AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ
Cumhuriyet’in ilanının 99. yılında - 2 / Cumhuriyetçiler, La Cumhuriyetçiler
Mustafa Kemal, Cumhuriyet fikrini nasıl geliştirdiğini hiçbir zaman açıklamadığı için bu konudaki bilgilerimiz dolaylı yollardan geliyor. Örneğin Şerafettin Turan’a göre “Vücudumun babası Ali Rıza Efendi, heyecanlarımın babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir,” demiştir bir sohbetinde… Gerçekten de Mustafa Kemal’in Namık Kemal’in eserlerini ve yazılarını, Harp Okulu ve Harp Akademisi yıllarında okuduğu, çocukluktan beri arkadaşları olan Ali Fuat (Cebesoy) ve Asım (Gündüz) paşaların hatıralarında da yer alır. Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ise Mustafa Kemal’de cumhuriyet fikrinin doğuşunda 1789 Fransız İhtilali’nin etkisi olduğunu söyler.
“Meşrutiyet, köhneleşmiş ve tutarlılığını kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gövdesi üzerine değil, aksine Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerinde oturtulmalı, düşmanlarının yapacağı bir tasfiye yerine ihtilal idaresi, tek başına, bir Türk Devleti kurmalıdır.”
Ali Fuat Cebesoy’a göre 1905 veya 1907’de sarf edildiği iddia edilen bu sözler Mustafa Kemal’in kafasında “cumhuriyet” fikrinin çoktan var olduğuna karinedir.
Cumhuriyet fikri Enver Paşa’dan mı?
Mustafa Kemal’in 1916-1918 arasında emir subayı olan Şükrü Tezer’e göre, Mustafa Kemal VII. Yıldırım Ordusu Kumandanlığına tayin edildiği 1917 yılının Ekim ortalarında İstanbul'a geldiğinde Enver Paşa’nın sağ kolu olan Harbiye Nezareti Levazımat-ı Umumiye Reisi İsmail Hakkı Paşa ile bir merasim sırasında memleketin içinde bulunduğu durumu değerlendirip, sözü saltanatın ilgasına getirmişti. Mustafa Kemal "Peki Paşam, işin sonu ve idare şekli ne olacak?" diye sormuş, İsmail Hakkı Paşa "Cumhuriyet" cevabını vermişti. Mustafa Kemal "Peki ama, bu takdirde başa kim geçecek?" deyince de "Sen, ben ve mesela Enver!” diyecekti. Şükrü Tezer’e göre Mustafa Kemal bu konuşmadan Enver Paşa'nın İbrahim Hakkı Paşa vasıtasıyla kendisinin "cumhuriyet" hakkındaki fikirlerini öğrenmek istediğini düşünmüştü. Anlaşılan Enver Paşa, Cumhuriyet idaresi kurarak, başına geçmek istiyordu. Mustafa Kemal bu düşünceyle İsmail Hakkı Paşa'ya temkinli bir cevap vermişti: "[B]unun, kanaatimce günün birinde mutlaka tahakkuk edeceğine hiç şüpheniz olmamak lazımdır. Ancak, bugünkü ahval ve ağır şartlar, buna asla elverişli bulunmadığı cihetle, bu işin bugün için henüz sırası gelmiş değildir ve genel duruma göre düşüncelerinizin, yine bugün için tatbik kabiliyeti de yoktur.”
Vahdettin’in listesinde ne yazıyordu?
Bir başka rivayet şöyledir: Vahdeddin’in yeğeni Prens Sami’nin 1951’de (o sırada Londra’da yaşamaktadır) tarihçi Haluk Yusuf Şehsuvaroğlu’na anlattıklarına bakılırsa, 1919’da Samsun ve havalisinde bozulan asayişin Mondros Mütarekesi uyarınca düzeltilmesi için Osmanlı ileri gelenlerinden oluşan bir liste Padişah’ın önüne çıkarıldığında, Padişah parmağını Mustafa Kemal’in isminin üzerine koyarak “O gitmelidir” dediğinde, Mustafa Kemal’in isminin karşısında “Cumhuriyetçidir” yazdığını görmüştür. Bilindiği gibi sonunda Mustafa Kemal yanında büyük bir heyet ve büyük yetkilerle Bandırma Vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkacaktı.
