Enflasyondan başka bir çıkış yolu yok mu?-II

Prof. Dr. ENSAR YILMAZ

Düşük faiz politikası ile ekonomideki tüm fiyatlar irrasyonel bir alana itilmişti. Mal ve varlık fiyatları insanların hayatlarını çok zorladığı gibi, ciddi bir refah ayrışmasına da neden olmuştu. Bu yüzden, fiyatların yerli yerine oturması anlamında politika faizlerinin yükselmesi bir zorunluluktu. Bu durum kredi talebini dizginlemeyi aşan bir içeriğe sahip. Özellikle döviz kuru ve varlık fiyatlarını kontrol etmek ve anlamlı bir aralığa çekmek için gerekliydi.

Fakat faiz oranı fazlasıyla selektif olmayan ve büyük oranda maliyeti toplumda daha güçsüz gruplara yıkan bir enstrüman niteliğinde. Daha çok talep kaynaklı enflasyon için kullanılabilecek türden bir araç özelliğine sahip. Bu yüzden, enflasyon arz tarafına dair (girdi maliyetleri ve firma davranışı) bir nedenle oluştuğunda sorunu içinden daha çıkılmaz hale getirebilir. Bu yanıyla, Türkiye’de dezenflasyon programını uygulayanların sıkça kullandığı talebin dengelenmesi kavramı oldukça kitabi ve enflasyonu direkt talebe indirgeyen, ve dolayısıyla da ekonomi politikalarını da buna göre seçen bir zihin setine karşılık geliyor. Bu şekilde alışageldik para politikası enstrümanlarını kullanmayı hem daha meşru gösterme hem de diğer araçları kullanma zahmetinden kaçınma fırsatı doğuruyor. Merkez bankacıları genelde ellerindeki enstrümana göre sorunu görme eğilimi gösteriyorlar.

Yazımın birinci bölümü dahil buraya kadar ifade ettiklerim kendi perspektifimden enflasyon dinamiğine dair açıklamalar içeriyordu. Bundan sonra ise sorunun çözümüne dair düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Tabii unutmadan, sorunu çözmek onu tanımlamaktan çoğu zaman daha zordur.

Kendisini yeniden üreten enflasyon mekanizmasının talep kaynaklı olmadığını gerekçelendirdiğimizde artık büyük oranda arz yönlü bir sorunla karşı karşıyayız demektir. O zaman da arz yönlü sorun nasıl çözülmelidir sorusunu cevaplandırmamız gerekir. Bu durumda sorun merkezi-olmayan bir yapıda, ülke geneline yayılmış fiyat hareketlerini kontrol etmenin güçlüğünü ortaya çıkarır. Oysa sorun talep kaynaklı olsaydı daha merkezi araçlar kullanmak durumunda olacaktık; politika faizini yükseltmek, parasal miktarı kontrol etmek ve/veya mali harcamaları kısmak gibi. Temel önerilerimi aşağıda maddeler halinde ifade ettim:

i.Politika faizinin daha önce ifade ettiğim gibi yükselmesi oldukça doğru bir karardı, mal ve varlık fiyatlarının makul bir aralığa gelmesi açısından oldukça önemlidir. Fakat bunun özellikle kredi faizlerine yüksek düzeyde yansıması etkilerinin de resesyon yaratma potansiyelinin yüksek olduğunu gösteriyor. Bu yüzden, faiz oranı yakın bir sürede indirilmelidir, bunu da doğru bir gerekçelendirme ile özellikle aylık enflasyondaki düşme veya Fed’in faiz indirme kararından sonra yapmak mümkün.

ii. Devletin kontrol veya yönlendirdiği idari fiyatları bir müddet dondurması gerekir (harçlardan tutun, girdi fiyatlarına kadar). Bu sadece enflasyonu dizginlemek için değil, temel girdilerin (elektrik, doğal gaz, petrol gibi) düşük gelirli gruplar için bir sübvansiyon olması, zincirleme maliyet artışlarına neden olmaması ve dahası bunu bahane eden firmaları engellemek için yapılmalıdır. Bu durumda ortaya çıkacak bütçe açığının finansmanın daha az enflasyonist olacağını düşünüyorum.

