AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

Atatürk ve Venizelos’tan ilham almak

BAŞLARKEN

Bundan böyle her hafta birlikte olacağız. Yakın ya da uzak tarihten önemli ya da önemsiz olaylarını, tarihin adlı ve adsız kahramanlarını, bazen “ayın tarihi” faslından, bazen “gündemin izdüşümü olarak tarih”, bazen güncel bir bağlamı olmayan “sadece tarih” faslından…

Benim yaklaşımını çok beğendiğim Britanyalı diplomat-felsefeci Edward H. Carr’a (1892-1982) göre tarih geçmişle bugünün sürekli diyaloğudur. Tarihsel gerçekler (olgular) “içine mızrak konmadan dik durmayan boş bir çuvala benzer.” “Boş çuvalı dik tutan mızrak”, tarihçilerin onlara yüklediği anlam ve önemdir. Yani, olguların nasıl bir sırada ve nasıl bir bağlamda ele alınacağına karar veren tarihçinin bizzat kendisidir. Dolayısıyla, tarihçinin kendini objektif görmesi ya da tüm olgulara yani tarihsel gerçekliğe vakıf olduğunu düşünmesi bir yanılsamadır. Yani “tarih yoktur, tarihçi vardır” diyenler haklıdır.

Peki, “objektif tarihçi” diye bir kavram anlamsız mıdır? Elbette hayır, ama Carr'a göre “objektif tarihçi”, ortaya koyduğu tarih yazımını, kusursuz bir gerçeklik olarak sunmaya kalkan değil; tarihsel gerçeklerin ve teorilerin sınırlarını kabul eden, değerlerin ve gerçeklerin bir arada olduğunu ve bunların kendi üzerindeki etkisini fark eden, nihayet vardığı sonuçlara, hangi gerçeklerden ve hangi değerlerden yola çıkarak vardığını söyleyen kişidir.

Bu nedenle “tarihsel gerçeklik” olarak ortaya koyduğum şeylerin tümünde, değer yargılarımın ve ideolojik biçimlenmemin izlerinin olduğunu hatırlatmayı borç biliyorum. Sizlerin de anlattıklarımı değerlendirirken, kaçınılmaz olarak, kendi değer yargılarınız ve ideolojik biçimlenmeleriniz ile yorumlar yapacağını tahmin ediyorum. Ancak, bunun çok olumlu bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü iki taraf arasında farklı yaklaşımlardan doğabilecek düşünsel çatışmaların, tarihsel gerçekliğe biraz daha yaklaşmamızı sağlayacak bir yaşam pınarı işlevi görmesi mümkün. Bu yazıların ise bize doğru diye belletilenlerin arkasına yeni, farklı bir şey var mı diye bakmaya heves uyandırmasını, tarihe karşı daha önyargısız, daha hoşgörülü, daha kavrayıcı bir bakışla tanıştırmasını umuyorum. Bu uzun girişten sonra, bu haftaki konumuzu takdim edeyim size:


Atatürk ve Venizelos’tan ilham almak

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, Yunanistan’a hitaben “İzmir’i unutma. Adaları işgal etmeniz falan bizi bağlamaz. Vakti saati geldiğinde gereğini yaparız. Hani diyoruz ya, bir gece ansızın gelebiliriz” derken, CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Aydın Milletvekili Bülent Tezcan da “Yirmi yıl gözünün önünde adalar işgal edilirken neden sustun? Uyarılarımıza neden kulak asmadın? Sen şarkı söylerken işgal edildi adalar Erdoğan” diyerek yangına körükle gitti ve yeniden “savaş sath-ı mailine” sokuldu Türkiye. 2018’de benzer bir kışkırtma dalgası yaşandığında yazdığım yazıda Ege Adaları’nın bugünkü hukuki statülerinin tarih içinde nasıl şekillendiğini anlattığım için, başka bir döneme götürmek istiyorum sizleri. 15 Mayıs 1919-9 Eylül 1922 arasında göğüs göğüse çarpışıp, 24 Temmuz 1923’te zoraki de olsa barıştıktan çok değil yedi yıl sonra 1930’larda dost olmak için büyük çaba sarfeden iki liderin hikayesini anlatmak istiyorum.