Cumhuriyet “milli sır” mıydı?
Daha sonra “Milli Sır” adıyla karşımıza çıkacak bir başka iddiaya göre, Erzurum’da kongrenin toplanması için bazı delegeleri beklerken, 7/8 Temmuz 1919 gecesi sabaha karşı Mustafa Kemal, Mazhar Müfit (Kansu) ve Süreyya (Yiğit) beylere “Defterin bu yaprağı kimseye gösterilmeyecek. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin, şartım budur” diyerek devam etmiştir: “Pekâlâ… Yaz!”, “Zaferden sonra hükümet şekli cumhuriyet olacaktır… Bunu size daha önce bir sualiniz münasebeti ile söylemiştim; bu bir. İki, padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince, icap eden muamele yapılacaktır. Üç tesettür (kapanma, örtünme) kalkacaktır. Dört fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir. (…) Beş Latin hurufu (harfleri) kabul edilecektir…"
“Milli Sır” terimini bizzat Mustafa Kemal, 15-20 Ekim 1927’de CHF Kongresi’nde okuduğu Büyük Nutuk’ta kullanır ama Mazhar Müfit’e ve Süreyya Bey’e not ettirdiği maddelerden söz etmez. Ancak Şevket Süreyya Aydemir’e göre, Mustafa Kemal’in en yakınındakilerden İsmet (İnönü) Bey, 1921 yılı ortasında, Garp Cephesi’nin Sivrihisar karargâhında, Yakup Kadri ve Halide Edip’e ilerde Cumhuriyet rejiminin kurulmasının zorunlu olduğundan söz etmiştir.
Kâzım Karabekir ise, Eylül 1922’de Bursa’da buluşan Milli Mücadele liderlerinin üzerinde konuştuğu siyasi formüllerden birinin, Mustafa Kemal’in en küçük şehzadeye hilafet ve saltanat naibi ve aynı zamanda diktatör yapılması olduğunu iddia edecektir. Formülü Fevzi ve İsmet Paşa önermiştir, ama Karabekir, fikrin Mustafa Kemal’den çıktığını düşünmektedir.
Buna karşılık Falih Rıfkı (Atay), Çankaya adlı eserinde 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından Bursa Valisi’nin Mustafa Kemal’i karşılama programına Osman Gazi Türbesi’nin ziyaretini de koyduğunu görünce “Mustafa Kemal’in bu ziyarette bulunacağını zannetmiyorum” demesini hazır bulunanlar tarafından nasıl şaşkınlıkla karşıladığını anlattıktan sonra şöyle devam etmiştir: “Mustafa Kemal’in İstanbul’a giderek yeni bir sadrazam olmayacağını pek iyi biliyorduk. Hanedan intihar etmişti. Ortaçağda olsaydık Mustafa Kemal’e biat edileceği ve hanedanın isim değiştireceği zamanda idik. Yirminci asırda, çöken hanedanların yerine cumhuriyetler gelir. Mustafa Kemal’in devlet reisi olmaktan başka hiçbir şey olmasına ihtimal yoktu.” Tarih, Falih Rıfkı’yı haklı çıkaracaktır…
“Bir Anadolu Cumhuriyeti kuruluyor”
Yabancı gözlemciler, yerli münevverlerden daha dikkatli olmalıdır çünkü 17 Eylül 1919’da İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir John Michael de Robeck, Britanya Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği 17 Eylül tarihli raporunda, Anadolu’daki Kemalist hareketin gittikçe yayıldığını ve bir Anadolu Cumhuriyeti’ne doğru hızla geliştiğini bildirmiştir. Hatta Kazım Karabekir’in iddiasına göre Kemalistler tarafından Malta Sürgünleri pazarlığında koz olması için tutuklanan İngiliz Yarbay Rawlinson (ki kendisi Lord Curzon’un yeğenidir), 16 Ağustos 1920 günü İstanbul’un resmen işgalinden önce Anadolu’da cumhuriyetin ilan edilmesini teşvik etmektedir.
