Depremin birinci yılında enkaz altında kalan medya

Edmund Burke adında bir İngiliz parlamenter 18. yüzyılın sonlarında parlamentoda bir konu görüşülürken “yasama, yürütme, yargının temsilcileri burada,” dedikten sonra çeperde duran gazetecileri işaret ederek “demokrasinin gerçek koruyucusu onlardır, çünkü onlar kamusal çıkarların bağımsız birer savunucusudur” dedi. Bundan sonra “dördüncü kuvvet medya” tanımı liberal medya anlatısının temel klişesi haline geldi. Peki ama basın, dördüncü bir kuvvet olma özelliğini, özellikle kitle medyası haline dönüştükten sonra, kapitalist toplumlarda iktidar-medya ilişkileri çerçevesinde sağlayabiliyor mu? Şu anda medyanın sermaye ilişkileri üzerinden ele alındığı eleştirel yaklaşımlarda bunu sağlayamadığı görüşü hâkim. Özellikle iktidarla ilişkilerde, sermaye gruplarının devreye girmesiyle beraber medyanın kamuoyunun haber alma hakkını güçlü bir şekilde savunamadığı ortada.

Türkiye’de Gazeteciler Cemiyeti’nin, Gazetecilerin Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi’nde gazeteciliğe atfettiği, gerçeğe ve halka karşı sorumluluk, kamu otoriteleri ve işverene karşı sorumluluklardan önce geliyor mu? Bilgi ve haber aktarımı, mal ve hizmet ticaretinden farklı olarak toplumsal nitelik taşır. Acaba gazeteciler bunun gereklerini yerine getirebiliyor mu? Türkiye’yi sarsan 6 Şubat depremlerinde yukarıda anılan kısıtların boyunduruğunda, “haberden kaçınan” yaygın medya ekranlarında gördüğümüz, İngiliz gazeteci ve siyasetçi Martin Bell’in dediği gibi “olay yerinde olup aslında olayın özüne, hakikate uzak kalmak” değil miydi?

Deprem ve “mucize kurtuluş” yayıncılığı

Depremlerden hemen sonra gazetecilik faaliyeti kapsamında Antakya’ya gitmiştim. Yıkılan bütün kentti. Kameralar ve canlı yayın araçlarının yan yana dizildiği “simge nokta” ise 600 Evler konutları (yaklaşık bin iki yüz kişi hayatını kaybetmişti burada). Kriz ve felaket anlarında medyanın amiral gemisine dönüşen televizyonların müthiş bir canlı bağlantı açlığı olur. Genellikle bir simge nokta seçilir ve sürü psikolojisiyle tüm kameralar orada toplanarak bir yayın noktası oluşturulur. Evet yıkılan neredeyse tüm kentti ama bu ölçekte bir felakette olanaklar sınırlıdır, personel sayısı sınırlıdır, birisi sürekli yayın yaparsa haber toplamak için çok az zamanı kalır. Hemen çevresinde ne görürse onu toplayabilir. Üstüne üstlük medyada eskisi gibi haber odaklı rekabetin tükendiği güncel koşullarda kurumlar düşük sayıda personel ve gazeteciyle ucuza çalışmayı tercih eder. İlk günlerde Antakya’da da ara sokaklarda enkaz altından yardım çığlıkları yükselirken kameralar ve sınırlı sayıdaki arama kurtarma ekibi birkaç “yayın noktasında” buluşmuştu.

"Mucize kurtuluş haberciliği" ve ıskalanan gerçek

En büyük haber kuruluşları bile sadece 3-4 noktaya muhabir gönderebilmişti. Her ilde bir muhabir, bir gece, bir gündüz en iyi ihtimalle vardiyalı çalışıyordu. Bağımsız, eleştirel medyada bu bile olmuyordu çoğu zaman. 16, 18, 20 saate kadar uzayan vardiyalar vardı. Dolayısıyla yayın yapma baskısı, bir yerden sonra Türkiye’de “mucize kurtuluş haberciliğine” dönüştü. Enkazın altından 50, 100 ya da 200. saatte çıkanların öykülerini canlı yayında aktarabilmek adına oraya çevrilen kameralar arka sokakta enkaz altında yardım gelmediği için can veren insanların öykülerini ıskaladı.

Ancak bu durum salt kaynakların yetersizliğiyle de açıklanamaz elbette. Yaygın medyada editoryal bir tercih de devredeydi. İnsanlara sadece iyi haberler, mucize kurtuluş haberlerini vermek, bir noktadan sonra çok sayıda genel yayın yönetmeni, ya da haber müdürünün soruşturmacı gazetecilik yapmak zorunda kalarak siyasi risk almasına karşı da mucize formüldü. Enkaz arasından ekrana yansıyan “ağzımızın tadı kaçmasın, şimdi milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu günlerde çok da fazla olumsuz şeylerden bahsetmeyelim” yaklaşımının pratiğe dökülmüş haliydi. Çok şey gösterildi ancak çok şey de gizlendi. Farklı şeyler göstererek “aa kuşa bak!” denerek aslında anlatılabilecek çok büyük ihmallere dair hikâyeler bir noktadan sonra anlatılamaz, gösterilemez hale geldi.