Fakat şu an tam tersinin yapıldığını görüyoruz, elektik, doğal gaz ve yol-köprü fiyatları yükseltiliyor. Bu yüzden de, özellikle yönetilen ve yönlendirilen fiyatların son dönemde enflasyon üzerinde etkisinin yükseldiğini görüyoruz. Bunun da önemli oranda özelleştirmelerin bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Özellikle elektrik fiyat düzeyinin yüksekliği ve zamların nedeni kar etmeyi amaçlayan elektik şirketleridir (sektörü büyük oranda üretim ve dağıtım şirketleri domine ediyor). Bu şirketlerin kar motivasyonu ile sunulan ürünün sosyal niteliği çelişiyor. Bu tür şirketlerin kendilerine dair problemleri (döviz borçları, yanlış yatırımları) fiyatlandırma motivasyonlarını sosyal olmaktan çıkarıyor. Bu yüzden, bu şirketlerin belirli bir plan kapsamında kamulaştırılması gerekiyor. Enflasyonun sadece bugünün sorunu olmadığı anlaşıldığında bunun gerekli ve önemli bir karar olacağı görülecektir. Kendi parası dışında bir yabancı para ile ekonomik faaliyetlere girmek zorunda olan her ülkenin potansiyel tuzağı enflasyondur, sorun bugün çözülür yarın bir krizle tekrar karşınıza gelir. Bu yüzden, bu temel girdilerin kamu tarafından kontrol edilmesi enflasyonist dönemlerde hem enflasyonu kontrol etmek hem de sosyal maliyetleri azaltmak açısından önemli olacaktır. Diğer yandan, kamu-özel işbirliklerinin de bir tür özelleştirme olduğu düşünülürse, bu şirketlere verilen döviz cinsi fiyat ve yolcu garantileri karşımıza köprü-yol zamları ile gelmeye devam edecektir. Sözleşme ömürleri 15-20 yılları bulan bu anlaşmaların kamu lehine bir şekilde çözülmesi gerekiyor.

iii. Fiyat-fiyat spiralinden çıkmanın en kritik hamlelerinden biri, şirketlerle oturup, fiyat kontrolleri konusunda anlaşmak ve bunları denetlemekten geçiyor. Firmalarla fiyatlarını bir müddet dondurma konusunda bir tür sözleşme yapılmalıdır (özellikle büyük firma ve büyük marketlerle), yani kar oranlarını bir müddet düşürmeleri garanti altına alınabilir. Bu aşırı bir öneri değildir. Fiyat kontrolleri birçok gelişmiş ülkede geçmişte ve bugün de uygulandı. En son olarak, Fransa’da devlet marketlerle fiyat artışları sınırlandırmak için anlaşmalar yaptı. Tabii Türkiye’de enflasyonun yüksek düzeyinden dolayı bu anlaşmaların kapsamı daha geniş tutulmalıdır. Daha sonra da şirketler bu anlaşmaya bağlı olarak denetime tabi tutulmalıdır. Devletin yukarıda ifade ettiğim türden fedakarlığına benzer şekilde, şekilde firmaların da içindeki bulundukları toplumda, üretimlerinin ve kazançlarının kaynağı olan işçilere ve tüketicilere bir sorumlulukları vardır. Ülkenin toplam genel ve sosyal refahının kendileri için de acil bir ihtiyaç olduğunu görmeleri gerekir.

