Trump tarifelerinin ekonomi politiği-I

ENSAR YILMAZ

ABD Başkanı Donald Trump’ın 2 Nisan 2025 tarihinde çok sayıda ülkeye farklı düzeylerde ilan ettiği gümrük vergileri dünya genelinde ciddi bir yankı uyandırdı. Trump’ın izlediği gümrük vergisi politikalarının niteliği tartışılabilir, fakat ülkenin dış ticaret açığının ciddi bir problem olduğu çok açık. ABD, 1975 yılından bu yana kesintisiz olarak dış ticaret açığı vermektedir. 2023 yılı itibarıyla bu açık 1.1 trilyon dolar seviyesine ulaşarak tarihi bir rekor kırdı. Bu yüzden, bu sorunun gümrük vergileri ile çözülebilir olup olmadığına bakmadan önce, sorunun temel nedenlerine sistematik olarak bakmakta fayda var. Bu bize gümrük vergileri ile birlikte diğer optimal çözümler için de yol gösterebilir.

ABD açısından dış ticaret açığının yapısal bir soruna dönüşmesinin temel nedenleri var. Bunlar sırasıyla: (i) ülkelerin üretim yapıları (ii) ABD üretiminin yurtdışına kayması (off-shoring) (iii) ABD’nin sektörel yapısı (iv) ülkelerin tüketim düzeyi ve gelir dağılımı problemi (v) doların rezerv para olması ve son olarak (vi) politika yapıcıların tercihleri ve uluslararası şirketlerin rolü. Bunları şimdi sırasıyla açıklayalım.

  1. Ülkelerin üretim yapısı

Uzun süredir küresel ekonomide, ABD ile sürekli yüksek ticaret fazlası veren ülkelerin oluşturduğu bir global dengesizlik (global imbalances) yapısı mevcuttur. Çin, Almanya, Japonya, Tayvan ve Güney Kore gibi ülkeler, ihracata dayalı büyüme stratejisi izleyerek bu fazlaları elde etmektedir. Ortak noktaları; yüksek katma değerli üretim (örneğin otomotiv, elektronik, yarı iletkenler), rekabetçi döviz kuru ve devlet destekli ihracat politikaları, küresel tedarik zincirlerindeki stratejik konumları ve doğrudan yatırımlarla teknoloji transferini teşvik etmeleridir.

Bu büyüme modeli kendiliğinden ortaya çıkmış doğal bir süreç değil; aksine, başka ülkelerin—özellikle ABD’nin—benimsediği büyüme modelinin bir yan ürünü olarak şekillenmiştir. Başka bir deyişle, bu yapıyı mümkün kılan şey yalnızca iç dinamikler değil, küresel sistemdeki güç dengeleri ve karşılıklı bağımlılıklar tarafından teşvik edilen bir düzendir.

ABD ve İngiltere gibi küresel merkez ekonomiler, büyümelerini büyük ölçüde borçlanma yoluyla yönlendirilen tüketim odaklı stratejilerle sürdürmüşlerdir. Benzer biçimde, Avrupa Birliği içinde Yunanistan, İrlanda, Portekiz ve İspanya gibi çevre ülkeler de yüksek düzeyde dış borçlanmaya dayalı büyüme modellerini benimsemiş ve bu sayede kısa vadeli ekonomik genişleme sağlanmışlardır. Buna karşın, Almanya ve Japonya gibi merkez ekonomiler, ve Çin gibi yükselen ancak sistemin çevresinden gelen aktörler, büyümelerini daha çok ihracata dayalı üretim yapıları üzerinden inşa etmiş, bu doğrultuda da sürekli dış ticaret fazlası verme hedefli sanayi ve kur politikaları izlemişlerdir.

Bu dış ticaret fazlaları, söz konusu ülkelerin dış finansman ihtiyaçlarını azaltarak büyüme süreçleri üzerindeki mali baskıyı hafifletmiş, aynı zamanda makroekonomik istikrarlarını güçlendirmiştir. Ancak tüm bu stratejiler bir araya geldiğinde, neoliberal küreselleşme süreci, sistemin farklı coğrafyalarında uygulanan bu çelişkili modellerin etkisiyle küresel ölçekte ciddi ekonomik dengesizlikler üretmiştir. Borca dayalı tüketim ve ihracat odaklı üretim arasında kurulan bu denge, uzun vadede hem mali krizleri tetikleyen yapısal kırılganlıkları derinleştirmiş, hem de ülkeler arası ekonomik eşitsizlikleri daha da keskinleştirmiştir.

