Yürümek, bazen direnmek bazen de bir ağacı selamlamak için

Frédéric Gros, “Yürümenin Felsefesi” adlı kitabında, yürümenin spor olmadığından bahsediyordu ona göre sporda; rekabet, puan, kurallar, teknik terimler vardı ayrıca spor, yürüyüşten farklı olarak disipline edici ve parayla ilgiliydi. Yürümek spor değil çünkü bu eylemi gerçekleştirirken tüketim kültürünün parçası olmanız gerekmiyor, yürümek sizi yaşamın içine katarak doğayla ilişkinizi devam ettiriyor, güneşe veya buluta yakın olmanızı sağlıyor.

Yürümek pek çok açıdan insan için önemli bir eylem. Ancak özellikle kentlerde bu eylemi gerçekleştirmek artık zor ve beklenen hazzın alınması neredeyse imkânsız çünkü betonlar arasında yürümekle doğada yürümek arasında fark var. Oysa türümüzün dünyayı keşfi doğa içindeki adımlarıyla ortaya çıkıyor, onun iki ayak üstünde dik durabilen bir tür olması ayrıcalık olarak düşünülürken bu durum dünyadaki serüveninde belirleyici oluyor.

Erling Kagge’in Kolektif Kitap tarafından, Oğuz Tecimen çevirisiyle basılan, “Yürümek Adım Adım” adlı kitabı, bize yürümenin farklı anlamlarını düşündürüyor. Yürümek bazen tutku, bazen keşif, bazen direniş olarak karşımıza çıkarken yazar yürümenin türümüz açısından anlamını sorgulamamızı sağlıyor. Kagge’in dikkat çektiği gibi, yetmiş bin küsur yıl önce Doğu Afrika’dan yola çıkan türümüzün, tarihinin ve kültürünün oluşması, iki ayak üstünde durmasıyla yakından ilişkilidir. Doğanın keşfi, (geldiğimiz noktada bunun ne kadar olumlu olduğu tartışılır olsa da) orada kendine yer edinme, biraz da yürümeyle başlamış bir yolculuğun yansımasıdır.

Hızın içinde kaybolmamak için yürümek

Yaşamlarımız hızın içinde bir yere, bir işe yetişme çabasıyla geçip gidiyor. Yürümenin önemli yanlarından biri bu hızın içinde kaybolmamızı engelleyen bir zaman ve mekân algısını sürdürmesi. Bu nedenle bir yerden bir yere arabayla gitmekle yürüyerek gitmek arasında fark var. Kagge şuna dikkat çekiyor; “Yürümek özgür hissettirir. ‘Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü’nün tam tersidir. Yürüdüğümde her şey daha yavaş hareket ediyor, dünya hafif ve sakin geliyor; bir süreliğine ev işlerinden, toplantılardan, yayınevine gelen dosyalardan uzaklaşıyorum…” Yürümek bizi, sistem tarafından içine sokulduğumuz sıkıntının içinden çıkarabilir, her şeye yetişme ve ayak uydurma çabasının yorgunluğundan kurtarabilir, dünyayı yavaşça duymamızı, çevrede olup biteni, doğayı hissetmemizi sağlayabilir, zihnimizi içinden çıkılmaz düşüncelerin pençesinden çekip alabilir.

Oysa araba kullandığımızda tam tersi olur, yine yazarın ifadesine başvurursak: “Arabayla bir dağa doğru yol alırken, etrafınızdaki gölleri, dereleri, yamaçları, kayaları, yosunları, ağaçları hızla ardınızda bırakırsınız; yaşam daralır. Rüzgârı, kokuları, hava durumunu, ışığın tonlarını ve kırılmalarını fark etmezsiniz…” Bu açıdan düşününce, yürümenin insanın yaşamla, dünyayla, doğayla kurduğu ilişki bakımından önemi kavranıyor çünkü bana kalırsa, türümüzün bugün bu kadar doğaya ait varlığına yabancılaşmasında, kapitalist yaşam biçiminin getirdiği koşullar nedeniyle yürümekten uzaklaşmasının, hızlı olmak adına taşıtlara yönelmesinin de payı var.

