AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ

Cumhuriyet’in ilanının 99. yılında - 1 / Osmanlı’da Cumhuriyet tartışmaları

Türkçedeki Cumhuriyet terimi, Arapçada ahali, halk, büyük kalabalık anlamındaki “cumhur”dan gelir. Fransızca La Republique ve İngilizce The Republic kelimeleri ise Latincede kamuya ait olan, kamu malı anlamındaki “Res publica”dan gelir. Siyasi anlamda cumhuriyet hükümet ya da devlet başkanının, halk tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimidir. Egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu monarşi ve oligarşi kavramlarının karşıtıdır. Bugün pek çok kişi cumhuriyet ile demokrasiyi eşdeğer görür. Demokrasi “halk idaresi” anlamına gelen Yunanca bir terimdir. Yunancada, Latince asıllı "res publica” sözcüğü yoktur. Buna, dil ve kültür geleneği içinde "demokratia" denk düşer. Halbuki bugün dünya yüzünde adı cumhuriyet olup diktatörlük olan pek çok ülke, adı monarşi olup rejimi demokrasi olan pek çok ülke vardır. Bu yüzden çoğu siyaset bilimci, eski Roma’daki gibi egemenlik hakkının soylular sınıfı (Patriciler) tarafından kullanıldığı “aristokratik cumhuriyet” ile egemenlik hakkının milletin tamamına ait olduğu (günümüzde pek çok devletin iddia ettiği gibi) “demokratik cumhuriyet” ayrımının önemli olduğunu düşünür. Bunlar teorik tartışmalar elbette. Olgulara gelince;

Yeniçeri Çalık Ahmet’in “cumhur devleti” önerisi

Reha Çamuroğlu Toplumsal Tarih dergisinde (Ocak 2002, S. 97, s. 13) yayımlanan bir sohbet dökümünde (sohbetin diğer katılımcıları Mete Tunçay ve Bülent Bilmez’dir) III. Selim’in Kabakçı Mustafa İsyanı ile tahttan indirilmesi sırasında isyancıların şehzade Mahmud’u öldürüp Kırım Hanı Selim Giray’ı padişah yapmayı düşündüklerini, kimisinin Esma Sultan’ı padişah yapalım dediğini, bir kısmının bu öneriye “kadındır, olmaz” değil de “Esma Sultan çok çapkındır, olmaz” diye itiraz ettiğini, kiminin “Konya’daki Mevlevi Şeyhi’ni getirelim padişahlığa” dediği, bir kısmının da “padişah da insan değil mi? Aramızdan biri padişah olsun dediğini” anlatır “Bir de 1703’te Garp Ocaklarından Çalık Ahmet’in söylediği bir hikâye var: ‘Saltanat şart mıdır, cumhur devleti ve tecemmu hükümetiyle yönetilelim!’” diye ekler…

Reha Çamuroğlu kaynak vermiyor ama 1703 yılında II. Mustafa’nın tahttan indirilip yerine III. Ahmed’in geçirilmesiyle sonlanan Edirne Olayı sırasında Çalık Ahmed adlı Yeniçerinin “cumhur cemiyeti ve tecemmu devleti” önerdiği Naima Tarihi’nde geçiyor. Naima, Çalık Ahmed’i fesad çıkarmakla suçlayıp konuyu kapatmış ama bu kadarıyla bile Osmanlı döneminde “cumhuriyet” tartışmasını ilk başlatanın bir Yeniçeri olması gayet ilginç gelmiştir bana. Üstelik Fransız İhtilali’ne daha 86 yıl varken…

Velestinli Rigas Anayasası

Aradan 91 yıl geçer… Herkül Millas’ın Toplumsal Tarih dergisinde (Temmuz 2006, sayı 151, s. 16-27) yayımlanan yazısından öğrendiğimize göre Teselya’nın Velestino köyünde doğduğu için Türkçeye Velestinli Rigas diye geçmiş, ölümünden sonra Yunan aydınlar tarafından, “daha Yunan” olan bir adla “Feraios” diye anılmış, günümüzde ise günümüzde Rigas Fereos olarak bilinen “Osmanlı münevveri”, 1797 yılında, 1793 Fransız “Cumhuriyet” Anayasası’ndan esinlenen 124 maddelik bir anayasa metni kaleme almıştı. “Rigas Anayasası”nda “cumhuriyet” terimi yoktu ama cumhuriyet rejiminin temel kavramları (egemenlik, insan hakları, halk meclisi…) gelecekteki tartışmalara adeta bir zemin hazırlamıştı. (Velestinli Rigas’a dair bilgi için Murat Sevinç’in şu yazısını önerebilirim: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/08/09/osmanliya-anayasa-yazan-yunan-rigas)

