ENSAR YILMAZ
Trump tarifelerinin ekonomi politiği-II
ENSAR YILMAZ
Bu bölümde Trump gümrük vergilerinin olası etkileri ve global dengesizliklere dönük çözüm önerileri üzerinde duracağız.
Trump gümrük vergilerinin olası etkileri
(i) Enflasyon: Trump yönetiminin yeniden gündeme taşıdığı yüksek gümrük vergileri politikası, ABD’de üretim maliyetlerini artırarak tüketici fiyatlarında yukarı yönlü bir baskı oluşturma potansiyeline sahip. Otomobil, çelik, alüminyum gibi temel sanayi ürünlerinin yanı sıra geniş bir tüketim malı yelpazesine uygulanması planlanan %10 ila %60 oranındaki ek vergiler, ithalat bağımlı sektörlerde girdi maliyetlerini doğrudan yükseltecektir. Bu artışın, kısa süre içerisinde üretici fiyatlarına ve ardından nihai tüketici fiyatlarına yansıması beklenmektedir, böylece enflasyonist baskının daha yaygın etkiye dönüşme ihtimali artmaktadır.
Bu durumun somut bir örneği 2019 yılında yaşandı. Trump’ın ilk döneminde uygulanan çelik tarifeleri, ABD’de çelik fiyatlarının %40 oranında artmasına yol açmıştı. Yeni dönemde bu tarz vergilerin daha geniş kapsamlı olması, etkilerinin yalnızca sanayi üretimiyle sınırlı kalmayıp, konut, otomotiv ve beyaz eşya gibi tüketiciye doğrudan dokunan sektörlere de yayılmasına neden olabilir. Bu nedenle, IMF tarafından yapılan değerlendirmelerde de söz konusu ticaret politikalarının ABD’de yıllık enflasyonu %1 ile %1.5 puan arasında artırabileceği tahmin edilmektedir.
Sistematik bir sanayi politikası olması durumunda ve belirli temel ürünlerin sübvanse edilmesi koşulu ile enflasyon riskine katlanılabileceğini düşünüyorum. Eski ABD Başkanı Joe Biden tarafından 2022 yılında yürürlüğe konan Enflasyonu İndirme Yasası (Inflation Reduction Act-IRA), bu yönde atılmış önemli bir adımdı. Yasanın adı her ne kadar enflasyonu düşürme hedefini öne çıkarıyor gibi görünse de, aslında çok daha geniş kapsamlı, arz yönlü ve yapısal dönüşümü hedefleyen stratejik bir ekonomi programıdır. Yaklaşık 740 milyar dolarlık bütçeye sahip olan bu yasa, üç ana eksen etrafında şekillenmektedir: temiz enerji yatırımları, ilaç fiyatlarının düşürülmesi ve kurumsal vergi reformları yoluyla bütçe açığının azaltılması. Özellikle 369 milyar dolarlık enerji ve iklim fonu, ABD'nin küresel temiz teknoloji yarışında Çin’e karşı avantaj elde etmesini, aynı zamanda yeşil sanayi üretimini teşvik ederek arz yönlü bir enflasyonla mücadele stratejisi izlenmesini amaçlamaktadır. Bu açıdan IRA, yalnızca klasik bir anti-enflasyon aracı değil; aynı zamanda ABD’nin uzun vadeli sanayi politikası, stratejik rekabet vizyonu ve sürdürülebilir büyüme hedefinin temel taşı olarak öne çıkmaktadır.
Buna karşılık, günümüzde Trump yönetiminin enflasyonla mücadele yaklaşımı, Biden dönemindeki arz yönlü dönüşüm politikalarından oldukça farklı bir çizgide konumlanmaktadır. Genel olarak "düşük faiz, etkin devlet (DOGE) ve düşük vergi" anlayışına dayanıyor. ABD Hazine Bakanı Scott Bessen’in açıklamaları da böyle bir çerçeve sunmaktadır. Buna göre, düşük faiz politikasının yatırımı canlandıracağı, etkin devletin stratejik alanlarda yönlendirici rol oynayacağı ve düşük vergi yükünün üretimi teşvik edeceği bir modelin, fiyatlar genel seviyesi üzerindeki baskıyı hafifleteceğini savunmaktadır. Ancak bu yaklaşım, arz tarafında yapısal reformlar ve sürdürülebilirlik hedeflerinden ziyade kısa vadeli ekonomik ivmeyi ve üretimin içe dönüklüğünü öncelemektedir. Yani temel liberal argümanlara ve piyasalara güvene dayanmaktadır.
