Kurşun delikleri ne söyler, gazeteciler ne anlatır?
Beyrut kurşun delikleriyle dolu bir şehirdir. İnsandan, hayvandan, ağaçtan ve çiçekten fazla kurşun deliği vardır desek yanılmış olmayız. Belki de bu yüzden Beyrut’ta bulunduğum süre zarfında ben de en çok kurşun delikleriyle ilgilendim. Bu ilgi, gazetecilik refleksi ile birleşince seyahatim boyunca şehrin hemen her duvarında, binasında, evinde görülebilen deliklerin fotoğraflarını çeker olmuştum. Her ne kadar ben o fotoğrafları çekerken Lübnan İç Savaşı’nın sona ermesinin üzerinden otuz küsur yıl geçmiş de olsa ve bu kadar yıldır kaybolmayan izlerin kaybolması artık pek mümkün görünmese de, fotoğraflayarak belgelemeyi keyifli bulmuştum. Halbuki yanılıyormuşum; yıllar yılı durup duran izler çok kısa zaman sonra silinecekmiş. Beyrut’taki kurşun delikleri bugün kayboluyor çünkü üzerlerine bombalar yağıyor, deliklerle dolu duvarlar yıkılıyor, binalar çöküyor. Beyrut yeni bir savaşın altında eziliyor.
Lübnan ve İsrail arasında dün başlayan ateşkesin haberlerini doğrusu kaygıyla izlerken bunları düşündüm. İsrail saldırıları sonucu yok olan evlerine dönmeye çalışan insanları, döndüklerinde buldukları moloz yığınlarının arasında şaşkınlıkla dolaşırken gazetecilere verdikleri ağlamaklı demeçleri izledim. Güzelim Beyrut’a bu kadar zarar verenlere duyduğum öfke büyüdükçe ateşkese yönelik duyduğum şüphe büyüdükçe büyüdü. Filistinli bir gazetecinin ‘İsrail liderleriyle barışı konuşmak’ ile ilgili söylediği bir söz aklıma geldi:
“Bu konuşma, kılıç ile boyun arasındaki bir konuşma olurdu.”
Bunu söyleyen gazeteci Filistinli Ghassan Kanafani 36 yaşında Mossad’ın aracına koyduğu bomba sonucu, 17 yaşındaki yeğeniyle birlikte öldürüleceğini bilmiyordu ama bu yazının amacı bunu anlatmak değil.
Anlatmak istediğim Ghassan Kanafani’nin gazeteciliği, gazetecilikte açtığı ufuklar ve onun ilham verici hikayesi.
Filistin’e değil, Filistin sorununa doğan bir çocuk
Kanafani, 1936 yılında Filistin’in Akka kentinde doğdu. 12 yaşına kadar bu kentte yaşadı ve eğitim gördü. 1948 yılında ise Kanafani’nin kaderini değiştirecek olay yaşandı. Siyonist terör örgütü Irgun, Deyr Yasin köyünde büyük bir sivil katliam gerçekleştirdi. Katliamda kimi kaynaklara göre 107, kimine göreyse 250’den fazla sivil öldürüldü. Bu saldırıyı pek çok başka saldırı takip etti ve saldırıdan bir ay sonra Kanafani ailesinin yaşadığı Akka kenti de siyonist terör gruplarının eline düştü. O günden sonra Ghassan Kanafani’nin göç yaşamı başlıyordu.
Kanafani ailesi önce Lübnan’da, sonra Şam’da mülteci kamplarında yaşamak zorundaydı. Ghassan Kanafani bu dönemde resme merak sardı. Oradan oraya kaçarak geçen dört yılın sonunda Ghassan Kanafani, henüz 16 yaşındayken Birleşmiş Milletler Yardım Okulu’nda öğretmenlik yapmaya başladı. Sonrasında Şam’da Arap Edebiyatı bölümünde öğrenciliğe devam etti. Bu dönemde Arap Ulusal Hareketi lideri George Habaş ile tanıştı ve öğrenci siyasetine dahil oldu. Bu hareketin çıkardığı Al-Rai gazetesinde çalışmaya başladı. 1955 yılında çıkmaya başlayan bu gazete kısa zaman sonra yasaklandı. Kanafani ise dergiyi Şam’da basmaya devam etti. 1960 yılında Habaş’ın Beyrut’ta kurduğu yeni dergi Al-Hurriya’ya (Bağımsızlık) geçti. Bu sırada ağır diyabet teşhisi konulmuş ve hayatı sağlık açısından da oldukça zorlayıcı bir hale gelmişti.
