EMEK EREZ
Ritüelden, sembolden, büyüden yoksun hayat
Dünyanın büyüsünü kaybettiğine dair farklı tartışmalarla karşılaşıyoruz. Bu tartışma, tüketim kültürü, hız, enformasyon tekniklerinin değişimi, dijital kapitalizm gibi farklı katmanlar içeriyor. Tüm bunların getirdiği büyüsü olmayan dünyanın, insan türünde bir anlam krizi yarattığı da aşikâr. Çünkü çağımızda, insanın ruhani yanını tatmin edebilecek, hayatın anlamı sorusunu önemli kılabilecek edimler, kurumsallaşmış, iktidar ilişkilerinin ve kapitalizmin bir parçası haline gelmiş durumda. Terry Eagleton’ın ifadesiyle söylersek, “Ruhanilik ya sert bir kayaya ya da bir bataklığa dönüştü. ‘Hayatın anlamı’ sorusu şimdi guruların, ruhani masörlerin, muhteva üreten teknolojistlerin ve üfürükçü ruh sağaltıcılarının ellerinde.”
Böyle bir çağda çok şeyin yitip gittiği hissi kaçınılmaz oluyor çünkü insan türünün anlamlı bir yaşam sürmesi için ruhani yanını besleyen pratiklere de ihtiyacı var. Mesela, bunlardan biri türümüzün hikâyesine eşlik etmiş olan ritüeller. Ritüeller, kültürel bellek aracılığıyla toplumdan topluma, kişiden kişiye aktarılarak insanın dünyadaki varlık çabasını anlamlı kılmanın, ortaklaşmanın, paylaşmanın, ruhani yanı doyurmanın yollarından biri olarak karşımıza çıkar. Peki, ritüellerin hayattan çekilmesi insanı ve toplumları nasıl etkiler? Neo-liberalizmin, küreselleşmenin, dijital çağın hüküm sürdüğü çağımızda ritüeller tamamen ortadan kalkarsa ne olur? Ortaya çıkan boşluk nasıl dolar?
Byung-Chul Han’ı, Neo-liberalizm yeni tekniklerle nasıl işliyor, “dijital panoptikon” çağında yaşarken neleri kaybediyoruz, Neo-liberal bireycilik müşterek olanı nasıl etkiliyor, performans sistemi bizi sonsuz bir üretme döngüsüne iterek, yaşamlarımızı nasıl çalışmanın bir parçası haline getiriyor gibi soruları tartışmaya açmasıyla tanıyoruz. Yazar, “Ritüellerin Yok Oluşuna Dair, ‘Günümüzün Bir Topolojisi’” başlıklı kitabında, bu sefer ritüelin yok olduğu bir dünyadan yola çıkarak, Neo-liberalizmin bu boşluğu nasıl işlevselleştirdiğinden söz ediyor. Kitap, İnka Yayınları tarafından, Çağlar Tanyeri çevirisiyle basıldı.
Zamanda İkamet Etmek
Ritüelleri sembolik bir iletişim biçimi olarak ele alan Byung-Chul Han, çağımızda her şeyin bir hız içinde yok olup gittiğini bu nedenle de artık süreğen olması gereken sembolik ilişkinin aşındığını iddia ediyor. Çünkü her şeyin yüzeysel olarak yaşandığı bir zamanda kalıcılıktan, kanıksamaktan, yinelemekten, devamlılıktan söz etmek zorlaşıyor. Oysa yukarıda da bahsettiğimiz gibi ritüellerin aktarımı için zaman içinde kültürel bellekle taşınmasına ihtiyaç var. Ama şimdinin koşulları tekrarın yokluğunu, bir şeyin yer edinebilmesi için gerekli olan zamanın yaratılamamasını getiriyor bu nedenle insanın varlığını anlamlı kılabilecek ritüel gibi sembolik iletişimin gerektirdiği şartlar sağlanamıyor.