Diğer yandan, özellikle Çin’in global üretim ağına dahil olmasıyla üretim kapasitesi oldukça genişledi. Bu hem diğer ülke üretim kapasitelerini sınırlandırırken, hem de bu ülkelerin üretim kapasitelerinin gereğinden fazla büyümesine neden oldu. Bu yanıyla, dünya genelinde, otomotiv sektörü başta olmak üzere pek çok sanayi kolunda giderek büyüyen bir atıl kapasite sorunu yaşanıyor. Örneğin, Çin mevcut üretim kapasitesini tam kapasiteyle kullanacak olsa, teorik olarak Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya'nın toplam otomobil üretimine ihtiyaç kalmayacak kadar yüksek bir üretim potansiyeline ulaşabilir. Bu durum, hem küresel rekabetin yapısını, hem de sanayi politikalarının sürdürülebilirliğini ciddi şekilde sorgulatıyor.

  1. ABD firmalarının yurtdışı üretimleri (offshoring)

Yukarıda bahsettiğim üretim ilişkilerinin daha da genişlemesi ve yerleşik hale gelmesinin ve hatta bugünkü gümrük vergilerini gündeme taşıyan en önemli unsurlardan birine dönüşmesinin en önemli sebeplerinden biri gelişmiş ülkelerin üretimlerini düşük maliyetli üretim yapan ülkelere kaydırmasıdır.

Küresel üretim ve ticaretteki dönüşüm, gelişmiş ülkelerde imalat sektörünün küçülmesine ve üretimin düşük maliyetli ülkelere kaymasına yol açmıştır. Bu sürecin temelinde, işgücü maliyetlerindeki farklar ve çok uluslu şirketlerin vergi stratejileri yer almaktadır. Örneğin Çin’de saatlik işgücü maliyeti 6 dolar iken, ABD’de bu rakam 30 dolardır. Bu fark, emek yoğun sektörlerde maliyet avantajı yaratırken, firmalar vergi yüklerini de azaltmak amacıyla karlarını düşük vergili ülkelere yönlendirmektedir. Örneğin, Apple gibi şirketler, İrlanda gibi düşük vergi bölgelerinde merkezler kurarak bu tür “vergi arbitrajı” uygulamaktadır.

Bu gelişmeler sonucunda, ABD’de imalat sanayinin GSYİH içindeki payı 1970’lerdeki %25 seviyesinden 2023’te %10’a düşmüştür. Üretimin bu şekilde coğrafi olarak yeniden dağılımı, gelişmiş ekonomilerin hizmet sektörüne kaymasına yol açmıştır. Ancak bu dönüşüm, aynı zamanda işsizlik, bölgesel eşitsizlik ve orta sınıfın gerilemesi gibi sosyal sorunlar da yaratmıştır. Bu nedenle küresel üretim kayması, sadece ekonomik değil, aynı zamanda politik ve toplumsal sonuçlar doğuran bir süreçtir. Bu bağlamda, göçmen meseleleri de giderek daha politik bir karakter kazanmıştır. Gümrük vergileri ile göçmen karşıtlığının yan yana gelmesi bu anlamda tesadüf değildir.

Burada şunu da ifade etmekte fayda var. Üretimin bu türden bir yeniden coğrafik konumlanması eğer geleneksel sanayi ürünleri ile sınırlı kalsaydı bugünkü gümrük vergilerini daha az konuşurduk. Çin’in özellikle yabancı doğrudan yatırımlara teknoloji transferi şart koşan uygulamaları zaman içinde yüksek teknolojili ürünler üretmesini kolaylaşmıştır. Asıl dikkat çeken unsurun Çin’in bu ileri teknoloji atağıdır.