Edebiyat şöhreti gazeteciliğin yolunu açıyor
Ghassan Kanafani, 1961 yılında Filistinli mülteciler üzerine çalışan Danimarkalı Anni Hoover ile tanıştı ve iki ay içinde evlendiler. 1962 yılında Beyrut’ta kaçak yaşarken en bilindik eserlerinden Güneşteki Adamlar’ı yazdı. Bu kitap da Kanafani için başka bir dönüm noktası olacaktı.
Kitabın basılmasıyla birlikte Kanafani büyük bir şöhrete kavuştu. Yeni gelen şöhretle birlikte Beyrut’ta çıkan günlük gazete Al-Muharrir’in (Kurtarıcı) başına geçti. Al-Muharrir’in haftalık çıkan Filastin (Filistin) ekini de çıkartmaya başladı.
1967 Haziranı bir başka kırılma anı oldu. Haziran’da patlak veren Altı Gün Savaşı’nda Arap birliğinin mağlup olmasından sonra Filistinlilerin tamamının yaşamında köklü bir değişim yaşandı. Filistinliler, diğer Arap ülkelerinin başrolünde olduğu Filistin Davası’nı kendi ellerine almak mecburiyetini kavramaya başlıyordu. Tabii bu yaşananlar gazetecilik alanına da sirayet ediyor, Filistinlilerin hikayesini Filistinlilerin anlatacağı bir dönemin başlangıcına işaret ediyordu. Bu dönemde Ghassan Kanafani, Al-Muharrir’den ayrıldı ve Al-Anwar (Işıklar) gazetesine geçti. 1969 yılına gelindiğinde ise Filistin Halk Kurtuluş Örgütü ile bağlantılı siyasi gazete Al-Hadaf’ı (Hedef) kurmak için çalışmalara başladı.
Arap basınında yepyeni bir gazete
Bir yandan öyküleri yayımlanmaya devam ediyor, bir yandan Al-Hadaf’ta yazıları, çizimleri, hicivleri yayımlanıyordu. Al-Hadaf’taki çizimleri o kadar beğenildi ki Filistin Direnişi’nin en ikonik posterlerinin bugün bile çoğunu o çizimler oluşturur.
Al-Hadaf, hem Kanafani’nin, hem Filistin yazınının bir dönüm noktasıydı. Gazete Arap medyasına yepyeni bir soluk getirdi ve aynı ölçüde de popülerlik kazandı. Bu yeni soluğu üfleyen ise Kanafani’ydi.
Kaliforniya Eyalet Üniversitesi’nden Profesör As’ad Abukhalil, Kanafani’nin Al-Hadaf’ta yaptığı işi şöyle anlatıyor: “Kanafani sol medyayı erişilebilir hale getirdi. Yazıları keskin eleştiri, bilgi ve hicvin sıradışı bir harmanından oluşuyordu. Bu, Arap sol medyasında yepyeni bir şeydi.”
Al-Hadaf, Filistin direnişine dair haberler, analizler, çizimler ve kaligrafinin yanı sıra çağdaşı Arap ve uluslararası sol medyada olmayan önemli bir unsura, mizaha da ciddi yer veriyordu. Bugün bile pek çok sol yayının mizaha asla yer vermiyor olduğunu düşününce, Kanafani’nin 60’lı yılların sonunda ve savaş koşullarında yaptığı işin ne denli etki uyandırdığını tahmin etmek kolaylaşıyor.
Kanafani bununla kalmıyor; Filistin direnişini yalnızlığından kurtarmak için Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki diğer halk mücadeleleriyle bağlıyor, kıyaslıyor, sayfalarında uzak coğrafyaların benzer hikayelerine de yer veriyordu. Batılı gazetecilerle iletişim kuruyor, onların yazılarını takip ediyor, argümanlarını ele alan cevap niteliğinde yazılar yazıyordu.
Var olmayan bir seçim: Gazetecilik mi edebiyat mı?