iv. Yüksek faizlerin özellikle üretimin düşmesine imkan vermemesi sağlanmalıdır. Bu yüzden, selektif kredi politikası uygulanmalıdır. Bunun için bankalarla özellikle istihdamın merkezi konumunda olan KOBİ’lerin ticari kredi maliyetini azaltan önlemler devreye sokulmalıdır. İstihdamın büyük oranda KOBİ’lerde olduğunu dikkate alındığında olası resesyonunun işsizlik yaratma potansiyeli oldukça yüksektir. Finansa erişimi büyük firmalara göre nispeten daha zor olan bu şirketlerin ölçeklerine göre özellikle kamu bankalarının finansman imkanları daha fazla kullanılmalı ve özel bankalara da bu tür firmalara daha ucuz kredi aktarılması yönünde düzenlemeler yapılabilir. KOBİ’lerin krediye erişimi enflasyonist değil, bilakis tam tersidir. Çünkü problem üretimi kısarak değil, artırarak aşmak gerekir. Kredilerin niteliği bu anlamda önemlidir. Diğer yandan, yatırım yapmak için uygun finansal imkanları olan firmaların da faizlerin yüksek olduğu ve beklentilerin kötüleştiği bir ortamda reel yatırım yerine finansal yatırımlara yöneldiğini gözlemliyoruz, bir yanıyla firmaların finansallaşmasına imkan verilmektedir. Bu durum arz sorununu daha da derinleştirmektedir.

v. İthalat kanalı üzerinden, özellikle tüketim malı ithalatı üzerinden, ciddi bir enflasyonist etki oluştuğunu düşünüyorum. Gümrük birliği anlaşmalarından dolayı ortaya çıkan kısıtlar olsa da bu türden ithalatı sınırlandırmanın araçları, yöntemleri geliştirilmeli. Örneğin, geçici bir süreliğine olsa da yurtdışından e-ticaret kapsamında yapılan siparişlere dönük gümrük vergisini artırmak kapsamı sınırlı da olsa önemlidir. Temel yaklaşımı göstermesi için önemli fakat kapsamı genişletilmelidir.

vi. Sıkı maliye politikası ile (dolaylı vergilerin artırılması, personel alımının sınırlandırılması, önemli harcamaların kesilmesi gibi) sosyal ve verimli harcamaları kısmak ve finansmanını da dolaylı vergiler yoluyla sıradan insanlara yükleyen bir yaklaşımdan vazgeçilmeli. Enflasyondan büyük oranda bu kesim zarar görürken, enflasyonu önlemek için tekrardan bu insanlara ikinci bir zararın verilmesi ahlaki olmadığı gibi, hayatlarını zorlayarak çalışma motivasyonlarını da azaltmaktadır.

Enflasyon özü itibariye sınıfsal bir vergidir, yani bundan en fazla zararı çalışanlar görür. Firmaların hem fiyatları hem de ücretleri belirlediği bir piyasa yapısı içinde, ikili bir sıkıştırmaya tabii tutuluyorlar. Bu yüzden, kemer sıkmanın aktör heterojenliğini dikkate alması gerekir. Bu yüzden,

  1. Varlıklı grupların vergilendirilmesi gerekir. Bunun için de çok defa tekrar ettiğim gibi, servet vergisi getirilmelidir, en azından dayanışma fonu adı altında geçici ve belirli bir serveti olanlardan (somutlaştırmak açısından 10 milyon dolar üstü olanlardan) %3 civarında bir vergi toplanmalıdır
  2. Gelir vergisinin en üst diliminin gelir aralığı yükseltilmeli ve uygulanan %40 vergi oranı, örneğin %45-50 bandına çekilmelidir.
  3. İstisnalar-muafiyetler büyük oranda kaldırılmalı, vergi vermeyen milyonlarca şirkete dönük denetimler artırılmalı. Vergi denetmen sayısını kısmak yerine, bunu artırarak vergi toplamanın hem daha rasyonel ve adil olacağı çok açık.
  4. Özellikle konut arzını kısa dönemde artırmak için boş-ev vergisi konabilir.
  5. Tüm toplumu rahatsız eden israflar, kaynak kullanımındaki yetersizlikler ve suiistimaller, KÖİ’ler üzerinden aktarılan kamu kaynaklarının sınırlandırılması gibi çok sayıda kamusal kaynak kullanımında etkinlik ve adalet sağlanabilir