Çin’in dış ticaret yapısında kritik ve çoğu zaman göz ardı edilen unsur, yabancı sermayeli şirketlerin oynadığı merkezi roldür. Japonya, Güney Kore ve Tayvan gibi Doğu Asya ekonomilerinde ihracat büyük ölçüde yerli firmalar tarafından gerçekleştirilirken, Çin’in ihracat modeli bu ülkelerden önemli ölçüde farklılaşmıştır. ABD’nin askeri ittifak yapısının bir parçası olan Japonya, Güney Kore ve Tayvan firmaları ABD pazarına kolay erişim sağlarken diğer ülkelere aynı kolaylıklar sunulmadı. Çin’in böyle bir anlaşma yapma şansı yoktu; ABD egemenliğindeki küresel ticaret sistemine kabul edilmenin bedeli olarak, Çin’in yabancı şirketlere önemli düzeyde piyasa erişimi sunması gerekiyordu. Bu yüzden, 1990’ların başından itibaren Çin’in ihracatının en az üçte biri yabancı sermayeli şirketler tarafından gerçekleştirilmiş, bu oran 2005 yılında %58 ile zirveye ulaşmıştır. Daha da çarpıcı olanı, Çin hükümeti tarafından yüksek teknoloji olarak sınıflandırılan ihracat kalemlerinde yabancı şirketlerin payının 2000'li yıllar boyunca %80’in üzerinde seyretmiş olmasıdır. Bugün bile bu oran yaklaşık dörtte üç düzeyindedir. Thomas Palley’in tespitine göre de, Çin’in toplam ihracatının %50’den fazlası tamamen yabancı sermayeli firmalar, ve %76’dan fazlası yabancı sermayeli veya ortak girişim firmaları tarafından üretilmektedir.

Bu yapının birkaç önemli sonucu vardır. Her şeyden önce, Çin üzerinden gerçekleşen ihracat faaliyetleriyle yaratılan yüksek kârların önemli bir kısmı yeniden gelişmiş ülkelere geri akmaktadır. Bu da, özellikle ABD gibi ülkelerin dış ticaret açıklarını dengelemesine yardımcı olmakta, yani dış ticaret açığı büyüse bile, bu açığın bir kısmı doğrudan yatırım gelirleri ile cari açığı dengelemektedir. Ancak bu durum uzun vadede yapısal bir çelişkiyi de beraberinde getirmektedir. Yabancı şirketlerin Çin’de üretim yaparak kendi ülkelerine kâr transferi sağlamaları, çok uluslu firmaların lehine olsa da, üretimin ve katma değerin kendi ülke sınırları dışında oluşması, özellikle ABD gibi gelişmiş ekonomiler açısından istihdam, teknoloji yayılımı, tedarik güvenliği ve stratejik üretim kapasitesi gibi hayati kazanımlardan mahrum kalınması anlamına gelmektedir. Böylece, uluslararası değer zincirleri üzerinden elde edilen kârlar, ABD'nin üretim altyapısının ve sanayi tabanının zayıflaması pahasına gerçekleşmektedir.

  1. Üretimin sektörel yapısı

ABD ekonomisinin küresel düzeydeki rekabet gücü yalnızca sanayi üretimine değil, aynı zamanda hizmet sektöründeki karşılaştırmalı üstünlüğüne dayanır. Özellikle finans, teknoloji ve yükseköğretim gibi stratejik alanlarda ABD, büyük bir hizmet ihracatı potansiyeline sahiptir. Bu durum, ABD’nin dış ticaretindeki "gizli silahı" olarak değerlendirilebilir.

Finans sektörü bu üstünlüğün en belirgin örneklerinden biridir. New York merkezli Wall Street, küresel sermayenin akış merkezi konumundadır. ABD sermaye piyasalarının derinliği, güvenilirliği ve likiditesi, dünya genelinden yatırımcıları çekmekte ve ülkeye sürekli bir finansal kaynak girişi sağlamaktadır.

Yüksek teknoloji sektörü de ABD’nin küresel hizmet ihracatında başı çeken alanlardan biridir. Google, Meta, Microsoft gibi teknoloji devleri, dijital hizmetleriyle dünya çapında milyarlarca kullanıcıya ulaşmakta ve büyük ölçekli gelirler elde etmektedir. Bu firmaların yazılım, bulut bilişim, reklamcılık ve dijital platform hizmetleri, hizmet ihracatının önemli bir bölümünü oluşturur. Eğitim sektörü ise genellikle göz ardı edilse de ABD için stratejik bir hizmet ihracatı kalemidir. Ülke, dünya genelinden yüz binlerce uluslararası öğrenciye ev sahipliği yapmaktadır. 2023 yılı itibarıyla yabancı öğrencilerin ABD ekonomisine katkısı 45 milyar doları bulmuştur. Bu gelir, yalnızca üniversite harçlarıyla sınırlı kalmayıp, konaklama, ulaşım ve yaşam giderleri gibi yan sektörlere de yayılmaktadır.