Kanafani, mümkün olan her araçla Filistin gerçeğini anlatmak için mücadele ediyordu. İster yazı, ister çizim, ister edebiyat. Al-Hadaf’ın sloganının, Lenin’in “Gerçek her zaman devrimcidir” sözü olması da buradan geliyordu.
Kanafani elbette bir gazeteciydi ve işi gerçeği anlatmaktı fakat bir edebiyat romantiği olduğunu söylemek de mümkün değil. O, basının gücünü olanakları ve sınırlılıkları ile kavramış bir gazeteciydi. Filistin Halk Kurtuluş Örgütü’nün silahlı kanadında yer almıyordu ama yaşadığı koşulları değerlendirirken basının sınırlılıklarına dair şunları söylüyordu: “Eğer silahlı kuvvetlerimizin sesi kesilirse, hiçbir televizyon Filistinlilere kendilerini ifade etmek için bir dakika bile vermeye razı olmayacaktır.”
Öte yandan, Güneşteki Adamlar’dan sonra kazandığı ünle birlikte pek çok arkadaşı ona ‘gazeteciliği bırakıp edebiyata yoğunlaşmasını’ tavsiye ederken de bu defa basının olanaklarına dair bir başka yorumu vardı: “Artık arkadaşlarımın gazetecilikle daha az ilgilenmem konusundaki tavsiyeleri giderek yoğunlaşıyor. Söylediklerine göre en sonunda gazetecilik, hikaye yazma konusunda sanatsal yeteneğimi yok edecekmiş. Doğrusu bu mantığı anlamıyorum. Gerçekten gazetecilikle hikaye yazmak arasında bir seçme şansım var mı? Ben bir şeyler söylemek istiyorum. Bunu kimi zaman günlük gazetenin resmi haberlerinde, kimi zaman başmakale biçiminde ya da toplum sayfasında küçük bir haber olarak söyleyebilirim. Kimi zamansa söylemek istediğim şeyi hikayeden başka hiçbir yolla söyleyemem. Sözünü ettikleri seçim aslında var olmayan bir şey.”
‘Direniş edebiyatı’nın isim babası
Kanafani, gazeteciliğiyle edebiyatını kol kola yürütmekten başka şansı olmadığını kavramış, Filistin’in ve Filistinlilerin hikayesini elinden gelen her şekilde anlatmaya çalışmıştı. Terim olarak ‘Direniş Edebiyatı’nın (Mukawamah) ilk onun ağzından çıkması da bu kavrayışın ürünü olsa gerek.
Terimler konusunda hem üretken hem de onların kullanımıyla ilgili hassas olduğuna şahidiz Kanafani’nin. Avustralya’nın ABC Kanalı’na 1970’de verdiği röportajda soruları soran Richard Carleton’u defalarca düzelttiğini milyonlar izlemişti. Ürdün’de Kral Hüseyin’e karşı ayaklanan halk hareketine ‘iç savaş’ diyen muhabiri, ‘İç savaş değil halk mücadelesi’ diye uyarır önce. Sözünü ‘çatışma’ olarak değiştiren muhabiri tekrar düzeltmekten çekinmez. ‘Çatışma değil bir kurtuluş hareketi’. ‘Neyse ne’ diye konuyu geçiştirmeye çalışan muhabiri hepten pişman eder sonra. ‘Bu neyse ne lafı sorunun tam olarak başladığı yer. Eğer buna iç savaş derseniz, o zaman sorularınız haklı olur. Eğer çatışma diyorsanız, o zaman gerçekte ne olduğunu bilmeniz gerçekten sürpriz olur.’
Yanlış anlaşılmasın, gazetecilik ile ilgili tutumu ideolojisinin tüm ögelerini yansıtmakla birlikte yalnız ideolojik saiklerle hareket ettiği söylenebilecek biri değildi. Bununla ilgili, “Net bir siyasi konum bulmadan ya da herhangi bir örgüte katılmadan çok önce Filistinli yaşamının hikayesini yazmaya başlamıştım.” diyordu. Kanafani için aslolan gördüğü, şahit olduğu, işittiği, hissettiği, tüm coğrafyaya yayılan Filistin savaşını ve etkilerini anlatmaktı.
