, kırların belirleyici olduğu her yere doğru bir hareketlilik var. Terkedilmiş köyler canlanıyor, eski aile evleri elden geçiriliyor, olmadı eski püskü evler satın alınıp birer villaya dönüştürülüyor. Dönümlerce tarla alınıp içine çiftlik evleri inşa ettiriliyor. Eskiden yılda bir iki ay canlanan yazlık sitelerin içleri yıl boyunca orada yaşayanlarla doldu. O yazlıkları kışa uygun hale getirmek en önemli tadilatlardan biri halini aldı. Hali vakti yerinde İstanbulluların oluşturduğu küçük gettolara artık köylüler de alıştı. Onlar bu yeni ekonomik fırsatın tadını çıkartma derdinde. Büyük kent kaçkınlarının derdi ise geldikleri yerle bağlarını kopartmadan kendilerine bir sığınak inşa etmek.

Bu sığınağın tabii ki en büyük motivasyonu doğa. Sayfiyeden farklı bir yaşantı biçimi gelişiyor. Bu yeni mekanlar için yazlık ya da tatil evi diyemeyiz artık. Çevrede tarlaların, ağaçların, sahilin olduğu çiçek, orman ya da deniz kokusu alarak sürdürülecek bir yaşantının yeni mekanları bunlar. İnsanın doğadan aldığı heyecan ve mutluluk gittikçe ipleri ele geçiren bir içgüdü olarak hayatımızı şekillendirmeye başlıyor. Kapının önündeki tek bir ağaçla bile özel bir ilişki kurulan, yediklerinin daha doğal ve taze olduğuna inanılan, hiç bilmediği kokularla birlikte yaşadığı bir zamana yer açıyor hayatında birçok kişi. Kır ve doğa beklenmedik bir rol edindi hayatlarımızda. Resimlerine bakmak yetmiyor artık bize.

Öte yandan işin acıklı bir izahı da var. Aslında hep birlikte inşa ettiğimiz büyük kent denilen canavarın artık kontrolden çıktığını biliyoruz. O bizi yok etmeden kendimize güvenli bir yer arıyoruz. Bu yeni eğilimin bir başka özeti de bu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
CEM ERCİYES Arşivi
SON YAZILAR