Oturmak eylemenin tersidir

Ayrıca, kitabın başka bir yerinde de dikkat çekildiği gibi; “Modern dünya olabildiğince çok oturacağımız şekilde tasarlanmıştır. Oturmayı savunan pek çok argüman var. Oturmak iktidarların çıkarlarına uygundur; oturup çalışarak sürekli gayrı safi milli hasılaya katkıda bulunmamızı isterler. Ayrıca şirketlerin işine gelen bir şeydir; olabildiğince çok tüketmemizi, tüketemediğimizde dinlenmemizi isterler. Fiziksel hareketlerimiz kısa ve verimli olmalıdır.” Oturmak harekete geçmenin tersidir bu nedenle otoriteler için olumlanması doğaldır, verimlilik odaklı kapitalist çalışma düzeni de tüm zamanımızı iş zamanı haline getirerek bizi oturmaya yönlendirir, oturduğumuz yerden şirketlere kâr ettirir, oturduğumuz yerden tüketiriz hele ki dijital çağda, onlarca tükettirme hedefli pencere önümüze açılmışken.

İşte yürümenin direnmeyle ilişkisi de burada açığa çıkıyor ki dünyada ve coğrafyamızda bunun örneklerine rastlıyoruz. Bu anlamda tarihin en bilinen örneklerinden biri Gandhi’nin başını çektiği “tuz yürüyüşü”dür. Kitapta bahsedildiği şekliyle, “1939’da Gandhi’nin başını çektiği yaklaşık 400 kilometrelik Tuz yürüyüşü sayesinde İngiltere tuz tekelinden nihayetinde, nihayetinde de Hindistan üzerindeki hâkimiyetinden vaz geçmek zorunda kalmıştır.” Coğrafyamızda yürüyüşün direniş hâline getirildiği örneklerden biri, 1966 yılında, Çorum Belediyesi'nde çalışan Genel-İş üyesi işçilerin 730 kilometre boyunca, Çorum-Ankara-İstanbul arasında gerçekleştirdikleri yürüyüştür. Tarihe, "Çıplak Ayaklıların Yürüyüşü" ya da "Ölüm Yürüyüşü" olarak geçen bu yürüyüş, işçi sınıfının önemli direniş anlarından biridir. Yine Halil Savda barış için Roboski’den Ankara’ya yürümüştür, Kısacası, insanın bedeninden başka direnecek aracı kalmadığı anlarda yürümek, bir eyleme yöntemi olarak karşımıza çıkabiliyor.

Doğayla temas

İnsanın daha az yürüyen bir türe dönüşmesi, doğa varlıklarıyla kurduğu ilişki bakımından da olumsuz sonuçlar doğruyor çünkü temas etmediğin, hızlıca bakıp geçtiğin insan-dışı varlıklar, bir süre sonra “şeyleşiyor” ve bu bağın aşınması doğanın başına gelmiş olana dertlenmeyi en sona bırakmamıza sebep oluyor. Kagge yürüyüş deneyimlerinden bahsederken şöyle anlatıyor: “Evimin kapısından yaklaşık yetmiş beş adım ötede, yürürken hep yanından geçtiğim bir meşe ağacı var. Bu meşenin yıl boyunca geçirdiği değişimleri izleyebiliyorum. Kışın gün ağarmadan önceki loş ışıkta ağaç yapraksız gövdesi ve dallarıyla canavar gibi görünüyor. Sonra gün ışığında daha dostane görünüyor. Ağacın tepesinde, kabuğunda, gövdesinde, her birine özgü ekosistemler var; yüzlerce farklı böcek, mantar, liken ve yosun türü yaşıyor ağaçta…” Yürüyerek yaratabileceğimiz buna benzer deneyimler, doğayla ilişkisel bir bağ kurmamız açısından önemli. Elbette kentlerde yaşayanlar için bunun artık ne kadar mümkün olduğu tartışılır ancak doğa varlıklarından kopmamak, dünyanın içinde bulunduğu iklim krizi gibi meselelere uzak kalmamayı getirebilir. Çünkü Hesse’nin o çok sevdiğim cümlesinde söylediği gibi; “Ağaçlar bir çeşit tapınaktır. Kim ki onlarla konuşmayı ve onları dinlemeyi becerir, gerçeği öğrenebilir. Onlar öğretilerden ve kurallardan bahsetmezler, titizce yaşamın eski yasalarını anlatırlar”. Bu nedenle yürüyüş, doğa varlıklarıyla böylesine ilişki kurmak, onların kendi başına varlığını tanımak, onları dinlemek ve duymak açısından da işlevsel olabilir.