İngiliz gazetesi The Times da 22 Eylül 1919 günlü nüshasında “bir Anadolu Cumhuriyeti”nden söz eder ve “asilerin başı” olarak Mustafa Kemal’i gösterir. Aynı şekilde Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın Kazım Karabekir’e yazdığı mektuptan, Saray cephesinde Mustafa Kemal’in saltanat ve hilafet makamını lağvedip cumhuriyet kuracağına dair korkuların olduğu anlaşılır. Mustafa Kemal’in Nutuk’ta alaycı bir dille söylediği gibi Ali Rıza Paşa’nın Ahmet İzzet Paşa’ya söylediği “Cumhuriyet yapacaklar, cumhuriyet!” sözü, bu korkunun ifadesidir.
1921 Teşkilat-ı Esasiyesi’nde “hakimiyet-i milliye”
Ancak, Ankara’da 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışından sonra cumhuriyet konusu tartışılmamış aksine Hilafet makamı ve Saltanat’ın korunmasına vurgu yapılmıştır. 20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndaki “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünün Cumhuriyet rejimine geçişin işareti olduğu ise doğrudur. Ancak bu madde bazı Milli Mücadele liderlerinin tepkisini çekmiştir. Mustafa Kemal’in Nutuk’ta anlattığına göre örneğin Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’e gönderdiği 11 Temmuz 1921 tarihli mektupta, devlet şeklinin birdenbire ve radikal biçimde değiştirilmesinin gerekçesini sormakla birlikte kendilerinin düşüncelerinin neden alınmadığını öğrenmek istediğinde Mustafa Kemal 20 Temmuz’da yazdığı cevabında “Bu kanunda cumhuriyeti ifade eden bir şey yoktur. Raif Efendi’nin, saltanat şeklinin cumhuriyetçiliğe dönüştürülmek istendiği yolundaki düşüncesi, kuruntudur” demiştir. (Raif Efendi, Erzurum Kongresi’nin muhafazakâr liderlerindendir.)
Ancak iki yıl sonra artık farklı bir tutum vardır. İsmet Giritli’ye göre, 1923 yazında (Lozan Barış Antlaşması imzalanmadan önceki bir tarihte) Mustafa Kemal “Cumhuriyet’in ilanı” ile ilgili bir tasarı hazırlamış ve bu tasarıyı Adliye Vekili Seyid Bey’e inceletmiş, Seyid Bey tasarıyı prensipte uygun bulmuştur. Ardından güvendiği gazetecileri bir akşam yemeğinde “Republique” kelimesinin Türkçe'deki karşılığının Cumhuriyet olduğunu belirten notlar tutmuştur.
Halk Fırkası’nın kuruluşu
Bundan sonrası çok hızlı gelişecektir. 11 Ağustos 1923 günü (İkinci) TBMM açılmış, iki gün sonra Meclis Başkanlığı’na oybirliğiyle Mustafa Kemal seçilmiş, aynı gün Lozan Barış Görüşmeleri sırasında İsmet Paşa ile ters düşen Rauf Bey başbakanlıktan çekilmiş ve yerine Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) Bey getirilmiştir. Mustafa Kemal’in tüm üyelerini elleriyle seçtiği (kendi tabiriyle) “kız gibi meclis”, 23 Ağustos’ta “Musulsuz” Lozan Barış Antlaşması’nı onaylayarak (yine de 14 ret oyu vardır) Mustafa Kemal ve ekibini büyük bir dertten kurtarmıştır. 9 Eylül 1923’te Mustafa Kemal kendisine yakın milletvekillerini Halk Fırkası (HF) adı altında toplamış ve fırkanın başına geçmiş, 11 Eylül 1923 tarihinde bazı milletvekilleri arasında cumhuriyet konusunun tartışıldığı bir buluşma olmuştur.