Tüm bunları yapmak için yeterince meşru zemin var, kriz dönemleri bu türden vergi ve etkin tasarruf kararlarını vermek ve uygulamak için yeterince iktisadi ve ahlaki gerekçeler sunmaktadır. Sonuçta insanlar aynı pantolonu giymiyorlar, farklı pantolonlar ve farklı kemerler var. Buna göre de farklı politikalar geliştirilmeli.

vii. Daha geniş anlamda arz kısıtlarını hafifletmek için ciddi tedbirler alınmalı. Örneğin, Amerika’da Ağustos 2022 yılında devreye giren Enflasyonu İndirme Yasası (Inflation Reduction Act-IRA) teknolojik yeniliği sağlamak (enerji güvenliği ve iklim değişikliği) için büyük yatırımları teşvik etme için yatırım paketi ilan edildi. Yasa, temiz enerji ve üretim sektörlerinde büyük yatırımları teşvik ederek, ekonomik büyümeyi desteklemeyi ve uzun vadede enflasyonu düşürmeyi amaçlıyordu. ABD’de dahi enflasyonun uzun dönemli bir arz meselesi olduğu kabul ediliyor bu anlamda. Bu yüzden de, zamana yayılacak bir şekilde üretimi artırmak ve teşvik etmek en önemli politikalardan biridir. Örneğin, gıda fiyatları yıllık bazda dünya düzeyinde %2 düşerken, Türkiye’de gıda fiyat artışlarının %60 civarında olması bunun bir üretim sorunu olduğunu çok net şekilde göstermektedir. Bu yüzden de, tarımsal üretimde tüccar tekelleşmesini, stok yönetimini, çiftinin daha etkin finansmanı ve aradaki zincirlerin kırılması için yeterli önlemler alınmalıdır. Kamunun bu dönemde dahi yatırımları teşvik etmesinin uzun dönemde deflasyonist etkileri olacağı gibi, verimliliği ve istihdama da katkısı olacaktır.

viii. Kar enflasyonunun temel dinamikleri medyada ve kamu platformlarında daha fazla tartışılmalıdır. Bu, sadece firma açgözlülüğüne dair bir ifşa yöntemi değildir, piyasa tekelleşmesinin ve büyük firmaların geniş etkinlik alanlarının daha net ortaya konmasıdır. Rekabeti artıracak, zımni anlaşmaları kontrol edecek ve denetimi artıracak uygulamaları genişletecek bir kamuoyu oluşturmak için de gereklidir. Rekabet kurumu bu konularda oldukça pasif bir görüntü veriyor.

Diğer yandan, firmaların aşırı kar motivasyonun aynı zamanda para politikasının çalışma etkinliğini de azalttığını belirtmek gerekir çünkü firmalar artan kredi maliyetlerini (kullanmasalar bile) bahane edip fiyatları artıyorlar. Mevcut enflayonist ortamda firmaların genele yayılan her maliyet artışını karlarını daha fazla artırmak için kullandıklarını ve bunun da daha fazla enflasyon anlamına geldiği görülmeli. Dolayısıyla bu da “para politikası çalışmıyor, talep dizginlenemiyor” gibi bir görüntü oluşturuyor. Bunun sonucu olarak da, medyada daha fazla faiz yükseltme gibi taleplerin dolaşmasına imkan veriyor.

ix. Döviz kurundaki değişimler kontrol altında tutulmalıdır. Bu hem ithalat kanalı üzerinden gelen enflasyonist etkiyi hem de tekelci firmaların maliyet-kaynaklı fiyat yükseltme gerekçesini önlemek için gereklidir. Türkiye’de enflasyon büyük oranda maliyetin gerekçe olarak kullanıldığı kar kaynaklı bir enflasyondur, bu maliyet-itişli-kar yönetimli enflasyondur (cost-push-profti-led inflation). Fakat döviz kuru kontrolünün cari açığı artırma gibi bir yan etkisi olsa da, bunun bu süreçte iç talepteki kısmi düşüş ile dengeleneceğini düşünüyorum.