(ii) Tedarik zincirlerinin yeniden yapılanması:
Trump’ın kapsamlı gümrük tarifeleri uygulaması sonrasında, küresel tedarik zincirlerinde yeniden yapılanma sürecinin başlaması son derece muhtemeldir. Bu politikalar, sadece maliyetleri değil, aynı zamanda ticaretin yönünü, üretim lokasyonlarını ve firmaların stratejik konumlanmalarını da doğrudan etkileyecek niteliktedir. Dolayısıyla, şirketler artan belirsizlik ve maliyet baskıları karşısında tedarik ağlarını çeşitlendirmek, bölgeselleştirmek ya da "yakın coğrafyalara taşımak" (nearshoring) gibi yeni stratejiler geliştirmek zorunda kalabilirler.
Özellikle, Çin menşeli ürünlere yönelik ilave gümrük tarifeleri, küresel değer zincirlerinde uzun süredir gündemde olan “Çin+1” stratejisinin yeniden ivme kazanmasına yol açabilecek niteliktedir. Bu strateji, çok uluslu şirketlerin üretim faaliyetlerini yalnızca Çin’e bağımlı kılmaksızın, diğer bir ülkeyi (+1) de katarak çeşitlendirmeyi ve operasyonel riskleri azaltma yönündeki kurumsal yeniden yapılanma sürecini tanımlamaktadır.
Sonuç olarak, ABD'nin Çin’e yönelik gümrük vergisi dahil ticaret politikası araçlarını devreye sokması yalnızca ikili ticaret hacmini değil, küresel üretim coğrafyasının yapısal dönüşümünü de tetikleyebilecek potansiyele sahiptir. Ancak bu dönüşüm, yüksek sabit maliyetler, uzun vadeli yatırım kararları ve kurumsal adaptasyon süreçleri nedeniyle zaman alıcı ve maliyetli olacaktır. Bu bağlamda, kısa vadede arz-talep dengelerinde belirsizlikler ve küresel değer zincirlerinde geçici kırılganlıklar yaşanması olasıdır.
(iii) Küresel ticaret savaşları riski: Trump döneminde yeniden yükselen korumacı ticaret politikalarının devam etmesi, küresel ticaret savaşlarının yeniden alevlenmesi riskini artırmaktadır. Bu tür gelişmeler, yalnızca iki ülke arasında sınırlı kalan ekonomik çatışmalarla kalmayıp, geniş çaplı küresel etkiler doğurabilecek niteliktedir. Bu kapsamda, özellikle karşılıklı misilleme uygulamaları ve çok taraflı ticaret sisteminin zayıflaması gibi iki temel risk öne çıkmaktadır.
Birinci etki, ABD’nin ithalata yönelik vergi artırımları, başta Çin ve Avrupa Birliği (AB) olmak üzere büyük ticaret ortaklarının misilleme tedbirleri alması demektir. Çin, Avrupa Birliği ve Kanada, ABD ithalat vergilerine misillemede bulundu. Çin vergileri %125 yükseltirken, AB ve Kanada %25 oranında ek vergi getirdiler. Bu tür karşılıklı önlemler, ticaret akışlarını sekteye uğratırken, sektörler ve ülkeler bazında ciddi ekonomik zararlar doğurabilir. 2018-2019 döneminde yaşanan örnek, bu riskin somut etkilerini göstermiştir: Çin’in ABD’den ithal ettiği tarım ürünlerine uyguladığı %25’lik vergi, özellikle Iowa, Nebraska ve Kansas gibi tarım yoğun eyaletlerde çiftçi iflaslarında artışa yol açmış, toplumsal ve siyasi yansımalar doğurmuştur. Nisan 2025 vergileri ile buna benzer etkileri daha yaygın bir şekilde görebiliriz.
