AZMİ KARAVELİ
AYM’nin gerekçeli kararının ardından: “Ama yine de dönüyor”
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) gerekçeli kararında, TİP'ten Hatay Milletvekili seçilen Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinin yok hükmünde olduğuna hükmetmesi sıradan bir karar değildir. Bu açıklamanın ardından iktidar kanadının alacağı tutum; yakın ve uzun vadede siyasete, dolayısıyla da gündelik yaşam pratiklerimize damga vuracak. “Biz neler gördük” falan demeyin hemen lütfen. Hukuksuzluk ortamından, yargının sistematik biçimde ele geçirilmesinden hepimiz belki binlerce kez bahsetmişizdir, zira canlı canlı yaşadık, yaşıyoruz. Elbette hepsi doğru, nasıl bir siyasal ortamda yaşadığımızı ve buna bağlı olarak yargının ne hallere getirildiğini hepimiz çok iyi biliyoruz.
Lakin AYM kararlarının Yargıtay tarafından aylardır tanınmamasının “normalleştirildiği” bir ortamda AYM’nin gerekçeli kararına, köprüden önce artık en son çıkış muamelesi yüklememiz gerekiyor. Normalleşmeye günün birinde geçeceksek; işe ilk olarak el tokalaşmaktan değil, AYM kararlarının tartışılmaz olduğu gerçeğinden başlamak elzem bir hal aldı. Beğenelim beğenmeyelim, -ki bu satırların yazarının haliyle darbe anayasasının mahkemesinin çoğu kararını beğenecek hali yoktur-, bu mahkeme ulusal bazda hukuken son merciidir.
Artık bebeler bile biliyor: Anayasanın 153. Maddesi AYM kararlarının “kesin” olduğunu ve “yasama, yürütme ve yargı organlarını, idari makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri” bağladığını son derece açık biçimde belirtmişken aylardır Can Atalay’a (elbette diğer Gezi davası sanıklarına da) tabiri caizse tam bir zulüm uygulanıyor. İktidar Can’ın Gezi’de, Soma’da, Validebağ’da ve diğer hak arama mücadelelerinde göstermiş olduğu dirençten korkuyor. Bu çok retorik bir cümle olarak gelmesin sizlere. Enis Berberoğlu, Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi geçmiş örnekler önümüzde dururken, rejimin en üst derece mahkemeyi tanımamasına bakarsak bunun başka bir açıklaması yoktur. Can Atalay’ın müdanasız muhalefetinden elbette çekiniyor iktidar. Can’dan; her gün televizyonlara çıkan cezaevi sonrası teslim olmuş, ruhunu satmış bir insan bozuntusu devşiremeyeceklerini çok iyi biliyorlar. Ancak, AYM kararlarını tartışmaya açarak, zaten başkanlık sistemiyle değiştirdikleri rejimi yine kendi elleriyle daha da tıkamak istiyorlar.
Platon, başyapıtı Devlet’te bugünümüzü pek güzel özetleyen bir hukuk tanımı yapar: “Her hükümet, yasaları kendi işine geldiği gibi kurar. Demokratlar, demokratlığa, Tyrannis, Tyrannis’e uygun yasalar kurar. Ötekiler de tıpkı böyle… Bu yasaları kurmakla kendi işlerine gelen şeylerin idare edilenler için de doğru olduğunu söylerler. Kendi işlerine gelenlerden ayrılanı da yasalara, hakka karşı geldi diye cezalandırırlar… Her şehir devletinde kuvvet, hüküm süren unsurun elindedir.”
Bu anlamda Montesquieu'nün formüle ettiği yasama, yürütme ve yargıdan oluşan kuvvetler ayrılığı ilkesinin yüzlerce yıl öncesinden pratikte uygulanmasının zor olduğuna işaret etmiştir Platon. Erkler ayrılığının burjuva devlet sisteminde işlemesinin kolay olmadığını tarih birçok örnekle bizlere ispat etti zaten. Ancak son tahlilde, mevcut verili koşullarda yine ve yeniden sarılabileceğimiz tek dalın adil bir yargı sisteminin inşa edilmesi hedefi olduğu konusunda hemfikiriz değil mi? Mutabıkızdır umarım…
Tarih Gezi Davası ve konumuz bağlamında Can Atalay benzeri binlerce davayla doludur. Misal Sokrates’e yöneltilen suçlamaları hatırlayalım: “Devletin tanrılarını yok sayarak, yeni tanrılar yaratıyor. Sitenin tanrılarından farklı tanrıları yüceltiyor. İstenen ceza ölüm!” Ne kadar tanıdık geldi değil mi? Gezi İddianamesinin değerlendirme bölümünde Türkiye’de idam olmadığı için şunlar yazılmıştır:
“Yine 5237 sayılı TCK’nin 312. maddesinde; “HÜKÛMETE KARŞI SUÇ Madde 312 - (1) Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.” denilmektedir.” Velhasıl kelam aradan asırlar geçer ama Devlet aygıtı arıza olarak nitelendirdiği seslere asla dayanamaz ve Devletin “tanrılarını” kabul etmeyenler en ağır şekilde sistematik biçimde, hangi coğrafyada olursa olsun cezalandırılır.