Bu dinamik yapı, ABD’nin küresel hizmetler ekonomisindeki lider konumunu pekiştirmekte ve dış ticaret dengesinin sürdürülebilirliğine önemli katkı sunmaktadır. 2023 yılı itibarıyla ABD toplam 926 milyar dolarlık hizmet ihracatı gerçekleştirmiş, buna karşılık daha sınırlı düzeyde hizmet ithalatı yaparak bu kalem üzerinden 249 milyar dolarlık net dış ticaret fazlası elde etmiştir. Bu fazla, özellikle finansal hizmetler, bilgi ve iletişim teknolojileri, telif hakları, yazılım lisanslaması, danışmanlık ve yükseköğretim gibi yüksek katma değerli sektörlerdeki rekabet gücü sayesinde oluşmuştur.

  1. Tüketim yapısı

Yukarıda ifade edilen büyüme stratejilerinin bir sonucu olarak ABD ekonomisi tüketim ağırlıklı bir ekonomiye dönüşmüştür. Yani bu sürecin yalnızca arz yönlü değil, aynı zamanda talep yönlü bir boyutu da bulunmaktadır. Büyüme stratejileri arasındaki farklılıklar, tüketim kalıpları üzerinde de belirgin etkiler yaratmıştır. Borç temelli büyüme stratejisi izleyen ülkelerde, ulusal gelirden tüketime ayrılan pay yükselmiş ve buna paralel olarak hanehalkı borçlanması da önemli ölçüde artmıştır. Buna karşılık, ihracata dayalı büyüme modelini benimseyen ekonomilerde tüketim oranı düşerken, tasarruf eğilimi ve dış ticaret fazlası artış göstermiştir.

ABD'de tüketim düzeyleri oldukça yüksekken, Çin gibi Asya ülkelerinde oldukça düşüktür. ABD’de tüketimin milli gelirdeki payı %70’e yaklaşırken, bu oran Çin’de bir dönem %35 civarına kadar inmiş, son yıllarda biraz artmıştır. 2023 itibarıyla ABD’de hanehalkı tasarruf oranı %3,5 iken, Euro Bölgesi’nde %12, Çin’de ise %45’in üzerindedir. Düşük tasarruf eğilimi, ithal ürünlere olan talebi artırmaktadır. Ortalama bir Amerikalı, her 4 yılda bir telefon, 8 yılda bir otomobil değiştirirken, giyim ürünlerini yılda bir yenilemektedir. Bu alışkanlıklar, özellikle Çin ve Asya’dan gelen ucuz ürünlere yönelik sürekli bir talep yaratmaktadır. Elektronik ürünlerin %90’ı, dayanıklı tüketim mallarının %65’i ve perakende ürünlerinin %70’i ithal kaynaklıdır.

Bu strateji, ülkelerin dış ticaret fazlalarını ve dolar rezervlerini artırmış, bu rezervler ABD tahvillerine yatırılarak faizlerin düşük kalmasını sağlamıştır. Düşük faizler, borçlanmayı ucuzlatıp tüketimi ve borçla büyümeyi teşvik ederek, ihracatçı ülkelerle borçlu ekonomiler arasında karşılıklı beslenen bir döngü yaratmıştır. Sonuçta, artan döviz rezervleri küresel dengesizliklerin hem nedeni hem de sonucu haline gelmiştir.

Diğer yandan, Fed’in faiz politikaları dahi, mevcut tüketim yapısı altında çoğu zaman beklenenin dışında sonuçlar doğurmaktadır. Örneğin 2023’te enflasyonu kontrol altına almak için yapılan faiz artışları, ABD varlıklarını cazip hale getirerek küresel sermayeyi ülkeye çekmiş, bu da doların değer kazanmasına yol açmıştır. Güçlü dolar, ithalatı ucuzlatırken, ihracatı pahalı hale getirerek dış ticaret dengesini bozmuştur. Öte yandan, düşük faiz dönemlerinde ise borçlanma maliyetleri düşmekte, bu da tüketim ve ithalatı artırmaktadır. Böylece hem düşük faiz–ucuz borç, hem de yüksek faiz–güçlü dolar döngüleri, farklı yollarla da olsa ABD’nin tüketim ve dış açık odaklı ekonomik yapısını sürdürmesine neden olmaktadır. Bu tablo, borca dayalı büyüme modelinden çıkışın ne kadar yapısal ve zorlayıcı olduğunu ortaya koymaktadır.