Byung-Chul Han’a göre, “ritüeller muhafazanın sembolik teknikleri olarak tanımlanabilir. Onlar dünyada-olma halini evinde-olma haline dönüştürür. Dünyayı güven duyulabilen bir yer [Ort] haline getirirler. Mekânda bir ikametgâh neyse, onlar da zamanda odur. Onlar zamanı ikamet edilebilir kılmaktadır. Hatta bir ev gibi içinde yürünebilir kılmaktadır. Zamanı düzenlemekte, dayayıp döşemektedir.” Ritüeller kişiye zamanda bir yer verir, toplulukla ortaklaşma aidiyet hissini getirir, zamanın uçup gitmesine engel olur ve onu müşterek kılarak dünyada güvende olduğun hissini besler. Bu açıdan düşünürün, ritüelleri zamanın muhafaza teknikleri olarak ele alan Sain Exupéry’den alıntıladığı cümlenin şu kısmı da önemli fikrimce, “zamanın bir bina olması iyidir. Böylece şenlikten şenliğe, yıldönümünden yıldönümüne, bağbozumundan bağbozumuna, geçerim yolları arşınlayarak.” Burada ifade edilen zaman geçişleri ritüelistik bir anlam ifade eder, şenlikler toplulukları bir araya getirir karşılaşma sağlar, bağbozumları pek çok pagan kültürde festivallerle kutlanır, Anadolu’da da bağbozumu şenliklerinin yaygın olduğu bilinir. Bunlar öylesine değildir hem zamansal bir değişimi ifade eder hem de topluluğu bir araya getirerek, beraber korunan, içinde ikamet edilen bir zamanı anlatır. Byung-Chul Han günümüzde buna benzer ritüel pratiklerin gittikçe yaşamdan çekildiğinden yakınırken, şuna işaret ediyor: “Zaman günümüzde sağlam bir yapıdan yoksun kalmıştır. O bir ev değildir artık, hercai bir nehirdir. Salt noktasal şimdiki zamanın ardışıklığında dağılıp parçalanıyor. Ona dayanak olacak hiçbir şey yok. Yuvarlanıp gidilen zamanda ikamet edilemez.”
Kısacası, Neo-liberalizmin tekniklerinin işlediği bir dünya bizi zamanda yersiz bırakıyor, hiçbir şeyde oyalanmıyoruz, anlık uyaranların geçici heyecanına teslim olup ne zamanda ne de mekânda bir bağa sahip oluyoruz. Sonsuzca kaydırdığımız telefonların ekranında zaman deneyimi de aşınıyor çünkü bir şeyin yer etmesi için gerekli olan yineleme yok oluyor, devamlı üretme ve tüketme düzeninin getirdiği zorlamayla eşikleri, durakları, bize ortak bir yer veren imgeleri, metaforları, sembolleri yitiriyoruz.
Şeylerin Anlamı Yok
Düşünürün, “üretim zorlaması” olarak kavramsallaştırdığı durum, şeylerle olan ilişkimizi de aşındırıyor. Şeylerin kullanım zamanı gittikçe daralıyor çünkü “üretim zorlaması” tüketimi getiriyor. Böylece, hiçbir şey eski olamıyor, bir şeye sembolik anlam yüklerken oluşan bağ aşınıyor Byung-Chul Han’a göre, “şeyler, yaşamın istikrarını sağlayan huzur limanlarıdır. Ritüellerin de işlevi aynıdır. Onlar da aynılıkları, yinelemeleri vasıtasıyla yaşamı istikrarlı kılarlar. Yaşamı dayanıklı kılarlar”. Her şeyin devamlı değiştiği ve yenilenmesi gerektiği tüketim kültürü tarafından bize sürekli empoze edilirken, şeylerin de yaşamı anlamlı kılmak için işlevsel olduğunu, onlarla başka bir ilişki kurulabileceğini unutuyoruz.
Ayrıca, şeylerle bir bağ kurulabilmesi için düşünürün deyimiyle onlarda “oyalanma” gerekiyor daha açık ifadeyle onları yaşamın bir parçası haline getirerek, anlamlandırmayı sağlayacak bir zamana ihtiyaç var ancak Neo-liberal üretim ve tüketim mantığı süreğenlik yaratmaya izin vermiyor ve düşünürün ifadesiyle bu aynı zamanda “yaşamın dayanıksızlaşması” anlamına geliyor.