Şahitlikten gazeteciliğe, gazetecilikten edebiyata
Edebiyatında da bu ‘şahit olma’ halini rahatça takip etmek mümkün. Tatil Hediyesi isimli öyküsünde şöyle yazar örneğin; “Kamplar. Bitkin sabahımızın alnındaki o lekeler. Çamur, toz ve merhamet düzlüklerinin üzerinde savrulan yenilgi bayrakları gibi oraya buraya dalgalanan yara bereler.”. Çocukluğunun geçtiği mülteci kamplarını tarif etmektedir.
Bir başka öyküsünde İngiliz Mandası’na duyulan nefreti anlatırken, “Hayatım boyunca hep bir İngiliz askerinin suratına tokat atmak istemişimdir. Gel gör ki şimdi bunu yapmayı unuttum.” dedirtir bir direnişçiye. Bu nefret aslında onun nefretidir.
Öykülerinde sınıf perspektifi de yer alır. Bir öyküsünde Filistin’in küçük burjuvalarına duyduğu öfkeyi anlatırken, Yahudi bir kadınla karşılıklı reçelli ekmek yiyen zengin bir Filistinli doktoru ve doktorun ödünç bir tüfekle savaşa katılmaya çalışan yoksul kardeşini yazar. Marksisttir.
Çocuk Kampa Gidiyor öyküsünde Filistin’deki savaşın karakterindeki tuhaflığı sezdirir okurlarına. “Savaş zamanıydı. Aslında savaş da değil ama düşmanlık doğrusunu söylemek gerekirse.” diye başlar ve sonra kalemi eline niçin aldığını açık eder öykünün devamında: “Düşmanlıklar zamanıydı. Bunu size söylüyorum çünkü bilmiyorsunuz.”. Öykünün sonunda ise, edebiyatın eleştirisini verircesine şöyle bitirir: “Anlamazsınız. Düşmanlıklar zamanıydı.”
Bir diğer öyküsünde “Nasıl oluyor da bunca zamandır bunun olmasını beklememişim?” diye sorar bir babanın oğlunda koparıldığı köklerine dair minicik bir işareti görmeye çalışması için. Sonra bir başka öyküsünde ise büyüklerini dinlemekten bıkan Hamit’i anlatır bize. “Utanç, yenilgi ve yıkıntılarla dolu olan o yerde, sözcüklerin, hikayelerin ve matemin yankılarını duyan, dinleyen bir kulaktan başka hiçbir şey yoktu. Tek bir sineği bile yok edemeyecek, tek bir hakikati bile gömemeyecek yankılar. Hamit artık dinlemeyi bırakmaya karar verdi.” Bunlar Kanafani’nin mensubu olduğu, babalarıyla ters düşen fakat saygıda kusur etmekten de pek çekinen sürgün neslinin anlatısıdır.
“Son tahlilde mesele insandır” der Hayfa’ya Dönüş öyküsünde 20 yıllık bir sürgünü aşıp gelen Filistinli ve Filistin’de yaşayan Polonyalı bir Yahudi kadının Auschwitz dramını da dahil eder Filistinlinin anlatısına. Çünkü Kanafani için son tahlilde mesele insandır, insanlığın ortak dramıdır.
Kanafani yazdırmaya devam ediyor hala
Lübnan’dan döndüğümden beri özellikle Beyrut’la ilgili bir şeyler yazmak istiyordum. Oradayken notlar almış, aldığım notları tembellik etmeyip mutlaka yazıya dökmeye söz vermiştim. Şaşırtıcı değil, bunu dönünce yapmaya fırsatım olmamıştı. Aldığım notlara dönüp baktığımda ise çoğu zaman neyi niçin yazdığımı bile hatırlayamaz olmuştum. Kanafani’nin bir sözü, bütün notları birleştirdi, yazmak istediğimi yazdırdı. Kanafani artık yazmıyor ama yazdırmaya devam ediyor kesinlikle. Al-Hadaf gazetesinin ise hala çıkmakta olduğunu söylememe gerek yok sanırım.
Kanafani’nin öldürüldüğü günün ertesi çıkan bir gazetenin manşetiyle bitirelim gazeteci Ghassan Kanafani ile ilgili bu yazıyı: “O hiç silah atmamış bir komandoydu. Silahı kalem, çarpışma alanı ise gazete sayfalarıydı.”