  1. Doların rezerv para olması

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin artan ekonomik ve siyasal gücüne paralel olarak ABD doları, küresel rezerv para birimi haline geldi. Bu gelişme, ABD’ye uluslararası ekonomik düzende asimetrik bir güç kazandırdı ve küresel finansal sistemde benzersiz ayrıcalıklar elde etmesini sağladı. En dikkat çekici avantajlardan biri ise, ABD'nin küresel ticaret açığını sadece kendi ulusal parasını ihraç ederek finanse edebilmesidir. Doların rezerv para olma işlevi, ABD'nin dış ticaret politikalarında belirli bir rahatlık içinde hareket etmesine de yol açtı. Diğer ülkeler dış ticaret açıklarını finanse etme konusunda ciddi politika tedbirleri almak zorundayken, ABD, büyük ölçekli ticaret açıklarına rağmen benzer bir baskıyı hissetmedi. Bu durum, küresel finansal mimarideki dengesizliklerin temel kaynaklarından biridir.

ABD’nin küresel ekonomik üstünlüğünün temel taşlarından biri olan dolar sistemi, birçok ülkeyi "dolar tuzağı"na itmektedir. Uluslararası ticaretin büyük ölçüde dolar üzerinden yapılması, ülkelerin döviz rezervlerinde büyük miktarda dolar biriktirmelerine neden olmaktadır. Ancak bu rezervlerin değerlendirilmesi için güvenli liman arayışı, ülkeleri tekrar ABD tahvillerine yatırım yapmaya zorlamaktadır. Böylece, ABD hem para basarak küresel ticarette pozisyonunu korumakta hem de diğer ülkelerin birikimlerini kendi finansman aracı olarak kullanmaktadır. Bu karşılıklı ekonomik ilişki, Asya'nın tasarruf fazlası ile ABD'nin tüketim ve açık finansmanı arasında simbiyotik bir bağımlılık yaratmaktadır. Asya ekonomilerinin biriktirdiği döviz rezervleri, ABD'nin sürdürülebilir şekilde açık vermesine olanak tanırken, bu durum aynı zamanda küresel ekonominin istikrarı açısından önemli riskler de barındırmaktadır.

1997 yılında yaşanan Asya kriziyle birlikte, bölge ülkeleri ekonomik kırılganlıklarını azaltmak amacıyla merkez bankalarında daha fazla döviz rezervi tutmaya başladılar. Bu eğilim, dış ticaret fazlası vererek rezerv biriktirme stratejisiyle desteklenmiştir. Söz konusu durum, uluslararası finansal sistemin, yerel para birimleriyle ticaret yapma kapasitesi sınırlı olan ekonomileri, döviz kurlarında istikrarı sağlamak ve genel ekonomik dengeyi koruyabilmek adına aşırı düzeyde döviz rezervi biriktirmeye zorladığını göstermektedir. Bu durum Türkiye için de geçerlidir.

Doların rezerv para statüsü, özellikle küresel kriz dönemlerinde daha görünür hale gelmektedir. Örneğin, 2008 finansal krizi ABD’de başlamış olmasına rağmen, yatırımcıların güvenli liman arayışı nedeniyle dolar talebi artmış, doların değeri yükselmiştir. Bu durum, krizlerin merkezindeki bir ülkenin para biriminin değer kazanması gibi sıra dışı bir sonucu beraberinde getirmiş; doların uluslararası sistemdeki ayrıcalıklı konumunu açıkça ortaya koymuştur. Ancak, 2025’te uygulanan yaygın gümrük tarifeleri, bu ayrıcalıklı konuma dair bazı şüphelerin derinleşmesine yol açmıştır. ABD 10 yıllık tahvillerine talebin azalması, faizlerin yükselmesi ve doların değer kaybı bu kaygıları yansıtmaktadır. Bu gelişmeler, BRICS ülkeleri gibi blokların ortak para arayışlarını da hızlandırabilir.