Neue Freie Presse’deki mülakatlar
23 Eylül 1923 tarihli Neue Freie Presse adlı Avusturya gazetesinde çıkan bir habere göre Mustafa Kemal, basında 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye’de (anayasa) tadilat yapıldığına dair haberler hakkında şöyle demektedir:
“[B]ütün bu tadilat cumhuriyet esasına müteveccih [yönelik] olacaktır. Türkiye hal-i hazırda olduğu kadar istikbalde de daha fazla demokratik bir cumhuriyet olacaktır. Hiçbir suretle Garp cumhuriyetlerinin sisteminden farklı olmayacaktır. Türkiye’nin bu cumhuriyetlerden ayrıldığı bir şekil meselesinden başka bir şey değildir.”
Tartışmaya adeta balıklama dalan gazetelere göre, yeni devletin adı “Türkiye Halk Cumhuriyeti” veya “Türk Halk Devleti” olacaktı. 27 Eylül günü rejimin yarı resmi yayın organları Anadolu’da Yeni Gün ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde Mustafa Kemal’in Ankara’nın başkent yapılmasından sonra Neue Freie Presse muhabirine verdiği mülakat tam metin olarak yayımlanmıştı. Mülakatta sadeleştirilmiş dille şöyle deniyordu.
“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İcra kudreti, milletin tek gerçek temsilcisi olan mecliste gerçekleşecek ve toplanacaktır. Bu iki kelimeyi bir kelimede özetlemek mümkündür: Cumhuriyet.”
Cumhuriyetçiler-La Cumhuriyetçiler
Bunu bir dil sürçmesi sayan milletvekilleri Mustafa Kemal’in odasına gelerek kendisinden bunu düzeltmesini istemişlerdi. 7 Ekim’de İstanbul basınını “ortalığı velveye vermekle” suçlayan Yunus Nadi’nin Yeni Gün gazetesindeki sorulu cevaplı makalede, “Hayır, cumhuriyet ilan olunmayacaktır. Zaten mevcut olan idarenin cumhuriyet olduğu söylenecektir” denirken; 8 Ekim tarihli Tevhid-i Efkâr’da Velid Ebuziyya, “İstanbul’a Türk ordusunun girişi şerefine rica ediyoruz, hükümet sürekli münakaşa ve mücadele siyasetini terk etsin, Cumhuriyet mi yapacak, başka bir hükümet şekli mi yapacak, ne yapacaksa yapsın ve olumlu bir çalışma dönemi açsın” diyordu.
Hasan Türker’den öğrendiğimize göre (“İlanından Önce Cumhuriyet Tartışmaları”, Toplumsal Tarih, S. 59, Kasım 1998, s. 4 -13) 13 Ekim’de Ankara başkent ilan edilirken, toplum Cumhuriyetçiler ve Lâ Cumhuriyetçiler (cumhuriyet karşıtları) diye ikiye bölünmüştü. Cumhuriyetçiler “Amerikanvari”, “Fransızvari” ve “Türkiye tarzı” diye üçe; Lâ Cumhuriyetçiler ise “Hakimiyet-i Milliyeciler” ve “İttihatçılar” diye ikiye ayrılmıştı. Gazeteler uzun uzun Fransız ve Amerikan sistemlerinin analizlerini yapıyorlar, eksilerini ve artılarını sayıyorlardı. Kimine göre Fransız sistemi, kimine göre Amerikan sistemi “daha demokratik” idi. Yazılardan anlaşıldığı kadarıyla o günün siyasileri bu iki sistemi de çok iyi tanıyorlardı. Yine anlaşılıyordu ki, onlar için rejimin adından çok içeriği önemliydi. Çünkü 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasından beri siyasi elitler arasındaki en büyük endişe, Mustafa Kemal’in bütün yetkileri üzerinde toplayarak diktatörlüğe gitmesiydi. Ama bütün bunlar hakkında Mustafa Kemal’in düşüncelerini öğrenmek, daha doğrusu sesini bile duymak mümkün olmamıştı. Çünkü o, İstasyon binasında “Mütehassıslar Encümeni” adı altında bir araya getirdiği yakın adamlarıyla rejime kendi istediği şekli vermekle meşguldü.