Güvenle yürümek

Kagge yürümenin farklı şekillerinden söz ederken güvenle yürümenin her zaman mümkün olup olmayacağını da düşündürüyor. “Tehlikeli olduğunu hissettiğim bir muhitteysem, adımlarımı güvenle atarak, gövdeme sıkı bir ritim vererek yürümeye çalışıyorum. Benim halimi tavrımı görenlerin korkacağını düşündüğüm yok tabii, ama en azından kendimi daha güvende hissediyorum. Kimi zaman da karanlık bir sokakta birinin arkasında yürürken o kişinin tedirgin olduğunu fark edersem (kadınlar hava karardıktan sonra tek başına eve dönerken içgüdüsel olarak başını çevirip arkasını yoklar) yavaşlayıp karşı kaldırıma geçiyorum.” Biraz uzunca olan bu alıntıyı yapma sebebim, kentlerde yürüyüşün her zaman güvenli olmadığına dikkat çekmek olduğu kadar, yazarın kadınların başını arkaya çevirmesini “içgüdüsel” olarak yorumlaması oysa fikrimce bu durum daha çok toplumsal ve patriarkal politikalarla ilgili. Çünkü kadınlar neredeyse her gün şiddete maruz kalıyor ve ayrıca kadın cinayetlerine engel olunamadığı, erkek egemen yasaların kadınları korumadığı bir dünyada yaşıyoruz bu nedenle kadınların devamlı arkaya bakmasının sebebini, tek başına “içgüdüsel” bir tepki olarak yorumlamak hata olur. Erkeklerin de yürürken kendisini tehlikede hissedebileceği durumlar olabilir ancak bu kadınlar için yaşadığımız dünyada içselleşmiş bir güvende hissetmeme kaygısıyla daha yakından ilişkili fikrimce.

Erling Kagge’in “Yürümek Adım Adım” adlı kitabı, bize dünyayı adım adım yürüyerek anlamlandırmayı hatırlatırken yürüyüşün türümüz açısından önemini de düşündürüyor. Bir yandan yola düşme hissini içinize yerleştiriyor diğer taraftan konunun, toplumsal cinsiyet, direnme, kapitalist çalışma biçimi, kentle-doğayla ilişki, gibi farklı yönlerine kafa yormamızı sağlıyor. Çünkü yazara göre, yürümek basit bir mesele değil şu cümlelere de yansıdığı gibi: “Oturduğumuz sürece hükümetlerin ve toplumların bizi kontrol etmesi kolaylaşıyor. Bununla birlikte, oturduğu yerden kalkıp olayların akışını değiştirenlerin hikâyesiyle dolu tarih.”

Kaynaklar

Hesse, H., (2018), “Görkemli Dünya”, (Çev. Esen Akyel), İstanbul: Everest Kitap.
Cros, F., (2017), “Yürümenin Felsefesi”, (Çev. Albina Ulutaşlı), İstanbul: Kolektif Kitap.

Önceki ve Sonraki Yazılar
EMEK EREZ Arşivi
SON YAZILAR