Demokratik, sosyal bir devlet inşa edemedik

Jeologların artık söyleyeceği bir şey yok. Onlar yirmi beş yıldır bildiklerini anlatıyor ve Türkiye’yi uyarıyorlar. Defalarca kanıtlanan bilimsel gerçekleri reddeden yok zaten. Ama yeterince ciddiye alan da pek az. Bu uyarıların, risklerin, Türkiye’de yaklaşmakta olan diğer deprem felaketlerinin birinci derecede muhatabı ülkenin yöneticileri. Şimdi en çok inşaat mühendislerinin ve şehir planlamacıların konuşması lazım.

Nitekim konuşuyorlar da… Daha önce hiç olmadığı kadar çok inşaat bilgisi medyada kendine yer bulmaya başladı. Eminim önümüzdeki aylar ve yıllar boyunca daha da çoğalacak ve Türkiye nasıl amatör bir jeolog kadar yerbilim hakkında bilgi edindiyse, zaten pek meraklı olduğu inşaat konusunda da bilgisini artıracak. Bu kez gerçekten depreme dayanıklı binanın nasıl yapıldığını ve yapılmadığını öğreneceğiz. Öğrenmemiz gereken bu bilgiyi uygulamak ise biraz bize ama daha çok ülkeyi yönetenlere, onların yönlendirdiği devlet mekanizmasına düşecek.

Devlet-vatandaş ilişkimizin kendine has dinamikleri hakkında Bekir Ağırdır ve Aydın Selcen’in yazdıkları ilgiye değer. Türkiye toplumu devletine düşkün, kendisini devletin güçlü kanatları altında güvende hissediyor. Ama bu devletin özel alana karışmasını da istemiyor, göz yummasını tercih ediyor. Çünkü aslında tam demokratik bir devlet kuramadığımız için hiçbirimiz ona yeterince güvenmiyoruz. Devletin Leviathan halini kabulleniyor, bütün gücün onda olmasına rıza gösteriyoruz. Dolayısıyla devleti yönetenlerin insafına kalıyoruz. Sivil toplumu inşa etme çabaları biraz başını kaldırıp yaygınlaştığında, yine Leviathan onun üstüne basıp kendi egemenliğini ilan ediyor. En kötüsü de toplumun bir kesimi buna rıza gösteriyor, o hegemonik iktidara destek veriyor… Sivil topluma da rozet takmaya meraklı parti devleti, merkezileştikçe hantallaşıyor, hantallaştıkça toplumun bir kesimini kendi payandasına dönüştürüyor ve onlarla varoluşsal bir ilişki kuruyor. Bütün olan bitenden sonra iktidar bloğu hala oy oranını belli oranda koruyabiliyor.

Deprem konusunda gerekli yönetmelikleri en iyi şekilde hazırlayıp kanunlaştıracak kadar bilge, ama uygulayamayacak kadar güçsüz bir devlet yapımız var. İşlemeyen bir sistem içinde rasyonel bireyin çaresizliğini de görebilmek gerek. Bakanlıklara, belediyelere, denetim kurumlarına güvenmekten başka ne yapılabilir? Kimse kendisi oturduğu yapının ne kadar sağlam olup olmadığını ölçemez. Ölçmesi, denetlemesi ve yapıların sağlam hale getirilmesini sağlayacak kurumlar bunu kararlılıkla uygulamazsa o zaman işte bütün bir ülke kaderiyle baş başa kalır. ‘O mütahit iyidir, güvenilir, burası kaya zemin bir şey olmaz’ gibi avuntularla depremi beklemeye devam ederiz.

Türkiye insanını kadercilikle yargılayıp hüküm vermeden önce işte bu işlemeyen mekanizmalara da bakmak gerekiyor. Toplumsal kabahatimiz bu mekanizmaları inşa edecek, kamusal yararı gözeten, şeffaf, demokratik bir rejim, gerçek bir sosyal devlet inşa edememek. O olmadıktan sonra, inşaat gibi pahalı ve teknik bir konuda bireylerin kendini kandırmak, kadere kapılmak, genele uymaktan başka fazla bir seçeneği kalmıyor. Batılı toplumların en büyük farkı, o demokratik sosyal devleti inşa edebilmek oldu. Türkiye ne yazık ki yirmi senedir Batılılaşma sürecini de duraklamaya aldığı için bu hedeften epey uzaklaştık. Kendimize özgü, klientalist yani siyasi çıkarlara göre işleyen bir sosyal devleti iyice yaygınlaştırıp yerleşik hale getirdik. Denetleme gücü elinden alınmış sivil toplum, sesi kısılmış muhalefet, neredeyse etkisizleştirilmiş basın ve medya düzeninde toplumsal öncelikler iktidar sahiplerinin insafına kaldı. Türkiye son yirmi yılda altyapıya, yollara, köprülere, şehir hastanelerine harcadığı paranın çok çok azını deprem için yapıların yenilenmesinde kullanabildi. Deprem vergileri bile başka işlere harcandı. Oysa kamusal kaynaklar evlerin denetlenmesi, güçlendirilmesi ve dönüştürülmesine harcanabilirdi. Bu konuyu serbest piyasanın görünmez eline bırakmayı tercih eden siyasi irade koskoca bir ülkeyi de çaresizliği ile baş başa bıraktı. Devletin doğrudan finanse edeceği, en kötü ihtimalle çok ucuz kredilerle teşvik edeceği gerçek bir deprem seferberliğine kimsenin itirazı olmazdı. Tabii ki herkes bundan yararlanmak isterdi. Ama insanları her şeyi kendi güçleriyle yapmaya itmek, toplumun da kültürel yapısındaki kaderci ve maceracı yanını öne çıkartıp, çaresizliğini hafızasızlıkla gizlemeyi tercih etmesine neden oldu.

6 Şubat Depremi, Anadolu tarihinin en büyük felaketlerinden biri olarak tarihe geçecek. Orada hayatını kaybeden, büyük acılar çeken sayısız insan için sadece biz yurttaşları değil bütün dünya büyük bir üzüntü içinde. O büyük dayanışma dalgasının da nedeni bu. Ve jeologlar anlatmaya devam ediyor… Gayet iyi biliyoruz, daha önce de biliyorduk, şimdi de biliyoruz, gelecekte de bilmeye devam edeceğiz; bu son felaket değil. Acaba bu kez, Türkiye toplumu tarihsel bir felakete şahit olmuşken gerçekten demokratik bir düzen, gerçekten kamusal bir iktidar, gerçekten etkili bir sosyal devlet talep eder mi? Galiba başka çaremiz yok. Bu depremin acısı o kadar büyük ki hiç soğumayacak. Toplumun bu yönde siyasi bir talebi olacak. Bu talep seçim sandığında ne sonuç doğurursa doğursun, devleti yöneten iktidarların bu kez gerçek bir dönüşüm kampanyası başlatacağını söyleyebiliriz.

Tabii ekonomisi zaten çökmüş bir ülkede bu ne kadar mümkün olabilirse…

Önceki ve Sonraki Yazılar
CEM ERCİYES Arşivi
SON YAZILAR