İkinci etki, DTÖ’nün uyuşmazlık çözüm mekanizmasının kilitlenmesine ve çok taraflı ticaret sisteminin temellerinin sarsılmasına neden olma olasılığıdır. Bu tür adımların sürmesi halinde ülkeler, daha fazla ikili veya bölgesel ticaret anlaşmalarına yönelerek DTÖ kurallarını bypass etmeye başlayabilir. Böyle bir eğilim, küresel ticaret sistemindeki öngörülebilirliği ve istikrarını zayıflatarak özellikle gelişmekte olan ülkelerin haklarını savunmalarını zorlaştırır. Ayrıca, ticari anlaşmazlıkların daha da siyasi ve stratejik hale gelmesi, jeopolitik gerilimleri tırmandırabilir.
İthalat vergileri bu yapısal sorunu çözer mi?
Her şeyden önce şu temel gerçeği kabul ederek başlamak gerekir: Bu türden karmaşık ve çok katmanlı sorunları yalnızca tek bir politika aracıyla çözmek hem pratikte yetersizdir hem de teorik olarak yanıltıcıdır. Dahası, böylesi sorunlar için evrensel ve her koşulda geçerli bir çözüm modeli de bulunmamaktadır. Çünkü izlenecek politika seti; dönemin koşullarına, iç ve dış dinamiklere, karar alıcı aktörlerin gücüne ve ülkeler arasındaki iktisadi ilişkilerin yapısına bağlı olarak şekillenir. Başka bir deyişle, problemin çözümüne dair araçlar ve yöntemler, sorunun bağlamsal niteliğinden bağımsız düşünülemez. Bu nedenle, etkili çözüm yaklaşımları, durumsallık, esneklik ve çok boyutlu analiz yeteneği gerektirir.
ABD Başkanı Donald Trump’ın 2 Nisan 2025’te duyurduğu yeni gümrük tarifeleri, yalnızca ikili ticaret ilişkilerini değil, aynı zamanda küresel ticaret dengelerini kökten sarsabilecek ölçekte bir hamle olarak öne çıkmaktadır. Türkiye, bu yeni tarife rejiminde %10’luk asgari vergi dilimine dâhil edilirken, Çin (%34), Avrupa Birliği (%20) ve Vietnam (%46) gibi ülkeler çok daha yüksek oranlarla karşı karşıya kalmıştır. Ancak zamanla bu oranlamalar statik kalmamış, özellikle Çin ile karşılıklı misillemelere dönüşen bir gümrük savaşı dinamiği oluşurken, diğer ülkelere 90 günlük geçici süreler tanınarak daha esnek bir müzakere zemini yaratılmıştır.
Bu kadar kapsamlı ve yaygın bir tarife uygulamasının ardındaki motivasyonlar konusunda kamuoyunda pek çok spekülasyon yapılmaktadır. Ancak bu adımın yalnızca ABD'nin kronik dış ticaret açığını hedef alan klasik korumacı bir politika olmadığını, aynı zamanda bilinçli biçimde kapsamı geniş tutularak çok boyutlu bir pazarlık aracı haline getirildiğini düşünüyorum. Trump yönetimi, bu politikayı uygulayarak sadece ithalatı sınırlamak değil, jeopolitik, teknolojik ve stratejik alanlarda da taviz koparabilecek bir kaldıraç etkisi yaratmayı hedeflemektedir. Başka bir deyişle, bu tarifeler sadece ekonomik değil, aynı zamanda bir müzakere mekanizması olarak kurgulandı.