Burada özellikle vurgulanması gereken bir diğer nokta da, doların küresel rezerv para statüsünün sağladığı avantajlara rağmen, ABD’nin kendi parasının değerini bilinçli biçimde düşürme kapasitesinin giderek kısıtlandığıdır. Doların rezerv para olması, küresel likidite ihtiyacının neredeyse otomatik olarak ABD para birimine yönelmesine neden olmakta; bu da, özellikle kriz dönemlerinde dolar talebinin artmasına ve doların değer kazanmasına yol açmaktadır. Böylece, ABD’nin döviz kuru üzerinden uygulamaya çalıştığı genişlemeci politikaların etkisi zayıflamakta, para politikası üzerindeki egemenliği paradoksal biçimde daralmaktadır. Bu çerçevede, 2 Nisan 2025'deki yaygın gümrük tarifelerinin sadece ticareti kısıtlayıcı değil, aynı zamanda doların değerini hedef alan stratejik bir araç olarak da değerlendiren görüşler ileri sürüldü. Yani doları zayıflatmak artık doğrudan para politikasıyla değil, jeopolitik ve ticaret politikası manevralarıyla dolaylı olarak gerçekleştirilen bir hamle gibi görülmektedir.

  1. Global dengesizliklerde politika yapıcıların rolü

Son kırk yılda yaşanan küresel dengesizliklerin arkasında, eş zamanlı iki iktisadi dönüşüm bulunmaktadır. Bunlardan ilki, 1980'lerde ABD ve İngiltere'de uygulamaya konan neoliberal politikalarla kamunun ekonomideki rolünün daraltılması, özelleştirmelerin artması ve dış ticaretin serbestleştirilmesidir. Bu yaklaşım, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar aracılığıyla diğer ülkelere de empoze edilmiştir. İkinci dönüşüm ise, Çin’in 1978 sonrası başlattığı reform ve dışa açılma süreciyle planlı ekonomiden piyasa mekanizmasına geçişidir. Bu iki süreç, küresel ticaret hacmini artırmış, sermaye hareketlerini hızlandırmış ve ekonomik küreselleşmeyi derinleştirmiştir.

Küresel dengesizlikler sorununu anlayabilmek için, yalnızca ekonomik dinamikleri değil, aynı zamanda politika yapıcıların bu dengesizlikleri neden kabul ettiklerini de analiz etmek gerekir. Bu bağlamda, politika yapıcıların küresel dengesizliklere bakış açısı, sorunun anlaşılmasında kritik bir rol oynamaktadır. 1980 öncesi dönemde, politika yapıcılar ağırlıklı olarak Keynesyen görüşlerle hareket etmekteydi ve bu nedenle dış ticaret açıklarına karşı temkinli bir yaklaşım benimsemişlerdi. Ancak 1980’lerden itibaren liberal Yeni Klasik iktisadi düşüncelerin yükselişe geçmesi ve Keynesyen politikaların etkisini yitirmesiyle birlikte, politika yapıcıların öncelikleri değişmiştir. Bu dönemde işsizlikten ziyade enflasyonla mücadele ön plana çıkmış; ticaretin enflasyon baskılarını azaltıcı etkisi nedeniyle dış açıklar artık bir tehdit olarak görülmemeye başlanmıştır.

Aynı zamanda, 1980’lerde dış ticaret üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması, büyük ölçekli uluslararası şirketlerin de önemli ölçüde fayda sağladığı bir gelişme oldu. Bu şirketler, küresel ticaret serbestisinin, sendikaların pazarlık gücünü sınırlandırarak işgücü maliyetlerini düşürmenin bir yolu olarak gördüler. 1990’larla birlikte ise ABD merkezli çok uluslu şirketler ya üretim girdilerini daha ucuza temin etmiş ya da üretimlerini doğrudan yükselen piyasa ekonomilerine kaydırarak bu ürünleri ABD’ye geri ihraç etmeye başlamışlardır. Bu gelişmelerin sonucunda, hem politika yapıcılar hem de büyük sermaye ticareti artık maliyetler ve ücretler perspektifinden görmeye başladılar. Böylece, küresel ticaretteki yapısal dengesizliklerin görmezden gelinmesi ya da tolere edilmesi, hem ideolojik değişimlerin hem de ekonomik çıkarların bir bileşimi olarak ortaya çıktı.

Diğer yandan, gelişmekte olan ülkeler ise, artan pazar erişimi, doğrudan yabancı yatırımlar ve dış ticaret fazlaları sayesinde bu yapıya uyum sağlamıştır. IMF ve Dünya Bankası’nın baskısıyla korumacı politikalar terk edilmiş, deregülasyonla sermaye akımlarının önü açılmıştır. Sonuç olarak, bu ülkeler küresel sistemin parçası haline gelmiş, ancak bu süreç, yapısal dış dengesizliklerin kalıcılaşmasına da neden olmuştur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
ENSAR YILMAZ Arşivi