Şinasi ve Mustafa Reşit Paşa

Osmanlı Devleti’nde “cumhuriyetçi” olmakla suçlanan ilk devlet adamı ise Mustafa Reşit Paşa’dır. 1838 Baltalimanı Anlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı gibi anlaşma ve reformlarından şikayetçi olanlar adına Serasker Sait Paşa’nın dönemin padişahı Abdülmecid’in huzura çıkarak şöyle dediği söylenir: “Mustafa Reşit Paşa cumhuriyeti ilan edecek, saltanatınız elden gidiyor. Daha ne duruyorsunuz?” Padişahın buna kulak asmadığı Mustafa Reşit Paşa’nın 1837’den öldüğü 1857 yılına kadar kesintisiz biçimde sadrazamlık, Hariciye Nazırlığı, valilik ve elçilik yapmasından anlaşılır.

Mustafa Reşit Paşa’yı övmek için bir kaside yazan ve onu “Ey ahali-i fazlın Reis-i Cumhuru” diye niteleyen İbrahim Şinasi (ki Osmanlı ülkesinde ilk Türkçe gazeteyi çıkaracak, ilk Türkçe piyes olan Şair Evlenmesi’ni yazacaktır ilerde) Avrupalılık, kanun, halk, mebus, medeniyet, cumhuriyet kelimelerini cesaret ve inançla kullanan ilk Osmanlıdır. Bu heyecanın kaynaklarını nedir diye merak ediyorsanız, henüz kesinleşmeyen iddialara göre, 1848’de Paris’te eğitim gören Şinasi 21-24 Şubat 1848 ayaklanması sırasında, Said Sermedi adlı Osmanlı tebaasından bir Arnavutla birlikte 1789 Fransız İhtilali’nden sonra önemli Fransız entelektüellerinin gömüldüğü Panthéon’a Fransız bayrağını dikmiştir!

Yeni Osmanlılarda “cumhuriyet” fikri

Hatırlatmakta fayda var, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, kabaca 1800’lerden itibaren Avrupa’nın üstünlüğüyle yüzleşilmesi ve bu durumun içselleştirilmesi sürecinde “fikir adamları” için en önemli soru, “Bu devlet nasıl kurtulur?” idi. Böylesi bir soruya verilen cevaplar da kuşkusuz, devlet eksenliydi. Mustafa Reşid Paşa başlayan, Ȃli Paşa ve Fuad Paşa’yla devam eden bürokratik ve idari reformlara karşı sistemli bir muhalefet ortaya koyan ilk grup olan Yeni Osmanlılar (ya da Genç Osmanlılar) Cemiyeti, 30 Ağustos 1867 tarihinde Almanya’nın Baden Baden kaplıca şehrinde, Mısır Hıdivlik ailesinden Mustafa Fazıl Paşa’nın önderliğinde, Namık Kemal, Ziya Paşa ve Çapanzade Agah Efendi tarafından kurulmuştu. 1866’daki Girit krizi sırasında Saray’la başı derde giren Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi, Mayıs 1867’de İstanbul’dan Avrupa’ya kaçmışlardı.

Bunlar olurken, Batılı aydınlar esas olarak sınıf mücadelesinin ve kapitalizmle birlikte yükselen burjuvazinin ürünü olduğu için burjuvazinin liberalleşme eğilimleriyle uyumlu olarak devlete karşı çıkarken, Osmanlı aydını esas olarak herhangi bir sınıfın ürünü olmayıp devletin kanatları altında yetiştiği için halka karşı bile devleti korumuşlardı. Örneğin, Tanzimat’ın büyük devlet adamı ve tarihçisi Ahmed Cevdet Paşa (ki kendisi Osmanlı modernleşmesinin “Doğulu”, gelenekçi kanadının başını çekiyordu), 1789 Fransız İhtilali’ni “hükümdarın mutlak hükümet etme yetkesine karşı çıkış” olarak nitelemiş, yani eleştirmişti.