Cumhuriyet istasyonda mı doğar?
Faruk Alpkaya Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu (1923-1924) (İletişim Yayınları, 1998) adlı kitabında süreci gün gün aktarır. Buna göre Tevhid- Efkâr, 19 Ekim tarihli nüshasında “Bizim bildiğimize göre cumhuriyet istasyon binalarında değil, millet meclislerinde doğar. İstasyon binasından ise olsa olsa tren çıkar. Yeni cumhuriyet istasyonda hazırlandığı için bir sürat katarı gibi azami şiddetle ortaya atıldı” derken haklıydı, çünkü sorun sadece cumhuriyet tartışmalarının Meclis’te değil de “zevat-ı mutade” diye anılan, Mustafa Kemal’in dar çevresinde ele alınması değildi. Milli Mücadele’nin önemli adamlarından Rauf (Orbay) Bey, 4 Ağustos’ta Ankara’dan ayrılıp önce Sivas’a, sonra İzmir’e geçmiş, Refet (Bele) Bey ve Dr. Adnan (Adıvar) Bey’le buluşmuştu. Milli Mücadele’nin kahraman komutanı Kâzım Karabekir Paşa, görevli olarak bulunduğu Sarıkamış’tan ayrılarak İstanbul’a gelmek üzere Trabzon’a doğru yola çıkmıştı. Bir diğer önemli komutan Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, TBMM İkinci Başkanlığı görevinden istifa dilekçesini vermişti. Kısacası, taraflar “cephede” yerlerini almaktaydılar.
Falih Rıfkı’ya göre Yunus Nadi, Mustafa Kemal’e “bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız” demiş, Mustafa Kemal de kalemini masaya vurarak “en kuvvetli zamanımız bugündür” diye cevap vermişti.
Suni hükümet krizi
İşte tam bu sırada, Mustafa Kemal’in has adamlarından Başbakan Ali Fethi (Okyar) Bey, aynı zamanda üstlendiği Dahiliye Vekilliği’nden yorgunluk gerekçesiyle istifa etti. CHF grubunun Mustafa Kemal’e danışmadan, Rauf Bey’i Meclis İkinci Başkanlığı’na, Erzincan Mebusu Sabit Bey’i de Dahiliye Vekilliği’ne seçmesi, Mustafa Kemal tarafından bir hükümet krizine dönüştürüldü ve Mustafa Kemal’in baskısıyla hükümet 27 Ekim’de istifa etti. Bunun üzerine o ana kadar Ankara’da kalan Ali Fuat Paşa da İstanbul’a doğru yola çıktı.
Muhalefetin ağır toplarının Ankara dışında olduğu 28 Ekim gecesi, Mustafa Kemal, İsmet Paşa, Milli Müdafaa Vekili Kâzım (Özalp) Bey, eski kolordu kumandanlarından Sinop Mebusu Kemalettin Sami ve Milli Mücadele Kocaeli Grubu Kumandanı Halit Paşa, Rize Mebusu Ekrem ve Afyon Mebusu Ruşen Eşref Bey’i Çankaya’da yemeğe alıkoymuştu. Tüm yemek boyunca dalgın ve sessiz duran Mustafa Kemal, birden “Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz” demişti. Daha sonra diğer misafirlerini uğurlamış, İsmet Bey’le ikisi, ertesi gün sunulacak teklif üzerine çalışmışlardı.
