SEDAT BOZKURT
“Sen bu kadar iyi misin?”
Yıllar önce bir televizyon kanalında yayınlanan diziydi The Guardian. Dizinin Türkçe adı ‘Duruşma’ydı ve 2001 yılında yayınlanmıştı. Her hafta başka bir konunun işlendiği dizilerdendi.
Dizideki baş rol oyuncusunun babası New York’un en büyük avukatlık ofisinin sahibiydi, kendisi de avukattı. Ama uyuşturucu kullandığı için yargılanmış ve sosyal hizmetlerde yoksullara hukuki destek vermekle cezalandırılmıştı. Her gün, günün belli saatlerinde yoksul ve mahkemeye işi düşmüş insanlara avukatlık yapıyordu. Mevzu bu olunca, doğal olarak bölümlerde ele alınacak konu sayısı da hayli artıyor.
Adam karısını öldürmekten dolayı ömür boyu hapsi cezası almıştı. Kızı ise kalp nakli gereken bir hastaydı. Baba dilekçe verir, “Ben burada nasıl olsa öleceğim. Dokumuz da uyuşuyor. Kalbimi kızıma vereyim bari o yaşasın” diye. Oralarda bu gibi durumlarda “Hadi lan git işine, uğraştırma bizi” denmediği ve idareyi aşan bir karar söz konusu olduğu için mesele mahkemeye taşınır. Yoksul oldukları için de dosya dizideki avukata gelir. Mahkeme başlar. O klasik ABD’nin mahkeme salonunda sizi gerecek ve uzun süre öyle kalmanıza neden olacak sahneye, konuşmalara tanıklık etmeye başlarsınız. Avukat klasik olarak adamın talebinin ne kadar insani olduğunu anlatır ve bu organ nakline de bu duygusal yerden bakarak karar verilmesini talep eder. Sıra savcıya gelir ve dizinin kahramanı bir anda yaptığı konuşma ile savcı olur:
“Sayın yargıç burada siz organ nakli konusunda bir karar vermeyeceksiniz. Bu dava bir organ nakli davası değildir. Bir insanın ölmesine, o ölen insanla da bir başka insanın yaşamını sürdürmesine karar vereceksiniz. İki insanın kaderini değiştireceksiniz. Bu kararı ancak Tanrı verebilir. Siz kendinizi bu kararı verecek olan Tanrı kadar güçlü ve iyi hissediyor musunuz? Bir insanın ölmesine karar verecek kadar iyi misiniz?”
Davada verilen kararı tahmin etmişsinizdir. Sonrasında dizi izleyicilerini de sıkmayacak biçimde aksiyonlarla devam ediyor.
Narin’in soruşturmasında devlet eli
Bu hafta niyetim siyaset yazmaktı. Ama küçücük bir kız çocuğunun, Narin’in cinayeti öyle bir hal aldı ki geçen haftaki yazımda vurguladığım insan olma halini de aştı, önümüze getirip devleti koydu. O hani vatandaşının muhtelif ihtiyaçlarını karşılamak için oluşturulmuş organizasyondan söz etmiyorum. Tam tersi kendi varlığını vatandaşının önüne koyan organizasyondan söz ediyorum.
Kayıp ile başlayan ve cinayet olarak devam eden soruşturmada katil halen belirlenemedi. Her gün bir Hollywood dizisini andıracak gelişmeler yaşanıyor. Her şey yazılmış bir senaryodaki gibi ilerliyor. Bazı sahneler de “beğenilmediği” için tekrar çekiliyor.
O coğrafya gerçekten üzerinde taşınamayacak acılara halen ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Orada köyler kategorize edilmiştir. Narin’in köyü, kurucusunun ortaya çıkıp “Ben kurdum” demesine, pek çok itirafa karşın halen varlığı reddedilen JİTEM köyüymüş. Komşu köy ise Hizbullah. Tabloya bakınca moraliniz hemen bozuluyor. Narin’in abisinin aileden uzaklaştırılma gerekçesi ise DEM Partili olması. Meseleyi uzatmaya gerek var mı artık bilemedim, anlaşılmıştır sanırım.