Daha sıcak savaş sürerken, Yunan ordusu muzaffer biçimde Anadolu içlerinde ilerlerken, 1 Kasım 1920'de beklenmedik şekilde iktidarı kaybettikten sonra Paris'e yerleşen Elefterios Venizelos, talihin bir cilvesi olarak, 9 Eylül 1922’de İzmir’in geri alınışı ile savaş biterken iktidarda değil. Böylece en ateşli savunucusu olduğu Megali İdea’nın hezimetinin yükünden kurtulmuştu. (Megali İdea, kelime anlamıyla “Büyük Mefkure/Büyük Ülkü” anlamına geliyor ve siyasi açıdan 1844’ten itibaren, başkenti “Konstantinopolis” olan Büyük Yunanistan’ı hedefliyordu.) 20 Kasım 1922'de başlayan Lozan Barış Görüşmelerinde Yunan heyetinin başına geçmesi için ülkesi tarafından göreve davet edilmişti. Görüşmeler sırasında Türkiye'ye yeniden savaş açmayacağının teminatını veren ve savaş tazminatları dışında büyük zorluk çıkarmayan Venizelos, 1927'de memleketi Girit-Hanya'ya yerleşti. 1928'de seçimleri kazanıp yeniden Yunanistan Başbakanı olduktan 11 gün sonra, 30 Ağustos 1930 günü Türkiye Başbakanı İsmet Bey’e yazdığı mektupla başlayan temasların sonucu iki ülke arasında beklenmedik bir bahar havası doğdu.


İtalya’da Mussolini eliyle faşizmin yükselişinin, Yunanistan’ın içinde olduğu siyasi bölünmüşlüğün ve ekonomik darboğazın ve Türkiye’de hızla inşa edilen Türk ulus-devletinin bir anlamda zorunlu kıldığı bu dostane havanın ilk meyvesi, Lozan Antlaşması bağıtlanmadan altı ay önce, 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan Mübadele Anlaşması’nın ardında bıraktığı sorunları çözmek oldu. 13 Şubat 1930 da Yunan parlamentosunda yaptığı konuşmada Yunanistan’ın daha önceki hedefleri ile şu andaki görüşlerini karşılaştıran Venizelos: “Hepimiz sulha, bilhassa Türkiye ile olan sulha bağlanmışız. Dört buçuk asır devam eden Megali İdea’ya bağlı olduğumuz süre içinde doğal olarak Adalar Denizi’nde hakimiyeti hedefliyorduk. Fakat madem ki anlaşmaların bize çizdiği ve sağladığı sınırları kabul ettiler ve madem ki Yunan refahını bu sınırlar içinde oluşturmaya hazırız. Adalar Denizi’nde hâkim olmak fikrimizin de esası ortadan kalkmış oluyor,” demişti. Bu, Megali İdea uğruna Balkan Savaşları’ndan beri Osmanlı İmparatorluğu’na doğru yayılma politikalarının en ateşli savunucusu olan, bu yüzden zamanında “Küçük ama saygın Yunanistan” fikrine yakın olan Kral Konstantin ile çatışan bir siyasetçi için büyük bir tavizdi. Bununla da yetinmeyen Venizelos, 30 Mart 1930 günü Yunanistan’ın bağımsızlığının yüzüncü yıldönümü için Amerika’dan gelen Yunanlı heyeti kabul eden Venizelos, Lozan dengesinin önemine değinen konuşmasında: “Türkiye ile 500 seneden beri bir davamız vardır. Şimdi ise istinaf ve temyiz hukukumuzdan feragat ederek hasmımızla karşılıklı samimi bir sulh yaptık” demişti. Ve nihayet Türk-Yunan İtilafnamesi 10 Haziran 1930 günü Ankara’da Dışişleri Bakanlığında düzenlenen bir törenle imzalanmıştı. TBMM’deki oylama sakin geçmişti ama Yunanistan cephesinde durum karışıktı. Ağır bir eleştiri bombardımanına uğrayan Venizelos “Unutmayınız ki görüşmeler esnasında Türkiye galip vaziyette idi. Türkiye’yi galibiyetinin kendi ruhundaki gurur ve şereften feragat etmeye zorlamak mümkün değildi” diyerek itirazları yumuşattı ve anlaşmayı meclisine onaylattı.