Yeni Osmanlılardan Ziya Paşa ve Namık Kemal ise klasik İslam düşüncesinden ve tasavvuf ekolünden beslenmekle birlikte, “hürriyet”, “terakki (ilerleme)”, “vatan” gibi modern kavramların ısrarlı bir savunucusuydular ama Namık Kemal, “Halkın egemenliği tasdik olunduğu takdirde, cumhuriyet ilanına da hakkı olmaz mı?” sorusuna, “Halkın egemenlik hakkı tasdik olunduğu surette cumhuriyet yapmaya da hak var mıdır ne demek? O hakkı dünyada kim inkâr edebilir? İslâm ilk ortaya çıktığında bir tür cumhuriyet değil miydi? O cumhurun, bizi bitireceği başka mesele; onu da kimse inkâr edemez. Bizde cumhur yapmak da kimsenin aklına gelmez. Fakat icrasında imkân olmamakla hak batıl olmuş demek değildir,” diye cevap vermişti. Bu cevabı özetlersek Namık Kemal’e göre cumhuriyet talebi meşrudur ancak bu topraklarda hayata geçmesi mümkün değildi!

Namık Kemal’e göre "Raison d'Etat"

Konumuzda ilgisi epey dolaylı ama çok hoşuma giden bir anekdotu da paylaşmak istiyorum: Namık Kemal 14 Haziran 1872 tarihli İbret’te (sadeleştirilmiş dille) der ki:

"İtikadımıza göre devletin halktan ayrı bir vücudu yoktur. Kendine mahsus hiçbir menfaati olamaz. Şöyle ki, Avrupa’da bir takım despot destekçileri devlet bir manevi kişiliktir, şu hakka sahiptir, şu işten menfaat görür yollu safsatalar yumurtlamışlardır. Hatta bu azgın düşünceler yüzündendir ki "raison d'Etat" (devlet aklı, hikmet-i hükümet) adıyla sapık kural ortaya çıktı. Onun sayesinde kötülüğüyle meşhur Napolyon imparator olmak için bütün dünya önünde ettiği yemini bozdu, bir gecenin içinde yirmi beş bin gayret ve bilgelik sahibi insanı bin türlü aşağılık yollar ile mahvetti. Yine o sapık düşünce sonucudur ki "mesure administrative" yani idari tedbirler namında bela icad olundu. Bunlar çocuk demediler, kadın demediler, sokaklarda saldırgan pençelerine düşen binlerce çaresizi sorusuz, cevapsız kurşuna dizdiler."

Mutlak monarşiye muhalifti fakat aynı zamanda muhafazakâr bir devlet adamı olan Ziya Paşa ise 7 Mart 1870’de Londra’yı terk ederek Cenevre’ye geldikten sonra çıkardığı Hürriyet gazetesinde, “Cumhuriyet İdaresi ile şahsi idarenin farkı” başlığı adı altında yayımladığı makalede (sadeleştirilmiş dille), şöyle anlatıyordu düşüncelerini:

“Cumhuriyet yönetiminde padişah, sadrazam, imparator falan yoktur. Memleketin imparatoru, sadrazamı, padişahı memleket halkıdır. Cumhuriyet idaresinde milyonlarca halk, birkaç menfaatperest kişinin esiri değil, hukuk ve hürriyetini korumakta serbesttir. Cumhuriyet idaresinde cebir ve zulüm ile asker yazmak ve yüz binlerce kişiyi kendi diyarlarından alıp, kışlalarda çürütme yönetimi yoktur. Zira memleket herkesin bulunduğu müddetçe, herkes askerdir. Cumhuriyet idaresinde, tersanenin ihtiyacı olan kereste için, halk angarya da kullanılamaz. Halat, kereste lazımsa, parasını devlet verir, halktan satın alır…”

Ziya Paşa bu uzun yazısını cumhuriyet idaresinde her şahsın hukuk açısından ne kadar hür ise kanunlara itaat açısından da o kadar esir ve fermanberder (bağlı/tabi) olduğunu, kimsenin kanunlardan üstün olmadığını ve nihayet bu yüzden vekil entrikaları dönmediğini söyleyerek bitiriyor.

Ali Suavi’nin İslam Cumhuriyeti

Gazeteci ve yazar Ali Suavi, köktenci İslamcı eğilimlerinin yanı sıra ilerleme fikrine de derinden bağlı bir eylem adamı, bir partizan olarak Yeni Osmanlıların en ayrıksı üyesi idi herhalde. “Sarıklı İhtihalci” diye anılan Ali Suavi kanun yapma kuvvetinin insanüstü bir kaynaktan, Allah’tan geldiğini ileri sürüyor ve bu kuvveti bir kişinin temsil etmesi halinde rejimin adının monarşi, bir grubun temsil etmesi halinde oligarşi, toplumun tamamının temsil etmesi halinde cumhuriyet olacağını söylüyordu. Ancak “Dünyada cumhuriyetten başka tam meşru hükümet olamaz” diyen Ali Suavi’nin cumhuriyeti İslam Cumhuriyeti idi.