Diğer yandan, ihracatçıların yoğun olarak kullandıkları “değerlenen TL” iddiasının oldukça zayıf ve zararlı bir argüman olduğunu belirtmeliyim. İhracatçılar dövizin TL değerini maksimize etmeye çalışıyorlar, yani sahip oldukları döviz ile daha fazla TL almaya çalışıyorlar. İhraç fiyatları döviz cinsinden olduğundan döviz kurundan çok da etkilenmezler. Dahası, döviz kurunu kontrol etmek ihracatçıları ürün kalitesini iyileştirmek ve disiplinize etmek açısından da bir işleve sahip olabilir.

Diğer yandan, ihracatçı firmaların iç ve dış fiyatlarında ciddi ayrımlar olduğunu gözlemliyoruz. Genelde dış fiyat (ihracat fiyatı) iç fiyattan daha düşüktür. Her iki ülkenin rekabetçi düzeylerinin farklı olmasından faydalanıyorlar. Bu gibi durumlarda iç ve dış fiyatları yakınlaştırmak için firmalara yaptırımlar uygulanmalıdır. Çünkü ihracatçı firmaların bu türden sadece döviz kazancı elde etmeye yönelik fiyatlandırma davranışları üretimin iç arzının kısılmasına neden oluyor, bunun da enflasyonist olduğunu düşünüyorum.

Yine burada diğer bir kritik nokta sermaye akımlarının döviz kuru ve enflasyon ilişkisi üzerine etkisidir. Sermaye akımları girişleri döviz kurunu baskılayarak başlangıçta deflasyonist bir etki gösterir, fakat bu zamanla cari açık üzerinden oluşan krizlerle birlikte enflasyonist etki olarak geri döner. Bu yüzden de, sermaye akımlarının uygun ekonomik koşullara ulaşıldığında sınırlandırılması uzun dönemde enflasyonu kontrol etmek açısından da gereklidir. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, şu anki enflasyonist süreç sonraki olası enflasyon süreçlerinin temel dinamiklerini zayıflatacak tedbirler almak için de önemli bir fırsattır.

x. Başka ülkelerde izlenen faiz politikaları ve arz yönlü dezenflasyonist süreçler daha fazla incelenmelidir. Bu enflasyonist süreçlerin arz tarafını görmek açısından da önemlidir. Örneğin, 2024 yılı içinde ABD’de de enflasyon düşmeye başladı. Fakat bunun ne kadarının Fed’in izlediği yüksek faiz politikası, ne kadarının arz tarafındaki sorunların zamanla çözülmesi ile ilgili olduğu anlaşılmalıdır. Bence her ikisinin farklı ağırlıklarda rolleri oldu. Fakat özellikle pandemi sonrası tedarik zincirlerindeki bozulmanın giderilmesi oldukça etkili oldu. Bu durum fiyatlandırma davranışını daha stabilize hale getirdi. Fakat faiz politikası da makro düzeyde bir kontrol algısı yarattı, beklentileri yönetti ve kısmen de kredi kanalı ile talebi dizginledi. Bu yüzden, enflasyon düşerken talep çok kısılmadığı gibi, arz sorunları üretimin yeniden artması ile birlikte giderildi. Bu da resesyona girilmeden ve işsizlik artmadan enflasyonun çözülmesini kolaylaştırdı. Yani faiz politikasının enflasyonu indirmede kısmen etkisi olsa da bunu abartmamakta fayda var.