CEMİYET-İ AKVAM ÜYELİĞİNİ DESTEKLEME

Ardından da jestlerine devam etti. Bu jestlerden en önemlisi Cemiyet-i Akvam’ın 14 Eylül 1930 da Cenevre’de yapacağı toplantıda Türkiye’nin Avrupa Birliğine dahil olması ile ilgili teklifini tekrarlamak idi. Bu destek önemliydi çünkü Lozan’da çözülemediği için Cemiyet-i Akvam’a bırakılmış olan Musul sorununa Türkiye’nin müdahil olmasının kapısını aralamıştı. (Türkiye bu fırsatı kötü kullandı veya yapacağı bir pek bir şey yoktu, orası ayrı konu.) Ardından iki ülke arasında deniz kuvvetlerinin sınırlandırılması için bir anlaşma yapıldığı 5 Ağustos 1930 tarihli Avrupa gazetelerinde yer aldı. Bunu Türk-Yunan Ticaret anlaşması için görevlendirilen Yunan temsilcilerin 30 Ağustos günü İstanbul’a gelmeleri izledi. 14 Ekim 1930 tarihinde Venizelos “Türklerle aramızda yedi asırdır süren mücadele ve muhakeme bitiyor. Son karar Lozan Antlaşması ile verilmiş oluyor. Kendi hesabıma istinaf arzusunda değilim. Size de böyle yapmanızı tavsiye ederim,” diyordu hop oturup hop kalkan Yunan milliyetçilerine…

Bahar havası, sadece Yunanistan ve Türkiye’yi çevrelemiyordu. Atatürk’ün bir süredir üzerinde çalıştığı Balkan Misakı/Antandı’nın ilk konferansı 5 Ekim 1930'da Atina'da Türkiye, Yunanistan, Romanya, Arnavutluk, Bulgaristan, Yugoslavya temsilcileri arasında yapıldı. Bu arada Venizelos’un 26 Ekim-1 Kasım 1930 tarihleri arasında Türkiye’yi ziyaret etmesi planlanmıştı bile. Yunanistan bu ziyaretin pürüzsüz geçmesini o kadar çok istiyordu ki, Venizelos’u getirecek olan savaş gemisinin İstanbul yerine İzmit’e gelmesi, Venizelos’un oradan Ankara’ya gitmesi planlanmıştı. Nedeni, geminin İstanbul’a gelmesi halinde bugün de büyük tartışmalara neden olan Fener Rum Patriği ile görüşme zorunluluğunun doğması, bunun da Türkiye tarafından hoş karşılanmayacağı endişesiydi. Venizelos’un bu inceliğine karşılık olarak Türk hükümeti de bir incelik gösterdi ve Venizelos’un gezisine İstanbul’dan başlaması için özel davette bulundu. Misafirleri taşıyan gemi 26 Ekim günü Türk ve Yunan bayrakları ile süslenen Haydarpaşa limanına yanaştığında Yunanlı gazetecilerin “Zito Mustafa Kemal! Zito Venizelos!” şeklindeki tezahüratlarına İstanbullular “Yaşa!” tezahüratıyla katılmıştı. Kısa bir süre garda dinlenen Venizelos, zamanının kısıtlı olduğunu söyleyerek basına açıklama yapmamış, özel bir trenle Ankara’ya hareket etmişti. Böylece olası bir Patrikhane kazası(!) önlenmişti. Heyeti Ankara’da Başvekil İsmet İnönü, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve diğer görevliler karşıladı. Bayraklarla ve büyük çiçeklerle donatılmış garda bir sütun üzerinde Yunan harfleri ile “Kolos Litate” (Safa Geldiniz) cümlesi yazılı idi.