Trump’ın ilk döneminde, yani 2019’da Çin’den ithalata uygulanan %25’lik gümrük vergileri, kısa vadede ABD’nin Çin’le olan ticaret açığını azaltmıştı. Fakat bu tür önlemler geçici etkiler yaratmakta, yapısal sorunları uzun vadede çözememektedir. Fakat, sonraki iktidar döneminde, J. Biden’ın başkanlığında, bu sorunun daha kalıcı çözümü için bir takım adımlar atıldı aslında. Sanayileşme politikaları ekseninde, CHIPS ve Bilim Yasası ve Enflasyonu Düşürme Yasası (IRA) bu stratejinin en belirgin örneğidir. Tüm bu gelişmeler, ABD’nin küresel ekonomik mimarideki liderliğini sürdürme çabasının çok katmanlı olduğunu ve yalnızca mali araçlara değil, doğrudan yatırımlara, ticaret politikalarına ve teknolojik kapasiteye dayandığını göstermektedir.
Politika önerileri
Trump’ın iktidara geliş sürecinin ardında yatan en önemli yapısal dinamiklerden biri, Çin’in küresel ekonomideki yükselişinin ABD iç pazarında yarattığı uzun vadeli huzursuzluk olarak değerlendirilebilir. 2000’li yılların başından itibaren, özellikle Çin'in Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılmasıyla birlikte, düşük maliyetli üretim kapasitesi sayesinde dünya ticaretindeki payı dramatik biçimde arttı. Bu yükseliş, başta ABD olmak üzere pek çok gelişmiş ülkede imalat sektörlerinin küçülmesine, fabrika kapanmalarına ve milyonlarca niteliksiz işçinin işsiz kalmasına neden oldu.
ABD’li işçilerin yaşadığı bu yapısal işsizlik sorunu, zamanla sadece ekonomik bir problem olmaktan çıkıp, siyasal bir fay hattına dönüştü. Özellikle orta ve alt sınıflarda gelir dağılımındaki bozulma, yerel ekonomilerin zayıflaması ve toplumsal güvencelerin erimesi suçlu arama eğilimini güçlendirdi. Siyasal düzlemde bu huzursuzluk, 2016 seçimlerinde Donald Trump’ın “Make America Great Again” sloganı altında popülist, korumacı ve göçmen karşıtı söylemleri ile karşılık buldu. Bu bağlamda Trump, sadece bir siyasi figür değil; küresel tedarik zincirlerinin ve neoliberal ekonomi politikalarının yarattığı toplumsal travmaların tepkisel bir tezahürü haline geldi. Bu süreç yalnızca Çin ile sınırlı kalmadı. Asya’daki diğer düşük maliyetli üretim merkezleri —Vietnam, Bangladeş, Kamboçya, Laos gibi— küresel üretimin Çin dışına kaydırılması sürecinde benzer etkilere neden oldu.
Bu gelişmeler, bir anlamda küreselleşmenin kendi dinamiklerini sınırlandıran bir geri tepme mekanizması olarak değerlendirilebilir. Çin’in dünya ticaret sistemine entegrasyonu, düşük maliyetli ve yüksek hacimli üretimiyle birlikte, küresel ölçekte bir arz şoku yarattı. Bu üretim dalgası, özellikle gelişmiş ülkelerde yerli sanayilerin rekabet gücünü zayıflatarak ekonomik dengesizlikleri ve iş gücü piyasasında yapısal kayıpları beraberinde getirdi. Ortaya çıkan bu asimetrik durum, başta ABD olmak üzere birçok ülkede, küreselleşmenin hızını keserken ve ulusal ekonomileri yeniden koruma altına almaya yönelik politik iradeyi harekete geçirdi.