1970’lerin sonundan itibaren ABD’de Fed Başkanı P. Volcker’in bazılarının büyük bir başarı olarak gösterdiği dezenflasyonist politikası bugünden bakıldığında ciddi hatalar içerdiğini belirtmek gerekir. 1970’lerin sonunda oluşan enflasyon ciddi anlamda bir arz sorunuydu (petrol fiyatlarındaki aşırı yükselme). Fakat dönemin para politika formasyonu bunu talep yönlü bir problem olarak gördü ve izlenen yüksek faiz politikasının maliyeti çok ağır oldu. Ülkeyi 1930’lardan sonraki en kötü resesyona sürükledi, işsizlik oranını %10’lar düzeyine getirdi. Enflasyonu da ancak üç yıl gibi bir sürede %15 düzeyinden %3’e indirebildi. İnsanlar tüketici kredisi ile aldıkları arabaların anahtarlarını Volcker’a gönderiyorlardı. Fed Başkanı sendikaların güçlü olduğu bir Avrupa’da bunu yapamazdı. Bu türden bir para politikasının izlenmesi için toplumsal direnç noktaların zayıflaması gerekir, emek bunlardan biridir.

xi. Enflasyonu indirme programın temel perspektifi insanların genel refahı olmalıdır ve diğer tüm politikalar bu eksen etrafında şekillenmelidir. Bu anlamıyla, finansal istikrar elbette de gereklidir çünkü düşük faiz politikası tüm fiyatları alt-üst etti. Ama başta çalışanların, emeklilerin ve yoksulların ücretlerini/gelirlerini nispi anlamda geride bırakmak yapılabilecek en büyük haksızlık olur. Talep dengelenmesinin anlamı, çoğunluğun talebini baskılamak; fiyat yapışkanlığının anlamı firmaların fahiş karlarını sürdürmelerine imkan vermek veya cari açığı dengelemek ihracatçılara kamu fonlarından veya döviz kuru üzerinden transfer gerçekleştirmek olmamalıdır.

Mevcut iktidar hem politik hem de iktisadi olarak oldukça sıkışmış durumdadır ve programdan geri dönüşün maliyetinin daha yüksek olacağı bir patikaya girdi. Yaptığı hataların bedelini geleneksel/ortodoks iktisadi politikalarla çözmeye çalışıyor. Bu tercihte birkaç faktörün etkili olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birincisi, sermayeyi ürkütmeme perspektifi; bu yüzden vergilendirme, firma denetimi ve arz yönlü çözümler oldukça sınırlı kalmaktadır. İkincisi, bir sonraki seçim için yeterince vakit olduğu düşüncesidir. Bir sonraki seçime kadar halkın çektiği sorunların çözüleceği umudunu taşımaları. Üçüncüsü, bu politikadan çıkışın kendilerince alternatifinin olmaması düşüncesi, eğer bu politikadan çıkıp önceki politikalara dönmeleri durumunda sorunun daha de derinleşeceğini düşünmeleri. Önceki durumdan farklı olarak özellikle dış sermaye çıkışına da imkan veren bir yapı oluştuğundan sistem daha kırılgan hale geldi. Bu yüzden, mevcut programa siyasi olarak çok daha bağımlı haldeler. Dördüncüsü, dezenflasyonist sürecin simetrik olacağını varsaymalarıdır. Yani enflasyonu indirmek için oluşabilecek bir resesyonun (işyerlerin kapanması ve yüksek bir işsizliğin) enflasyon problemi çözüldükten sonra tekrardan eski haline geri döneceğini düşünmeleri. Oysa emek ve üretim süreçleri bu kadar kolay dengeye varmazlar. Varsalar bile bu zaman diliminde çok sayıda insanın işsiz kalması, işyerlerinin kapanması, yeniden iş bulmanın zorluklarını ve süreçteki sosyal maliyetleri dikkate almamak olur. Bu süreç sanıldığı gibi, gidenlerin aynı yoldan kolayca geri geleceği bir süreç değildir.

Sonuç olarak, para politikasına bu kadar yapışıp kalmanın daha yapısal önlemlerin alınmasına da engel teşkil ettiğini belirtmek isterim. Bu yüzden, Türkiye’de de faiz oranlarının çok yüksek tutulması ve diğer arz yönlü tedbirlerin alınmaması durumunda ülkeyi ciddi anlamda sosyal ve iktisadi maliyeti çok yüksek bir süreç bekliyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi
SON YAZILAR