CUMHURİYET BAYRAMI’NDA YAN YANA

Dikkat etmişsinizdir, Venizelos’un ziyareti için seçilen tarih aralığı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı içine alıyordu. Yunan basını bu tarihi elbette çok eleştirmişti ama Venizelos eleştirilere kulak asmamıştı. Nitekim törenleri Mustafa Kemal'le yan yana izledi. 30 Ekim'de iki ülke arasında imzalanan Seyr-ü Sefain Anlaşması'nın imza töreni Başbakanlar ve Dışişleri Bakanları düzeyinde yapıldı (CB Mustafa Kemal diplomatik teamüller gereği bu törene katılmamıştı). Venizelos “Bu anlaşmanın iki dost milletin ilişkilerinde verimli ve hayırlı olmasını temenni ederim. Felsefe yapmıyorum, artık dünya akıllanmıştır. Bu anlaşmayı yapmak için sarfettiğimiz mesai heba olsaydı insanlığın aklı seliminden şüphe edecektim” demişti. Venizelos’un uzun cümlelerine karşılık İsmet Bey’in kısa cümleleri, Türk tarafının hala temkinli olduğunu düşündürüyordu.

Mustafa Kemal de 1 Kasım 1930 günü TBMM'yi açış nutkunda Venizelos’un adını anmadan “Komşumuz ve dostumuz Yunan Başvekili ve Dışişleri Bakanının Ankara’yı resmen ziyaretlerini özel bir memnuniyetle anarım. Türkiye ile Yunanistan’ın büyük çıkarları artık birbirine karşı olmaktan çıkmıştır. Bu iki ülkenin samimi bir dostlukta kendileri için güven ve güç görmeleri tam yerindedir,” demişti.

“Mağlubu ayağına getirttiği” için olsa gerek, Türkiye’de Mustafa Kemal ve Atatürk’e eleştiri yoktu ama “galibin ayağına giden” Venizelos’un çilesi bitmemişti elbette. Venizelos’un bir Yunan gazetecisine verdiği şu cevaptaki samimiyetin Yunan milliyetçilerini rahatsız etmemesi mümkün müydü: “Efendiler, her iki taraf da bu vakayı unutmak kararını vermedikçe el ele vermek ve hakiki dostluk temin ve tesis etmek kabil olur mu idi? Haydarpaşa’yı Ankara yaylasından ayıran mesafeyi kat etmek cesaretini gösterdiğimden dolayı kınandım. Fakat şurasını hatırlatmak isterim ki, Türkiye bunları unutmaya bizden ziyade muhtaçtır. Zira bütün bu yaylalar harap olmuş ve bütün meydanı harpler gibi tahribata uğramıştır. Hali hazırda dostumuz bulunan Türklere istilacı olarak neden olduğumuz bütün bu tahribatı onlar unuttularsa bizim yaptığımız fedakârlıkları unutmamamıza ne sebep vardır?”

3-8 Ekim 1931 tarihinde bu sefer Başbakan İsmet Bey ve maiyeti Yunanistan'ı ziyaret edecekti. 4 Ekim 1931 günü İkinci Balkan Oyunlarını izlemek üzere Atina stadyumuna giren heyeti, stadyumu dolduran 60 bin kişinin coşku ile alkışlaması gerçekten göz yaşartıcıydı. Akşam Yunanistan Cumhurbaşkanı Aleksandros Zaimis'in de katıldığı yemekten sonra Bedia Muhavvit'in başrolde olduğu Othello oyununu izlenmiş, karşılıklı övgülerle iyi ilişkiler pekiştirilmişti. İsmet Bey kendisiyle birlikte Atina’ya giden Türk gazetecilerine bu ziyaret ile ilgili endişesini şöyle aktarmıştı: “Ben çok korkuyordum. Yunanlılar bizi alkışlarlar, alkışlarlar da bu alkışlardan etkilendiğimizi düşünerek bizden kendilerine veremiyeceğimiz şeyler isterler diyordum. Böyle bir durumda ben her isteği geri çevirecektim, bu da aramızda başlayan dostluğun samimiyetini zayıflatacaktı. Fakat böyle olmadı. Venizelos bizim olağan ve insanlık gereği vermek zorunda olduğumuz şeyler dışında hiçbir şey istemedi. Onun için Venizelos’u takdir ediyorum. Venizelos gerçeği gören adamdır. Realist devlet adamıdır.”

