YAĞMUR KARAGÖZ
Ezgi Tanergeç ile Tuzlu Yüz’e dair: “Tuzun kendisi beni içine çekti”
İlk romanı Devridaim ile Orhan Kemal Roman Armağanı ve Turgut Özakman İlk Roman Ödülü’nü kazanan Ezgi Tanergeç, üçüncü kitabı Tuzlu Yüz’de insanın içindeki sesi, emeği, suçluluk duygusunu ve hayatta kalma içgüdüsünü çarpıcı bir hikâyeyle anlatıyor.
Köye adını veren ama gün geçtikçe kuruyan, halkının da içini kurutan bir tuz gölü… Tuzlukarnı halkının tüm yaşamı, umutları, geleceği bu kuruyan göle bağlıdır. Bu gölle büyüdüler, onunla var oldular, doyup direndiler. “Şimdi tuz bozuldu,” diyorlar. Peki, tuzu bozan ne, kim? Terleriyle, gözyaşlarıyla ve suçlarıyla tuza karışan köy halkı mı? Halkın tüm umutlarını tekelinde tutan şirket mi, iklim krizi mi? Yoksa bembeyaz tuzun üstüne düşen bir gölge mi?
Psikolojik gerilimi ve Anadolu’nun gerçekliğini iç içe geçiren roman, kadınların görünmez emeğini, doğanın sömürülüşünü ve patriyarkayı yakıcı bir beyazlıkla karşımıza koyuyor. Ezgi Tanergeç ile Tuzlu Yüz’e dair söyleştik…
Roman, Anadolu’yu, halkının sesini ve emeğini, çok katmanlı bir hikâyede buluşturuyor. Sermaye, doğanın sömürülüşü, kadının görünmeyen emeği, erkeklik ve bir cinayet… Tuzlu Yüz’ün çıkış noktası nedir? Fikir nasıl doğdu?
Aslında Tuzlu Yüz’ü yazmaya başladığımda başka bir proje üzerinde çalışıyordum. Yeni bir roman fikri arayışında değildim ama insanın zihni hep açıktır; bir gün, yıllar önce yaptığım bir araştırma geldi aklıma. Televizyonculuk dönemimde kaybolan meslekler üzerine çalışmıştım; yorgancılık, kalaycılık gibi artık unutulmaya yüz tutmuş işler… Tekrar araştırdığımda o listede olmayan başka bir meslek, “tuzculuk” dikkatimi çekti. Tuzculuk da artık kaybolmaya yüz tutmuş bir meslek.
Hem tuzun kendisi doğada eksiliyor hem de başka diğer alanlarda olduğu gibi burada da insan emeğinin, işgücünün yerini makineler almaya başlıyor. Önceleri sadece bir meslek olarak ilgimi çeker sanmıştım ama kısa sürede tuzun kendisi beni içine çekti. Hem doğayla hem insanla hem de günah ve arınma kavramlarıyla böylesine güçlü bir sembol olması çok etkiledi ve Tuzlu Yüz’ü yazarken buldum kendimi.
“Vicdan bazen kurtuluş bazen de yük”
Romanın merkezinde yer alan Haydar, sıradan bir adam, sıradan bir hayat içinde sıkışmış, amcasının ona verdiği görev sonrası içinde susmak bilmeyen sesler ile vicdan muhasebesi yapıyor. Bu noktada hikâyede “suç” ve “vicdan” temaları çok güçlü. Romanın bu yönü ile ilgili ne söylemek istersiniz?
Diğer romanlarımda da olduğu gibi “vicdan” önemli temalardan biri olarak öne çıktı yine. Çünkü “iyi” ve “kötü” kavramları bazen göreceliliğin penceresinden, karakterleri iki uç noktaya savurabiliyor. Oysaki bana göre hayat böyle bir şey değil. Haydar da bu sınırda duran bir karakter. Onu bir kahraman ya da katil olarak değil, kendi koşulları içinde var olmaya çalışan biri olarak anlatmak istedim. Vicdan, bazen insanın kurtuluşu, bazen de en büyük yükü olabiliyor. Haydar bu iki uç arasında gidip gelirken, okuyucunun da kendi iç sesiyle hesaplaşmasını istedim biraz.
Tuzlu Yüz’de bozulma, çürüme, suç ve sessizlik birbirine çok yakın duruyor. Siz bu romanı yazarken, insanın içindeki çürüme ile doğanın bozulması arasında nasıl bir bağ kurdunuz?
Doğanın çürümesiyle insanın içindeki çürüme arasında hep bir paralellik görüyorum. İnsan, kendine yetmeyi unuttuğu anda hem iç dünyasını hem de çevresini bozmaya başlıyor. Tuzun bozulması da bunun bir uzantısı tabii. Ayrıca romanda “ceset” gibi bazı simgelerle de o çürümedeki paralelliğe vurgu yaptım.
Tuz gölü, bu anlamda sadece bir coğrafya değil, insan ruhunun aynası gibi. Göl kurudukça köylünün içi de kuruyor; suyun yerini sessizlik, tuzun yerini suçluluk alıyor. Gölün bozulmasıyla birlikte ilişkiler, inançlar ve yaşam biçimi değişiyor. Doğayı burada yalnızca olayların geçtiği bir fon olarak değil, insanın iç dünyasını temsil eden bir alan olarak da gördüm. İnsan günün sonunda o gölün aynasında kendisiyle yüzleşiyor.