Soruşturma kayıp kız çocuğunu aramakla başlıyor. Öldürülüp gömülmüş olma olasılığına karşın yer altı araması yapılıyor. İşte Jandarma’nın yaptığı bu arama soruşturmanın da seyrini değiştirtiyor. (Bu görüntülerde ne olduğunu sanırım hiç öğrenemeyeceğiz.)
Bundan sonra doğruya ulaşmak için değil, ulaşılmaması için devreye bir elin girdiği görülüyor. O elin devletle bağlantısını da ayrıca belirtmeye gerek yok. (İktidar medyasındaki bu olayla sınırla olmak koşuluyla artan gazetecilik refleksini de kafanız karışık olsa da unutmayın.)
Politik faili meçhullerde, kayıplarda pek çok kez tanıklık yaptığımız bu tablo, bir kız çocuğunun ölümünde tekrar neden önümüze kadar geldi? Verilen ve sık sık değiştirilen ifadeler, savcıları ziyaret eden komutanlar, ifade değiştiren itirafçılar, çok sonra ortaya çıkan kamera kayıtları, ses kayıtlarından yazılı metinlere eksik aktarılan bilgiler bir anda meseleyi kız çocuğu cinayetinden karmaşık bir casusluk öyküsüne kadar götürüyor. Dillendirilen kalaşnikof mermileri ile başlayıp porno sitelere, eskort kadınların silinen telefon numaralarına kadar gelen ifade değişikliklerine tanıklık yaptık. Geçici sim kartları ile yapılan yanlış ihbarları da atlamamak lazım. Anne baba zombileşmiş, evlatlarının ölümü dert etmekten hayli uzaklar. Her şüpheye potansiyel fail olarak yerleştirilmeye çalışılan bir amca var. Soruşturmanın amacına ulaşmasını engellemek için yapılan hamleler çok profesyonelce, bir köyün içinden çıkanların yapacağı türden değil. Ancak devletin eliyle yapılabilir. AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu’nun buradaki varlığı ve açıklamaları benim ortaya koyduğum tabloyu destekler gibi. Köydekilerin ortalama gelir düzeyinin Marmara Bölgesi’nin ilerisinde olması da mevcut kafa karıştırıcı bilgilerin bir başkası.
Ankara ya da İstanbul’dan gelecek deneyimli cinayet masası soruşturmacılarının bir günde çözecekleri cinayet muhtemelen faili bulunmadan, yardım yapmaktan hüküm giyenlerle sonuçlanacak. Çünkü devlet böyle istiyor. Nedeni de köyün içinde yer aldığı kategori.
Bölgeyi iyi tanıyan ve bilgi alan arkadaşımın aktardığına göre, katil büyük olasılıkla abi. Bağımlı ve cinsel tercihi nedeniyle kız kardeşinin tanıklık yaptığı olayın duyulmaması gerekiyor. (Diş izleri ile Narin’in sökülmüş dişleri profesyonelliğin işareti değil mi?)
Sonrası aynen yazımın başında aktardığım dizideki gibi, Tanrı adına birilerinin ölmesine, birilerinin yaşamasına karar veren ve kendilerini Tanrı’dan daha iyi sananların varlığı. Ve bunu diziden faklı olarak izleyen, gizleyen bir devlet devrede. Bunun nedeni de çok sık kendisini bu devletin de Tanrı’dan iyi görmesidir…
Not: Bölgede ve bulundukları yerlerde çok zor koşullar ve imkansızlıklar ve baskı altında görev yapan ve bizler adına bu cinayetin peşini bırakmayan meslektaşlarımızı kutlarım. Mesleğim adına hepsi ile gurur duyuyorum…