Çin’in küresel ölçekte yarattığı arz şoku, yalnızca gelişmiş ekonomilerle sınırlı kalmamış, gelişmekte olan ülkeler üzerinde de derin yapısal etkiler yaratmıştır. Bu noktada Türkiye’nin son 20 yılı aşkın süredir Çin’in agresif ticaret politikalarının etkisi altında olduğunu özellikle vurgulamak gerekir. 2003’ten 2024’e kadar geçen yaklaşık 21 yıllık dönemde Türkiye’nin Çin ile olan dış ticaretinde oluşan kümülatif açık yaklaşık 410 milyar dolar düzeyindedir. Aynı dönemde Türkiye’nin toplam dış ticaret açığı 1.126 trilyon dolar civarında gerçekleşmiş; bu da söz konusu açığın yaklaşık üçte birinin yalnızca Çin kaynaklı olduğunu göstermektedir. Bu ticaret dengesizliğin enerji gibi zorunlu dışalım kalemlerinden değil, doğrudan imalat malları ithalatından kaynaklandığını belirtmek kritik önemdedir. Çin’den ithal edilen düşük maliyetli sanayi ürünleri, Türkiye’nin yerli üretim kapasitesi üzerinde ciddi bir baskı oluşturmuş, bu durum hem imalat sanayisinin yapısal niteliğini zayıflatmış hem de emek piyasasında kalıcı tahribatlara yol açmıştır.
Global dengesizlikleri ortadan kaldırmak için neler yapılmalıdır? Buna dair birkaç önerim olacaktır.
(i) Çin’in yapması gerekenler
Daha önce de bahsettiğim gibi, günümüz küresel ekonomisinin en temel kırılma noktalarından biri, Çin’in üretim odaklı büyüme modelinin sürdürülebilirliğidir. Uzun yıllar boyunca Çin, düşük maliyetli işgücü, agresif yatırım politikaları ve dış talebe dayalı ihracat stratejileri sayesinde “dünyanın fabrikası” haline geldi. Ancak bu model artık hem içerideki yapısal eşitsizlikleri hem de küresel ekonomik dengeleri zorlayan bir yapı kazandı. Dolayısıyla, bugün Çin’i ve dolayısıyla küresel ekonomiyi kurtaracak olan şey, dışa değil, içeriye dönük bir dönüşümdür.
Bu dönüşümün ilk adımı, kapsayıcı bir iç orta sınıfın yaratılmasıdır. Çin’in büyümesinden en fazla faydayı sağlayan kesimler ağırlıklı olarak büyük sanayi grupları ve yüksek gelirli bölgeler oldu. Buna karşılık, milyonlarca düşük gelirli hane, artan yaşam maliyetleri karşısında kırılgan hale geldi. Gelir dağılımındaki bu bozulma, tüketici talebinin geniş tabana yayılmasını engelliyor. Oysa sağlıklı ve dengeli bir iç talep yapısı, sürdürülebilir büyümenin temelidir.
İkinci olarak, Çin’in önündeki fırsat, tüketim bazlı bir ekonomik yapıya evrilmektir. Bunun anlamı, üretimi yalnızca ihracata dönük değil, içerideki halkın tüketimine yönlendirmek; altyapıdan ziyade sosyal refahı, eğitim ve sağlık harcamalarını artırmaktır. İç talep genişledikçe üretim daha dengeli bir yapıya kavuşacak, bu da hem atıl kapasite sorununu azaltacak hem de dış pazarlara bağımlılığı düşürecektir. Kısacası, Çin’in ve dünyanın geleceği; içeride tüketebilen, dengeli gelire sahip, üretimi kadar tüketimiyle de büyüyen bir Çin’e bağlıdır.
(ii) ABD’nin yapması gerekenler.
ABD’nin önünde duran en büyük yapısal görev, son yıllarda giderek belirginleşen aşırı finansallaşmış ve tüketime dayalı ekonomik formasyondan çıkış yollarını inşa etmektir. Bu dönüşüm, yalnızca ABD’nin iç ekonomik dengeleri açısından değil, aynı zamanda küresel ölçekte derinleşen yapısal kırılganlıkların azaltılması bakımından da kritik önemdedir. Doğru bir sanayileşme politikası ile de, hem ABD ekonomisini daha üretken ve dengeli bir yapıya kavuşturmalı, hem de küresel değer zincirlerinde oluşan dengesizliklerin yol açtığı ekonomik kırılganlıkları azaltacak bir yönelim taşımalıdır.