Rousseau ve Toplum Sözleşmesi

Bu arada not edelim, Yeni Osmanlıları ve ardıllarını (ve nihayet Mustafa Kemal’i) en çok etkileyen düşünür Jean-Jacques Rousseau ve onun 1762’de yayımlanan ve “cumhuriyetçilik” fikrinin şahikası olan 1789 Fransız İhtilali’ne esin veren “Contract Social” (Toplum Sözleşmesi) adlı eseridir. Bu eserin yarım da olsa Osmanlıca çevirisini ilk kez Yeni Osmanlılardan Ahmed Mithat Efendi yapmıştı. Bu arada Ahmed Midhat Efendi gibi yeni filizlenen burjuvaziden yetişen aydınların bile güçlü bir bürokrasiye karşı çıkarken, bir kurum olarak padişahı ve dini toplumun bekası için önemli dayanak noktaları olarak gördüklerini hatırlatalım.

Hürriyet ve adalet gibi kavramları Namık Kemal ve arkadaşlarından miras alan Tevfik Fikret ise o tarihlerde toplumsal ilişkilerin çeşitlenmesinin de yardımıyla hayatını devletten kazanmayı reddettiği için görece özerk bir aydın portresi çizmişti. Tevfik Fikret’in “devleti kurtarma” gibi bir derdi yoktu. Dahası devlet ve toplum ilişkilerinin ne kadar karmaşık olduğunu kavramış gibiydi. Bu bağlamda Namık Kemal ve arkadaşlarında görülmeyen din eleştirisi de Abdülhamid’in kişiliğinde cisimleşen siyasal iktidar eleştirisi de toplumsal olmaktan çok bireyseldi, yani gayet “modern” idi.

Sonuçta Yeni Osmanlılar Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceğini İslam kültürüyle Batı kültürünün evliliğinde görmelerine karşın, yüzyılın ortalarına kadar Avrupa’daki, siyasi ve fikrî faaliyetlerin dışında kaldılar, böylelikle Aydınlanma süresince oluşan yeni fikrî durumun farkında olmadılar. İslami düşünceyi de Osmanlı deneyimi ile sınırlı bir şekilde ele aldılar, tüm İslam dünyasında olup bitenlere karşı ilgisiz kaldılar. Böylece “cumhuriyet” fikri de rüşeym aşamasından filizlenme aşamasına bile geçemedi.

Burada küçük bir parantez daha açalım: Cumhuriyetin Fransa’da ne zaman bir devlet ya da hükümet şekli olduğu konusunda bir birlik yok. Çünkü 1791 Anayasası’nda “Cumhuriyetin Güçleri Üzerine” başlıklı bir bölüm olmasına rağmen özel olarak cumhuriyetin tanımı yapılmamıştır. 1793 Anayasası’nın 1. Maddesindeki “Fransa Cumhuriyeti birdir ve bölünemez” veya 78. Maddede “cumhuriyetin her komününde” gibi ifadelerde yer alan terimden kastedilenin ne olduğu net değildir. Nitekim 25 Şubat 1875 tarihli Fransız Anayasası’na 14 Ağustos 1884’te eklenen 8. paragrafta “cumhuriyet, hükümet şekli olarak hiçbir değişiklik teklifine konu olamaz” denilmekte iken kilise ile devletin ayrılmasına ilişkin 9 Aralık 1908 tarihli kanunda Cumhuriyet bir devlet şekli olarak yer almaktadır. 4 Ekim 1958 tarihli Fransız Anayasa’nın 89. Maddesinde ise Cumhuriyet bir hükümet şeklidir.

Parantezi kapatıp devam edersek, Fransız İhtilali’nden rahatsız olduğunu açıkça belirtenler de vardı elbette. Örneğin Vakanüvis Ahmet Asım Efendi, Asım Tarihi adlı eserinde Fransa’nın cumhuriyet rejimi için “bulanmış bir midenin böğürmesi ve kusması gibi” derken, ilkeleri için de “dinin terki ve zengin ile yoksulun eşitliğinden ibaret olduğunu” söyler. Ona göre cumhuriyet gâvur icadıdır ve cumhuriyetten yana olmak gâvura taraftar olmak demektir.