‘Sembolik Algı’
“Topluluk inşa eden bir araç/vasıta [Medium] olarak semboliklik, günümüzde gözle görülür derecede yok oluyor. Sembolleştirme ve ritüelleştirmeden çıkma hali birbirini koşulluyor” diyor Byung-Chul Han. Neo-liberal bireycilik her şeyi kişinin kendisiyle ilgili olarak kurmasına neden olurken, toplulukların ortak sembollerle iletişiminin de önüne geçebiliyor her şey öznel alanda yaşanır hâle gelirken, başkayla olan ilişki, ortak deneyim duygusu aşınıyor. Bireylerin geleneksel ritüellerden ve sembollerden kopmasının özgürleştirici bir boyutu da olabilir, bu her zaman olumsuzlanamaz fikrimce ancak Neo-liberalizmin mantığında bu daha çok narsistik bir boyut içeriyor. Çünkü burada “ben” aynı zamanda performans öznesi ve kişi gösterdiği performans kadar varolabiliyor, başlangıçta özgürlük yanılsaması yaratan bu durum son nefesine kadar üretme zorunluluğu getiriyor. Böylece, Byung-Chul Han’ın bahsettiği, “narsistik performans öznesi” ortaya çıkıyor ona göre bu, “mahvolana dek, kendini gönüllü olarak tutkuyla sömürmektir. Kendini ölümüne optimize etmektir. Başarısız olmaksa, depresyon veya tükenmişlik anlamına gelmektedir.”
Düşünürün şu bahsi de önemli fikrimce, “sembolik algı, günümüzde, süreğenlik deneyimini yaşamayı beceremeyen dizisel algının lehine giderek yok olmaktadır. Sürekli yeni enformasyon edinme süreci olarak dizisel algı dur durak bilmiyor.” Buradaki “dizisel algı”, “dizi maratonu” veya “topyekün izleme” durumuna gönderme yapıyor, böyle bir algılama yaşamdan yaşama, duygudan duyguya hızlıca geçmeyi sağlarken, yine oyalanma veya süreğenlik oluşmadan anlık uyaranlarla hareket etmeye sebep oluyor. Bir sezonunu aynı günde izlediğimiz diziler buna örnek olabilir.
Yazarın kitabın başka bir bölümünde şiir üzerinden tartıştığı gibi, bu anlatılarda, gösterilenin anlamı dışına genellikle çıkamıyoruz. Bu dil oyunlarının, sembollerin çok yer verilmediği bir anlatma biçimini imliyor ve artık anlatının değil, enformasyonun alanında olduğumuzu gösteriyor. Bu durum, günümüzde sık karşılaştığımız mesajı daha ilk sahnede/bölümde açık edilen anlatma biçimleriyle de düşünülebilir fikrimce ve Neo-liberal “dizisel algı”nın anlatılara bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Byung-Cul Han, “Ritüellerin Yok Oluşuna Dair, ‘Günümüzün Bir Topolojisi’” adlı kitabında meselesini farklı başlık ve konularla tartışıyor. Bana kalırsa metnin, Neo-liberal tekniklerle sembolikleştirme ve ritüellleştirmenin nasıl kaybedildiğine odaklandığı kısmı önemli. Çünkü bu topluluk duygusunu, bir araya gelmeyi olumsuz etkilerken, birlikte eyleme kabiliyetini de aşındırıyor. Neo-liberal performans bireyi kendi kendini yeniden üretmeye zorlarken, narsistik eğilim güçleniyor. Ritüellerin getirdiği içsel deneyimin kaybı her şeyin psikolojikleştirilmesine sebep oluyor. Ayrıca, ritüellerin ortak zamanı (mesela, bayram tatilleri) çalışma düzeninin bir parçası hâline getirilerek, devamlı sömürüldüğümüz koşulların yaratılmasına katkı sunuyor. Günümüzde dinsel pratikleri diğer kurumlardan, iktidar içi ağlardan bağımsız yorumlayamayacağımızı düşünüyorum, Byung-Chul Han’ın bu kısma biraz odaklanmasını dilerdim ancak bu hâliyle de tespitlerinin geçerli olduğu söylenebilir.
Neo-liberalizmin yaşamımızı biçimleyen tekniklerinden sıyrılmak, sıkıştırıldığımız bu boşluktan, içsel yanımızı performansın parçası kılarak bizi tüketen, depresyona iten bu durumdan çıkmak için ne yapılabilir ayrıca düşünmek gerekiyor. Belki de devamlı olumsuzluğu tespit etmektense, başka bir zamanda yaşadığımızı kabul edip, çözümlerimizi de buna göre oluşturmak başlangıç olabilir.
Kaynaklar
Eagleton, T., (2013), “Hayatın Anlamı”, s., 36, (Çev. Kutlu Tunca), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.