Bu çerçevede, gümrük tarifeleri gibi korumacı önlemlerin stratejik bir yaklaşımla, uzun vadeye yayılan ve küresel refahı gözeten bir perspektifle yönetilmesi gerekmektedir. Çünkü bu tür müdahaleler, salt dış ticaret açıklarını kapatmayı hedefleyen kısa vadeli araçlar olmaktan çıkar; küresel değer zincirlerinin karmaşık yapısına müdahale eden çok katmanlı politika araçlarına dönüşür. Gümrük politikalarının yanlış tasarımı ya da kötü yönetimi, yalnızca hedef ülkelere zarar vermekle kalmaz, bizzat uygulayan ülkenin kendi üretim yapısı, istihdam düzeyi ve tüketici refahı üzerinde de olumsuz etkiler yaratabilir.
Bu nedenle, ABD’nin yalnızca teknolojik yatırımlar veya korumacılık politikaları üzerinden değil, aynı zamanda sektörel önceliklendirme üzerinden şekillenen yeni bir üretim stratejisine ihtiyacı vardır. Bu yüzden, sadece maliyet avantajı değil, katma değer, yenilik kapasitesi, iç pazar ihtiyacı ve stratejik kriterlere göre sektör seçimi yapılmalıdır. Örneğin, ilaç, yarı iletkenler, temiz enerji ekipmanları ve savunma sanayii, hem dışa bağımlılığı azaltacak hem de teknolojik üstünlük sağlanabilecek öncelikli alanlar arasında yer almalıdır. Buna karşın, emek yoğun ve düşük teknolojili sektörlerde rekabet gücünü artırmak, ne ekonomik verimlilik ne de sosyal refah açısından sürdürülebilir olmayacaktır.
(iii) Uluslararası ticaret sistemini yeniden tasarlanması
Keynes, uluslararası ticaret sisteminde rezerv para olarak bir ulusal para biriminin (özellikle ABD doları gibi) kullanılmasının uzun vadede yapısal dengesizlikler yaratabileceğini savunuyordu. Ona göre böyle bir sistem, rezerv para ihraç eden ülkeye sürekli açık verme hakkı tanırken, diğer ülkeler açısından asimetrik bir bağımlılık ilişkisi doğuruyordu. Bu durum, küresel finansal istikrarı tehdit ederken, aynı zamanda krizleri tetikleyebilecek kırılganlıklar da yaratıyordu. Bu nedenle Keynes, tarafsız ve ulusal çıkarlardan bağımsız bir rezerv para birimi olan "bancor"u önerdi. Bancor, ülkeler arası ticaretin ortak bir ölçütle gerçekleştirilmesini sağlayacak; ödemeler de, Keynes’in tasarladığı Uluslararası Takas Birliği üzerinden yönetilecekti.
Bu sistemin en dikkat çekici yönlerinden biri, Keynes’in dış denge sorunlarına yaklaşımındaki çift taraflı sorumluluk ilkesidir. Ona göre sadece cari açık veren ülkeler değil, fazla veren ülkeler de küresel dengesizlikten sorumludur. Çünkü bir ülkenin sürekli ticaret fazlası vermesi, diğer ülkelerde kaçınılmaz olarak açık yaratır. Keynes bu durumu, "açık veren ülkeler ayarlamaya zorlanırken, fazla veren ülkeler ödüllendiriliyor" diyerek eleştirir. Bu anlayışa karşı olarak, Keynes hem açık hem fazla belli bir seviyeyi (örneğin %5 GSYH) aştığında ülkelerin uluslararası yaptırımlara tabi tutulmasını önermiştir. Bu şekilde, küresel ekonomide daha dengeli, adil ve sürdürülebilir bir ticaret sistemi inşa edilebilirdi. Keynes’in bu önerileri Bretton Woods’ta tam anlamıyla kabul edilmemiş olsa da, özellikle 21. yüzyılda artan küresel dengesizlikler ve rezerv para tartışmaları bağlamında, hâlâ güncelliğini koruduğunu düşünüyorum.