Balkan Antantı konferansları

Nitekim 11 Ekim 1931 günlü Ergasia gazetesinde “realist” Venizelos’un Türk-Yunan dostluğunu değerlendiren uzun bir makalesinin “Eğer dost olmasaydık?” başlığını taşıyan bölümünde şöyle diyordu: “Anadolu’daki Yunan unsurunun gönderilmesinden sonra Anadolu üzerinde toprak emelleri beslemek emperyalist bir siyaset olurdu. Yunanistan gibi küçük bir devlet için böyle bir siyaset tam bir felaket olurdu. Birkaç bin nüfustan oluşan İstanbul Rum azınlığı Yunanistan’a göçerek devletin üzerinde yük ve tehlike yaratırdı. Türkiye ile olan ilişkilerin oluşturduğu sıkıntılardan komşu devletler yararlanacaktı. Silahlanma yarışı bütçeyi sarsacak, paranın düzeni kaybolacaktı. Kalkınma siyasetimiz geri kalacaktı.” Venizelos makaleyi şöyle bitiriyordu: “Diktiğimiz dostluk ağacının büyümesini sağlamak için her iki taraftan eşit bir şekilde ona özen göstermemiz gerektiği kadar bu ağacın verdiği meyveden bir tarafın, diğer tarafın zararına olarak yararlanmasını istemememiz gerekir. Her iki milletin çıkarları için sonuçlardan yararlanmamız ilk görevimiz olmalıdır.”

Dostluk ağacının bir dalı olması umulan Balkan Antantı toplantılarının ikincisi 20-26 Ekim 1931’de İstanbul’da, üçüncü toplantı 22-27 Ekim 1932’de Bükreş’te yapıldı. Ama daha önemlisi Türkiye Yunanistan'ın da desteği ile 18 Temmuz 1932'de Milletler Cemiyeti'ne üye olarak kabul edildi. Venizelos o günkü oturumda şunları demekten çekinmemişti: “Bundan birkaç yıl öncesine kadar bu kürsüden Türkiye ile Yunanistan’ın el ele ve birlik halinde ortak bir hedefe doğru yürüyecekleri söylense idi bu belki de şüphe ile dolu alaycı gülüşlerle karşılanacak ve bunu söyleyecek kişi peygamberce tahminlerinde çok ileri giden bir hayalperest sayılacaktı.”

ÇALDARİS: “NE GÜZEL MEMLEKET, NE GÜZEL MANZARA!”

Elbette bu siyasanın bir bedeli olacaktı, nitekim 6 Ekim 1932 günü Yunanistan’da iktidar değişikliği oldu. Ama ilginçtir Venizelos’un yerine gelen Konstantinos Tsaldaris (Çaldaris) Venizelos’un başlattığı dostluk politikalarını devam ettirdi. Bu sayede 27 Nisan-10 Mayıs 1933'te Maliye Bakanı Celal Bey Atina'ya gitti. 10 Eylül'de Çaldaris Türkiye'ye geldi. 14 Eylül'de iki ülke dostluk anlaşması imzaladı. Çaldaris 17 Eylül'de Türkiye'den ayrılırken “Ne güzel memleket, ne güzel manzara! Dost ve güzel Türkiye’yi ziyaretimden o kadar çok memnunum ki bu hislerimi sizlere tarif edecek kelime bulmakta müşkülat çekiyorum. Mümkün olsaydı da keşke biraz daha kalabilseydim" diyecekti. O gün Selanik Belediyesi, iki ülke arasındaki dostluğun nişanesi olarak Atatürk’ün doğduğu evin satın alınarak kendisine verilmesi kararını aldı. Kararın hayata geçmesi için beş yıl beklenecekti ama milliyetçiliğin çok güçlü olduğu bir ülke için normal bir gecikme sayılmalıydı bu…