Abdülhamit’in “malum” demokrasi alerjisi

1876’daki kriz döneminde “ruhi bunalım” geçiren V. Murad’ın tahttan indirilip yerine (II.) Abdülhamid’in geçirilmesini bir anayasa yapma şartıyla destekleyen Mithat Paşa’yı yıpratmak için onun hakkında çıkarılan “dedikodu” ise ilginçtir: Muarızlarına göre Mithat Paşa cumhuriyet ilan edip Mekke Şerifi Hüseyin’i cumhuriyetin başına geçirmeyi planlamaktadır. Abdülhamid’in ilk yılının görece liberal geçtiğini söyleyebiliriz. Ama 93 Harbi’ni bahane ederek Meclis-i Mebusan’ı kapatan ve Kanun-ı Esasi’yi askıya alan Abdülhamit’in 23 Temmuz 1908’e kadar kesintisiz süren 31 yıllık istibdat rejimi sırasında Ali Seydi Bey ve arkadaşlarınca 1908-1914 arasında üç cilt halinde yayımlanan Resimli Kamus-u Osmanî’nin sonundaki bir listeye göre Abdülhamid döneminde devlet ve hükümet etme şekilleri ile ilgili şu kelimelerin kullanılması yasaktı: Adalet, anarşi, avam (halk), beynelmilel, cemiyet, cumhuriyet, Darvinizm, demokrat, diktatör, hak, hal’ (tahttan indirmek), hürriyet, ihtilal, inkıraz (yıkılma), inkılap (reform), irtica (gericilik), istibdat (baskı), isyan, Kanun-i Esasi, klik (hizip), konservatör (tutucu), Meclis-i Ayan, Meclis-i Umumi, memorandum, mutlakıyet, müsavat (eşitlik), nihilist (yıkıcı), obstrüksiyon (engelleme), oportünist (fırsatçı), oligarşi, radikal, sosyalizm, Şura-yı Devlet, Şura-yı Ümmet, vatan, zulüm…

İttihatçıların cumhuriyete kayıtsızlığı

23 Temmuz 1908’de Ermenilerin Taşnak örgütü ile işbirliği içinde son veren İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) her ne kadar “hürriyet” i öne çıkardıysa da onların temel amacının saltanatı kaldırmak değil, imparatorluğun parçalanmasını durdurmak olduğu, eylemlerinden bellidir. Nitekim 1898 yılında cemiyetin yayın organlarından Osmanlı gazetesinde “idare-i müstebide”nin zıddı olarak “idare-i cumhuriye”den söz edilmekle birlikte bu konuda daha ileri girilmemişti. İttihatçıların fikir adamlarından Ahmet Rıza Bey de ilk yazılarında cumhuriyeti İslam dini ile birlikte ele alarak Namık Kemal’e yaklaşmışsa da ileriki dönemlerde cumhuriyet konusunda değinmemişti. Cumhuriyetçilik değil ama saltanat aleyhtarlığı, İTC’nin kurucularından Dr. Abdullah Cevdet’in gazetesi İçtahat’ta yayımladığı sadece tek yazıya konu olmuştu. 1908 öncesinde Taşnaklara Abdülhamid’i tahttan indirme sözü veren İttihatçıların bu sözlerinden 31 Mart Olayı’na kadar vazgeçmeleri, 27 Nisan 1909’da Abdülhamid’i hallettikten sonra da yerine V. Mehmet Reşat’ı geçirerek meşruti monarşiye devam etmeleri, 23 Ocak 1913 tarihinden itibaren de kukla bir padişah ve tahakküm altına alınmış bir meclisle kendi istibdat rejimlerini kurdukları biliniyor.

Nitekim o sırada suskun kalıp sonra dili çözülenlerden biri olan İTC’nin önemli isimlerinden Kazım Nami (Duru) 1928’de şöyle yazacaktır:

“Mesela ben çok eskiden, daha Meşrutiyet bile ilan edilmeden [1908’den] evvel, bu devre göre en mütekamil idare şeklinin cumhuriyet olduğuna inanıyordum. Öyleyken biri çıkıp da ‘haydi bir cumhuriyet fırkası vücuda getirelim diyecek olsaydı, böyle ütopist kimselerle birleşmekten mutlaka sakınırdım. Çünkü memleketin böyle bir idare şeklini hazmedemeyeceği zannındaydım. Vakıa bu hazımsızlığı mektep görmemiş halka değil, münevver (aydın) denilen tabakaya isnad ederdim (dayandırırdım).”

“Münevver tabakanın” 1918’den 1923’e kadarki dönemde cumhuriyet konusundaki tartışmalarını ve Mustafa Kemal’in “farkını”, 29 Ekim 2022 tarihinde yine bu sütunlarda CUMHURİYET’İN İLANININ 99. YILINDA-II, CUMHURİYETÇİLER VE LA-CUMHURİYETÇİLER” başlıklı yazımda ele alacağım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
AYŞE HÜR - TARİH DEFTERİ Arşivi
SON YAZILAR