Bu süreçte bazı spikerlerin kimi zaman inisiyatif kullanarak, yüksek tonda eleştirel söylem benimsedikleri gibi bir algı sosyal medyada viral hale getirilen video fragmanları üzerinden oluşsa da bir noktaya kadar eleştirilerini yönelttikleri, o noktadan sonra da eleştirilerini kestikleri görüldü. Bunun ötesinde ağırlıklı olarak yetkililerin yara sarma faaliyetleri, mucize kurtuluş haberleri ve depremleri doğal bir felaket olarak tanımlamanın dayanılmaz hafifliği üzerinden bir afet çerçevelemesi gördük. Sansür ve oto-sansür en önemli etik sorunların başında geliyordu.

Haber ve yorum ayrımının ortadan kalkmasıyla, -kimi zaman bizi öfkelendiren, kimi zaman “yüreğimizin yağlarını eriten” bir yorum olabilir- gazetecilerin her iki noktada da gazetecilik kimliğinden sıyrıldıklarını ve haberleriyle değil, yorumlarıyla konuştuklarını, sosyal medyanın itici gücüyle birlikte birer yorumcuya dönüştüklerine tanık olduk. Özel yaşama müdahaleyi her noktada gördük. İnsanlarla önden bir görüşme yapmadan mikrofonların uzatılmasına, çadırlarına girilmesine, enkaz altından çıkan insanlara çok yakından kameraların çevrilmesine, bu yapılırken insan haklarının çiğnenmesine şahit olduk. Medyada felaketzedelere ve çocuklara dair nasıl yayın yapılabileceğine dair kurallar bellidir. Bunların hepsinin hiçe sayılması gibi temel etik sorunları ekranlarda, internet haber sitelerinde ya da gazete sitelerinde saptamak mümkündü.

Depremde bağımsız, eleştirel medya

Bağımsız, eleştirel gazetecilik ilkeleri çerçevesinde çalışan kurumlar öncelikle çok sınırlı kaynaklara çalışabildi. Kimi zaman bir iki muhabiri, kimi zaman onların yanına katılan editör ve yazarları, on bir ildeki deprem bölgesinde ancak sahada tutabildiler. Saatlerce, günlerce uykusuz kalan, otomobillerde, çadırlarda sabahlayan çok sayıda basın mensubu oldu. Baskıya uğradı bu gazeteciler. Darp edildiler, gözaltına alındılar. Basın toplantılarından dışlandılar, resmi yetkililer tarafından ötekileştirildiler. Temel haber kaynaklarına erişemedikleri çok nokta oldu.

Aktivist gazetecilik yapmayı benimseyen çok sayıda gazeteci de oldu. Bir noktadan sonra, özellikle o zor koşullar altında artan duygusallıkla birlikte aktivizmin yer yer haberciliğin önüne geçtiğini gördük. Aslında habercilik niyeti en diri, en canlı, en güçlü olan haber kuruluşlarında bile bu küçük ekipler ne yazık ki sıcak haberleri aktarma çabasındayken, aslında fikri takip, o büyük resmi gösterme, biraz daha belki yavaş gazetecilikle mümkün olabilecek araştırmacı gazetecilik dosyalarını yapabilecek ne zamana, ne de lojistik koşullara sahip olabildiler. Birçok medya kuruluşu ekranlarını, sayfalarını doldurabilmek için çok fazla kullanıcı türev içeren, yani sosyal medyadan gelen video, fotoğraf kullandı. Bu da haberlerde sık sık dezenformasyona yol açtı.

Kaynağı olanın gazetecilikten kaçındığı, bu kurumlarda çalışan gazetecilerin, kurumları tarafından yer yer engellendiği, habercilik yapma niyeti olanların da kaynak güçlükleriyle boğuştuğu bir ortamda, depremde on binlerce yaşama mal olan ihmaller zincirinin ayrıntılı muhasebesini okuyucuyla buluşturan dosyalar yurt dışından geldi. Örnek olarak sadece Antakya’da çöken Rönesans Rezidans üzerine hazırlanan şu habere ve şuna bakılabilir.

Gazeteciliğin hakkıyla yapılamadığı yerlerde sorumlular hesap vermekten kaçınabiliyor. Eksikliklerin aktarılmadığı yerde güçlükle hayata tutunmaya çalışanların öyküsü görünmez oluyor. Bilginin olmadığı yerde, empati duygusu da eksik kalıyor ve toplumsal bağlar zayıflıyor. Basın özgürlüğünün olmadığı yerde can güvenliği de tehdit altında oluyor. Depremde yaşamını yitiren 26 gazetecinin anısına saygıyla…

Önceki ve Sonraki Yazılar
CAN ERTUNA Arşivi
SON YAZILAR