ATATÜRK’E NOBEL ÖDÜLÜ TEKLİFİ

Mekik diplomasisi devam ediyordu bu arada. Öyle ki 25 Eylül-1 Ekim 1933 tarihleri arasında Başbakan İsmet Bey'in daveti üzerine sabık Başbakan Venizelos ve eşi tekrar Türkiye'ye geldiler. 26 Eylül günü Mustafa Kemal ve Venizelos Dolmabahçe Sarayı'nda Balkan Antantı konusunu görüştüler. Nitekim 5 Kasım 1933'te Dördüncü Balkan Konferansı Selanik'te toplandı. Ve Venizelos 12 Ocak 1934'te Stockholm'deki Nobel Komitesi'ne bir mektup göndererek, Mustafa Kemal'i Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterdi! Mektupta Mustafa Kemal'i sultanlar rejimini yıkarak laik bir devlet kurduğu; milletini çağdaş uygarlıkların önünde yer alması için teşvik ettiği, yabancı unsurlarla meskûn bölgeleri terk etmekte tereddüt etmediği ve Lozan'da çizilen milli sınırlarla samimi şekilde yetinerek Yakın Doğu'da barışın gerçek savunucusu olmasını övüyordu. Mektup şöyle bitiyordu:

“Kanlı mücadeleler nedeni ile uzun yıllar Türkiye ile düşman durumunda kalan biz Yunanlılar Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini alan bu ülkede vuku bulan bu köklü değişikliğin etkilerini duyan ilk kimseler olduk. Anadolu Faciası’nın hemen akabinde kendini yenileyen Türkiye’ye anlaşma fırsatı görerek elimizi uzattık. O, bu uzanan eli samimiyetle kabul etti. Ciddi anlaşmazlıklarla ayrılmış olan milletlere samimi bir barış örneği veren bu yakınlaşma iki ülke için olduğu kadar Yakın Doğu barışı için de yararlı sonuçlar doğmuştur. Barışın medyun olduğu bu kıymetli katkının sahibi kişi Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’dır. Bu nedenle 1930 yılında Yunan Hükümet Başkanı sıfatı ile ben Türk Yunan Paktı’nın imzası ile Yakın Doğu’da barışa doğru yeni bir devir başlarken Mustafa Kemal Paşa’yı Yüksek Nobel Barış Ödülü için aday göstermekle şeref kazanırım.”

Balkan Antantı imzalanıyor.

Bu samimi mektuba rağmen 1934 Nobel Barış Ödülü, silahsızlanma çalışmalarından dolayı İngiliz İşçi Partisi lideri Arthur Henderson’a verildi ama iki ülke arasında dostluk ilişkisi biraz daha pekişti, 9 Şubat 1934'te Atina'da Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında Balkan Misaki/Antantı imzalandı. 5 Mayıs 1934'te bu sefer Yunan Savunma Bakanı Kondilis ve Genelkurmay Başkanı Katenniotis Türkiye’deydi. Yine karşılıklı övgüler, dostluk mesajları… Mekik diplomasisi hızını kesmiyordu. 1935 yılının Ekim ayında, önce Yunan ordusundan 11 gemilik bir filo, ardından 6 uçaklık bir filo İstanbul’u ziyaret etti. Yaklaşık sekiz ay sonra, Yunanistan bu sefer “Anadolu Harekâtı” sırasında Venizelos’a karşı çıkan komutanlardan biri olan Ioannis Metaksas’ın Başbakanlığında, 22 Haziran 1936’da Montrö’de başlayan Boğazlar Konferansı’nda, Yugoslavya, Romanya ve Bulgaristan’la birlikte Türkiye’nin tezlerinin savunuculuğunu yaptı.