29 Ekim Pazartesi günü saat 10.00’da toplanan Halk Fırkası (HF) grubunun yeni hükümeti kuramamasıyla başlayan tartışmalar, Mustafa Kemal’in 13.30’da kürsüye çıkarak “eksiklik ve yanlışlığın uygulanmakta olan usûl ve şekilde olduğunu, bunun da ancak Cumhuriyet idaresi ile giderilebileceğini” söylemesiyle yeni bir merhaleye girdi. Konu TBMM’ye taşındı ve bir dizi başka oylamadan sonra, saatler 20.30’u gösterdiğinde Mustafa Kemal’in hazırladığı değişiklik önergesi Antalya Milletvekili Rasih (Kaplan) Hoca’nın “Din bakımından da en uygun hükümet şekli cumhuriyettir” diye biten ateşli konuşmasından sonra, “Yaşasın Cumhuriyet!” haykırışları arasında oylamaya katılanların tümü tarafından kabul edildi.
Durumun tavzihi
Önergede dikkat çeken husus, “Cumhuriyet’in ilanı”ndan değil, “Türkiye Devleti’nin hükümet şeklinin Cumhuriyet olduğunun açıklığa kavuşturulmasından” (kullanılan terim “tavzih”tir) söz edilmesiydi. “Tavzih” işi, Anayasa’nın 1. maddesine “Türkiye Devleti’nin şekl-i hükümeti cumhuriyettir” cümlesinin eklenmesiyle yapılmıştı. Ancak hemen ardına, daha önceki metinde olmayan “Türkiye Devleti’nin dini, din-i islamdır, resmî lisanı Türkçedir” şeklinde yeni bir madde getirilmişti. Bunun muhafazakâr kesimlere verilmiş bir sus payı olduğu açıktı. Ayrıca “cumhurbaşkanlığı” konusuyla ilgili iki yeni madde ile bazı maddelerde de değişiklikler yapıldı.
Oylamaya kaç kişi katıldı?
Kanun, yoklamasız oylandığından, oylamaya kaç kişinin katıldığı, dolayısıyla kaç kişinin oyuyla rejimin “cumhuriyet” olduğu bilinmiyor. Ancak bundan sonra cumhurbaşkanı seçimine geçilmiş, oturumu yöneten İsmet Bey sonucu şöyle açıklamıştı: “Türkiye Cumhuriyeti için yapılan intihapta reye iştirak eden azanın adedi 158’dir. 158 aza, müttefiken Ankara mebusu Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini Cumhuriyet Riyasetine intihap etmişlerdir.”
Bu sayı, rejimin adını koyan kanunun oylamasına katılanların da sayısı olmalıdır. Ancak İsmet Bey, “çekimser” veya “ret” oyu verenlerden söz etmediğine göre, Mustafa Kemal kendisine oy vermiştir. Şevket Süreyya Aydemir (Tek Adam, cilt III, Remzi Kitabevi, 1999, s. 151) “159 kişi oya katılmış ve 158 oyla Gazi Mustafa Kemal oybirliğiyle Türkiye Reisicumhurluğuna seçilmişti. Çekimser kalan tek oy Mustafa Kemal’in oyu idi” diyerek bu garabeti gidermeye çalışacaktı.
Ama asıl garabet, Cumhuriyet’in ilanı oylamasına, TBMM’nin kâğıt üzerinde 286, fiilen 270 üyesinden sadece 158 veya 159’ununun katılmasıydı. Meclis’in tüm üyelerinin bizzat Mustafa Kemal tarafından seçilmiş olduğu düşünülünce fire büyüktü. Öte yandan böyle önemli bir Anayasa değişikliğinin salt çoğunluktan biraz yüksek bir oyla yapılması da anayasal teamüllere aykırıydı. Oylamada bütün “ağır toplar”ın olmaması da cabasıydı. (Mustafa Kemal 1927’de Nutuk’ta, bu kararı alırken arkadaşlarına danışma gereği duymadığını, çünkü onların da kendisi gibi düşündüklerine emin olduğunu söyleyecekti.)