(iv) Ticaretin gelişmekte ve yoksul ülkeler lehine düzenlenmesi ve ülke-içi ve ülkeler-arası gelir dağılımının düzeltilmesi
Son kırk yılda Çin, tarihte benzeri az görülmüş bir ekonomik büyüme ve kalkınma süreci yaşamıştır. Bu dönüşüm, yalnızca iç üretim kapasitesinin artırılmasıyla değil, aynı zamanda teknolojik yeniliklerin hızla benimsenmesi ve küresel ekonomiye derin entegrasyon yoluyla gerçekleşmiştir. Bu süreçte Çin, yaklaşık 800 milyon insanı yoksulluktan çıkararak, insanlık tarihindeki en büyük yoksullukla mücadele başarılarından birini gerçekleştirmiştir.
Ancak bu başarı öyküsü, belirgin bir bedelle birlikte gelmiştir. Hızlı büyümenin gölgesinde ülke içindeki gelir ve yaşam standartları arasındaki farklar giderek derinleşmiş, kırsal-kentsel ayrışma belirginleşmiştir. Aynı dönemde, birçok gelişmiş Batı ekonomisinde de iç gelir eşitsizlikleri dikkat çekici biçimde artmıştır. Böylece, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde paralel biçimde yükselen içsel eşitsizlikler, küresel düzeyde yeni bir eşitsizlik mimarisi ortaya çıkarmıştır: ülkeler arasındaki farklar azalırken, ülkelerin kendi içindeki uçurumlar genişlemektedir. Bugün Çin’deki en yoksul bireyler, geçmişteki konumlarına kıyasla ABD’deki en zengin bireylere ekonomik olarak daha fazla yaklaşmıştır. Bu durum, gelişmekte olan ülkelerde yaşanan kalkınmanın boyutunu ve etkisini göstermektedir.
Öte yandan, ABD küresel ticaret sisteminde yeni bir üretim paradigmasına geçme çabası içindeyken, oldukça karmaşık bir yapısal ikilemle karşı karşıyadır. Eğer Çin kadar düşük maliyetle üretim yapamayacaksa, ve dünyanın büyük bölümünde alım gücü sınırlı kalmaya devam edecekse, ABD’de üretimin artması ihracat başarısı getirmeyebilir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki gelir dağılımı bozuklukları ve küresel enflasyonist baskılar, yüksek fiyatlı Amerikan ürünlerinin dış pazarlarda yaygın talep görmesini sınırlamaktadır. Bu koşullar altında, hem iç tüketim gücü sınırlı hem de dış pazarda fiyat rekabeti zayıf olan bir üretim sisteminin sürdürülebilirliği ciddi biçimde sorgulanmalıdır.
Bu tablo, yalnızca ekonomik stratejiler açısından değil, aynı zamanda küresel adalet, refahın paylaşımı ve ekonomik yönetişim açısından da yeni sorular ortaya koymaktadır. ABD için olduğu kadar, yükselen ekonomiler için de bu yeni üretim ve eşitsizlik düzenine verilecek yanıt, 21. yüzyılın ekonomik mimarisini belirleyecek temel etkenlerden biri olmalıdır.
Yapay zeka ve emek: Bir karşılaşmanın diyalektiği
04 Ekim 2025 Cumartesi 00:15Arjantin için ağlamak-2
17 Ağustos 2025 Pazar 00:30Arjantin için ağlamak-1
16 Ağustos 2025 Cumartesi 00:30Ortodoks Program altında heterodoks ekonomi nasıl çalışıyor?
31 Mayıs 2025 Cumartesi 00:30Trump tarifelerinin ekonomi politiği-I
19 Nisan 2025 Cumartesi 00:20Enflasyondan başka bir çıkış yolu yok mu?-II
21 Ağustos 2024 Çarşamba 00:10Enflasyondan başka bir çıkış yolu yok mu?
20 Ağustos 2024 Salı 00:10Bir kast türü olarak eşitsizlik ve servet vergisi - 1
06 Nisan 2024 Cumartesi 00:15Ahlakın ekonomi politiği
22 Ocak 2024 Pazartesi 00:58Finans: Bipolar bozukluğu
19 Kasım 2022 Cumartesi 00:00