MONTRÖ’DE DESTEK

Montrö’de pekişen dostluğun nişanesi olarak 28 Kasım 1935 günü Malta seyr-ü seferinden dönen Türk donanmasına ait gemiler Yunan hava kuvvetlerinin “hoş geldin” uçuşları eşliğinde Yunanistan’ın Faler limanına demirledikten iki gün sonra, Yunan Kralı II. Georgios, Veliaht Prens Paul ve yaverleriyle filonun amiral gemisi, Cihan Harbi’nin “faillerinden” Yavuz zırhlısını ziyaret etti. Türk tarafı teşekkür ziyaretini yapmakta gecikmedi. Başbakan İnönü, İngiltere Kralı VI. George’un 12 Mayıs 1937 günü Londra’da yapılan taç giyme töreninden dönerken 24 Mayıs 1937’de Selanik’e uğradı. Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evi gezdikten sonra İstasyon’a giden İnönü’yü yol boyunca toplanan halk “yaşa!” diye selamlamıştı.

Taraflar bu geliş gidişleri çok sevmiş olmalı ki, Türk Ordusu’nun icra edeceği Trakya manevralarını izlemek üzere davet edilen Yunanistan Genelkurmay Başkanı General Papagos 13 Ağustos 1937’de heyeti ile birlikte vapurla İstanbul’a gelirken, Yugoslav ordusunun manevralarını izleyen Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak da 2 Ekim 1937 günü Atina’yı ziyaret edecekti. Bunun üstüne Başbakan Metaksas Türkiye’yi ziyaret etmek üzere 16 Ekim 1937 akşamı Saat 23.00 de muhtemelen Yavuz zırhlısına nazire olarak Balkan Savaşları’nın “Şeytan Gemisi”, Mondros sonrasında İstanbul limanında demirlediğinde “Mustafa Kemal’in “Geldikleri gibi giderler” dediği İtilaf Donanması’nın en gösterişli gemisi Averof zırhlısı ile yola çıkmış 18 Ekim günü Marmara açıklarına Tınaztepe ve Adatepe muhripleri tarafından karşılanmıştı. Yani bir yandan da semboller üzerinden gizli bir savaş sürdürülüyordu. Eh o kadar da olacaktı elbette… Bu ziyarete cevap ise Celal Bayar’ın başkanlığındaki Türk heyetinin 27 Nisan-10 Mayıs 1938 günü arasındaki Atina ve Selanik ziyaretleri olmuştu.

Ancak bir dönemin sonuna gelinmişti. Bu tarihten itibaren Atatürk’ün hastalığı Yunanistan’da yakından izlendi. Ankara’daki cenaze törenine Metaksas başkanlığında bir heyet katıldı. Cenaze töreni ardından başsağlığı yazıları yazan onlarca gazeteden biri olan Etnos “Asker Mustafa Kemal sayesinde, Türkiye muhakkak bir ölümden kurtuldu. Büyük diriltici Atatürk’ün Türkiye için acı bir matem teşkil eden ölümü Yunanlılar için de büyük bir kayıptır. Yunan milleti, Türk-Yunan dostluğunun, kurucusunun istek ve iradesi gereğince daha çok gelişeceğine emin bulunmaktadır,” diye yazmıştı.

Etnos yazarının tahminleri tutmadı. Türkiye-Yunanistan ilişkileri 1950’lerden itibaren kısa aralıklar dışında hep kötüye gitti. Bugün ise Atatürk’le Venizelos’tan ilham almak ne kelime, savaş tamtamları çalıyor birileri. Ekonomik krizin sürekli derinleştiği, halkın sürekli yoksullaştığı bir dönemde, zaten Irak ve Suriye’de ilan edilmemiş bir savaş yürüten iktidarın, ülkeyi üçüncü bir cephede savaşa sokacak, komşusunu ateşe atacak kadar kötücül bir aklın esiri olduğunu düşünmek istemiyorum.

(Manşet görsel: Greekworldmedıa.com)

Önceki ve Sonraki Yazılar
AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ Arşivi
SON YAZILAR