“Kadının dönüşü doğanın da nefes alabilmesine umut”
Romanda diğer bir önemli karakter ise Meryem. Hikâyede onun yolculuğuna, gelişimine de tanık oluyoruz. Meryem ona biçilen itaatkar, sessiz kadın rolünden sıyrılıp, kendi emeğini görünür kılıyor. Kendisiyle birlikte tuzu da kurtarıyor. Bu noktada Tuzlu Yüz’ü feminist ekoloji açısından, yani doğanın sömürülüşüyle kadının sömürülüşü arasında bir paralellik kurarak okumak mümkün mü?
Doğanın sömürülüşüyle kadının sömürülüşü birbirine çok benziyor. Her ikisi de görünmez kılınıyor, sessizleştiriliyor, “doğal” bir kaynak gibi görülüyor. Meryem, başlangıçta bu sessizliğin içinde yaşayan biri; zamanla o sessizliği kırıyor, kendi emeğini ve sesini görünür kılıyor. Aslında şartlar onu kontrolü ele geçirmeye zorluyor. Onun bu dönüşümü, doğanın da yeniden nefes alabileceğine dair bir umut taşıyor. Meryem’in hikâyesi, kurtuluşun kolektif bir bilinçle mümkün olabileceğini de söylüyor aslında.
“Sessizlik bir alışkanlığa dönüşüyor”
Romanda kolektif bir sessizlik hakim. İnsanlar ölüyor, tuz bozuluyor ama halk susuyor. Sessizlik sığınak gibi. Bir tür içsel çürüme ya da inkâr. Anadolu’nun sessizliği kültürel hafızamızda nasıl bir yer tutuyor. Siz bu sessizliğe dair ne söylemek istediniz?
Anadolu denince benim aklıma da önce sessizlik geliyor. Belki ıssızlıktan kalma bir sessizlik bu, belki de yıllar boyu birikmiş bir yorgunluk. Göçler, toprak kayıpları, hayvancılığın bitişi, kuruyan sular, politik çıkmazlar… Tüm bunlar insanı bir tür mecburi sessizliğe itiyor. O sessizlik bazen bir kabulleniş, bazen de bir direnme biçimi.
Bir de alışkanlıklar konusu var. Alışkanlıkları kırmanın da zor olduğu bir coğrafya aslında. Sessizlik bir alışkanlığa dönüşüyor. Tuzlu Yüz’de bu sessizliği hem bir sığınak hem de bir çürüme zemini olarak göstermek istedim. Çünkü susmak bazen kendini korumak, bazen de suç ortağı olmak anlamına geliyor.
Tuzlu Yüz’ü bir çırpıda keyifle okudum. Kitabı okurken zihin sinemamda karakterleri, köyü, tuzlu gölü çok net canlandırabildim. Romanın anlatımında sinematografik bir göz hissediliyor. Sizce sinema eğitiminiz roman dilinize yansıyor mu?
Yansıdığını düşünüyorum. Sinema eğitimi bana sahne kurmayı, bir mekânı ya da duyguyu görsel olarak düşünmeyi öğretti. Roman yazarken de o sahneleri önce zihnimde izliyorum. Işığı, açıyı, kameranın nerede duracağını neredeyse hissediyorum.
Atmosferi, diyalogları ve pek çok şeyi film mantığında, film zamanlamasıyla düşünmeye alışkınım. O yüzden bölümler sahne sahne canlanıp sıralanıyor ve senaryoya benzer bir kurgusu oluyor romanlarımın.
Son olarak, üzerine çalıştığınız, okuyucularınızı bekleyen yeni bir proje var mı?
Öncelikle yarım bıraktığım birkaç projeyi tamamlamak istiyorum. Çocuk kitapları vardı örneğin… Onlara yoğunlaşmak istiyorum ilk fırsatta. Tuzlu Yüz’den önce üzerinde çalıştığım romana dönmeyi de düşünüyorum ama aklımı çelen başka konular peş peşe gelmeye başladı. Böyle durumlarda kalbimin sesini dinliyorum. Hangisinin ağır basacağını zaman gösterecek.
İstanbul’un taşlarında saklı sırlar: Gizlenen
16 Eylül 2025 Salı 00:20Bu kimin kavgası: Johnny Askere Gitti
04 Eylül 2025 Perşembe 00:15Kış uykusundan uyanır gibi: Vejetaryen
21 Ağustos 2025 Perşembe 00:20Savaşa, barışa ve ıssızlığa dair: Uzay Feneri 23
08 Mayıs 2025 Perşembe 00:20Siz bir ölümsüzsünüz ya da harcanabilir: Mickey 7
16 Mart 2025 Pazar 00:10Sıradan hayatların sıra dışı hikâyeleri: Melankolinin İlacı
05 Mart 2025 Çarşamba 00:20Gerçekliği bükmek üzerine bir anlatı: Güven
14 Şubat 2025 Cuma 00:10Rantsal dönüşüme karşı Ertil’in mücadelesi: Bir Garip Rüya Rengi
06 Şubat 2025 Perşembe 00:20Charles Manson kültü ve The Girls
16 Ocak 2025 Perşembe 00:20Öfkeyi soğuran bir dünya portresi: Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri
08 Ocak 2025 Çarşamba 00:20