Sadece Sokrates mi gerçekleri egemenlerin yüzüne çarptığı için mahkemelerde sürünen, cezalar alan, idam edilen? Elbette değil…Galileo, kendisi de tıpkı Can gibi avukat olan Cicero, Dreyfus, Gezmiş, Arslan, İnan…1980 Askeri Darbesi sonrası kurulan mahkemelerde, örneğin Barış Davası’nda yapılan savunmaların hepsi, sisteme kral çıplak dedirten davalardır. Can Yücel’in mahkemede popoya popo (anladınız siz onu) demesi gibidir bu davalar.
Aslında Gezi iddianamesini okuyunca ilk akla gelen Dreyfus Davası olsa gerek. Hatırlayalım kısaca… 1894’de Paris’teki Alman Büyükelçiliği’nde temizlikçi olarak görev yapan Bastian aynı zamanda Fransız istihbarat üyesidir. Almanya’nın askeri ataşesi Maximilian von Schwartzkoppen’in çöp sepetinde yanmış bir kâğıt bulur. Kâğıtta Fransız ordusuna ait gizli bilgiler bulunduğu iddia edilir. Kâğıttaki ‘‘D’’ harfi ile başlayan kişiyi aramak için adeta bir cadı avı başlatılır ve kısa sürede içinde de suçlu bulunur: Yüzbaşı Alfred Dreyfus. Yani aslında bir eylemi suç olarak nitelendirmek ve suçlu yaratmak istenince, erki elinde bulunduranların tarihte hiçbir zaman zorlanmadığı yalın bir gerçek olsa gerek.
Özetle piyango Dreyfus’a çıkar, Dupont ya da sanatçı değil de asker olsaydı belki Duchamp da olabilirdi. Gezi Davası iddianamesi de temelde hiçbir somut hukuki çerçevesi olmayan, insanların birbiriyle gayet doğal çerçevede gerçekleştirdikleri telefon görüşmelerine dayanmakta. Kavala, Yapıcı, Atalay, Kahraman yerine başka isimler de pekâlâ olabilirdi.
Zola’nın Dreyfus davası için “Suçluyorum” başlığıyla Le Figaro gazetesi için kaleme aldığı yazısındaki her cümle anlamlıdır ve hala geçerlidir, biz kısa bölümünü alalım: “Vatan sadece toprak bütünü değildir. Bütün insanların tasada, kıvançta birleştiği toprak vatandır. Adaletin olmadığı vatan düşünülemez.”
Can Atalay da savunmasının bir bölümünde, konuya tam da bu çerçeveden bakar ancak “vatan sevgisi” kavramına iktidar cephesinden çok farklı biçimde, net bir yaklaşım getirir. "Gezi emperyalizme karşıdır. Hiçbir yabancı oyunu ve komplo ile izah edilemez. Bu başından beri Geziyi anlamama, anlayamama ve anlamazlıktan gelme halinin devamıdır. Bu memleketin ağacına, ormanlarına sahip çıkmak, tarım topraklarının tarumar edilmesine itiraz etmek, akan suyunun bütün ekosistemi bozar şekilde talan edilmesini kabul etmemek, işçisinin ölüm koşulunda çalıştırılmasına karşı direnmek, çocuğunun eğitim hakkından mahrum edilmesi sonucunda kaçak cemaat yurtlarında öldürülmesinin peşini bırakmamak esas yurtseverlik budur.
AKP döneminde ve öncesinde bu ülkenin solcuları, Kürtleri, muhalifleri her daim yargıdan çok çekti. Bu nedenle mevcut düzenin yargısına özel anlamlar yükleyecek yaşı çoktan geçtik. Ancak Yargıtay’ın ve yasama erkinin AYM’yi tanımaz tavrı bambaşka bir evrede olduğumuzun işareti. Dibin dibini gördük diyoruz, sonra bir bakıyoruz ki başka bir dibi görmüşüz. Yerel seçimler, savaş ihtimali, canlı katliamına izin veren yasa derken hem muhalefet hem Gezi’ye katılan milyonlar belki durumun tam farkında olmayabilir. Hukuken dünkü gerekçeli kararın ardından başka bir yol ayrımındayız.
Ya arkadaşımızı salıverecekler ya da Anayasa’nın en üst merci olarak kabul gördüğü AYM’nin kararını yine tanımayacaklar. İşte o zaman hakikaten neyin anlamı kalacak? Eskisini dahi tanımadıkları, yeni bir anayasa için görüşmeler yapmanın mı? Normalleşme safsatası kapsamında muhabbet etmenin mi? “Biraz daha sabredin erken seçim olabilir” söyleminin mi?
Son sözü hadi o zaman mahkemede özür diledikten sonra lafını gediğine koyan Galilei Galileo’ya bırakalım, çünkü hayatımıza yön verenler ve yargı ne derse desin biz haklıyız ve bu elbette bir gün er ya da geç ortaya çıkacak. “Eppur si Muove- Ama yine de dönüyor.”