Mustafa Kemal’in teşekkür konuşmasını Afyonkarahisar Mebusu Kâmil Efendi’nin okuduğu dua izledi. Ankara halkı, olayı gece atılan silah ve havai fişeklerle öğrendi, ama İstanbul’da kutlamalar, 30 Ekim günü sabaha karşı 03.00’te Selimiye’den atılan 101 pare top atışı ile yapıldığı için halk büyük korku yaşadı.
Halife’nin ve paşaların tepkileri
31 Ekim günü, Halife Abdülmecid Efendi, Mustafa Kemal’e, dedesinin hükümdarlığını ima eden “Abdülmecid bin Abdülaziz Han” imzalı kuru bir tebrik telgrafı gönderdi. Mustafa Kemal de kendisine aynı kurulukta teşekkür etti. Aynı gün İstanbul’daki Vatan ve Tevhid-i Efkâr gazetelerini ziyaret eden Rauf Bey, cumhuriyetin kendilerinin yokluğunda alelacele ilan edilmesinden duyduğu şaşkınlığı belirttikten sonra, olayın İttihatçıların Merkez-i Umumi kararlarına benzediğini ima etti ve hükümetin bu acelenin haklı ve mantıklı gerekçelerini açıklamasını beklediğini ekledi.
13 Ekim’de Sarıkamış’tan ayrılan, Cumhuriyet’in ilanını Trabzon’da iken top atışlarından öğrenen Kâzım Karabekir, 10 Kasım’da İstanbul’a vardıktan sonra şu açıklamayı yapacaktı: “Cumhuriyet şeklinin memleketleri yükselten bir şekl-i idare olduğu şüphesizdir. Şahsi saltanatların aleyhtarıyım.”
Rauf Bey, Refet Bey ve diğerleri İstanbul’da kalırken, Kâzım Karabekir 15 Kasım’da Ankara’ya gelmiş ve Mustafa Kemal’i ziyaret etmek istemiş, ancak hastalık mazeretiyle huzura alınmamıştı. Bu tarihten itibaren, gündemi Hilafet tartışmaları belirleyecekti…
Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te hükümet şekli olarak kabul edilmişti, 1924, 1961, 1982 anayasalarında bir devlet şekli olarak yer aldı. İlk yazımın başında söylediğim gibi bugün dünya yüzünde adı cumhuriyet olup diktatörlük olan pek çok ülke, adı monarşi olup rejimi demokrasi olan pek çok ülke var. Nitekim Mustafa Kemal, 13 Ağustos 1923 tarihli TBMM’yi açış konuşmasında “Yeni Türkiye devleti, bir halk devletidir, halkın devletidir. Geçmiş dönemde ise bir kişinin devleti idi, kişilerin devleti idi” diyerek bunun önemini belirtmişti. Peki, 29 Ekim 1923’ten sonra “cumhuriyet” ile “demokrasi” birleştirilebilirdi mi? Türkiye “demokratik bir cumhuriyet” olabildi mi? Tek partili, ikinci seçmenli, açık oy, gizli sayımlı “seçim”leri; kadınsız, gayrimüslimsiz, emekçisiz TBMM’si ile; derneksiz, sendikasız, grevsiz, 1 Mayıs’sız, İstiklal Mahkemeli, Takrir-i Sükunlu, İskan Kanunlu ilk dönemle sınırlamadan, Cumhuriyet’in 99 yılını düşünerek verdiğimiz cevaplar bizleri birleştiriyor ve ayrıştırıyor son tahlilde…