Kafamız çoğulcu demokrasiyi hak edecek kadar sivil değil

Son 30 yılda büyükşehirlere ve başka ülkelere göçen nüfus, memleketten kopuşu sadece fiziksel değil, zihinsel olarak da hızlandırdı. Ülkenin en batısından doğusuna, pek çok köy artık sadece yaşlıların barındığı, terk edilmiş nostaljik alanlara dönüştü.

Sahillere yakın yerlerse, yazlıkçılık ve turizmcilik kurbanı…

Tarımı sıfırlayıp sanayiye, enerji ve turizm yatırımlarına ağırlık verdikçe ekolojik yıkım da hızlandı.

İş yok, sosyal hayat yok, eğitim yok… Haliyle gençler, kapağı önce en yakın kasabaya, fırsatını bulursa daha uzaklara atıyor.

“…4+4 denen uygulamayla da köyler boşaltılıyor. Köylü üretmiyor. Giden köylünün de mesleği kalmadı. Bizim bu akışa karşı durmamız gerekiyor. Bu ülkedeki temel sorunlar, ancak kaliteli üretim ortamları yaratarak çözülür.”

Bu sözlerin sahibi, Bayburt’un Baksı köyünde doğan ve yıllar sonra topraklarına dönüp Baksı Müzesi’ni kuran sanatçı, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi eski dekanı Prof. Dr. Hüsamettin Koçan.

Bayburt, 78 bin 324 kişiyle Türkiye’nin nüfusu en düşük şehri. Trabzon-Gümüşhane üzerinden dağları, tünelleri aşarak ortalama 2.5 saatte varılan Bayburt, Çoruh’un usulca aktığı yemyeşil bir vadiye kurulu. (https://deretepe.org/harita-coruh)

Erzurum Mescit Dağları’ndan doğup Bayburt’tan geçerken 270 derecelik bir yay çizen heybetli Çoruh, Artvin’de üzerine vurulan dev kelepçeler yüzünden her yeri yaralı, tutsak bir hayvana benzer. Bayburt’ta bu yıkımın etkisi hissedilmese de “İklim ılımanlaştı… Eski zemheri soğuklarından eser kalmadı, meyve ağaçları çoğaldı” diyorlar.

İnsansızlaştırma politikası, Kuzeydoğu Anadolu’yu da ezip geçti. Gençler için köyde yaşamak, çile demek. Gurbeti “özlem, hasret, çile” diye kodlamışız; ama Koçan’ın sözleriyle gurbet, aynı zamanda özgürlük demek:

Baskıcı aile ve çevreden uzaklaşmak, özellikle kadınlara bindirilen ağır iş yükünden kurtulmak ve kendi mekânında yaşayabilmek için…

1718291141895.jpg

Sanata, insana ve toprağa duyulan aşk

Eşi Oya Koçan ile Baksı Kültür Sanat Vakfı’nı, ardından Müze ve konukevini kuran Hüsamettin Koçan’ın yaptığı, bazılarına göre “delilik”, bazılarına göreyse “mucize”.

Oysa Baksı Müzesi, sanata, insana ve toprağa duyulan aşkın somutlaşmış hali.

Bayburt merkezden daracık yollar ve köylerin arasından geçerek 50 dakikada varılan Müzenin mimarisi, konuşlandığı vadiyle bütünleşirken özgünlüğüyle biricik.

2010’da resmen açılan Baksı Müzesi hakkında çok yazıldı, çizildi. Alev Ebüziyya, Şakir Gökçebağ, Nuri Bilge Ceylan gibi pek çok sanatçının sergileri düzenlendi. 2014’de Avrupa Konseyi’nden “Yılın Müzesi” ödülünü aldı ve kültür turu rotalarına girdi.

Öte yandan ücra bir köyde müze yapılmasına burun kıvıranlar olduğu kadar bölgedeki insanların tepkileriyle de karşılaştı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 2018’de müzeyi bizzat ziyaret etmiş olsa da köylüler için açık alanda sergilenen modern heykeller de burayı ziyaret eden şehirliler kadar yabancıydı. İn miydi, cin miydi bunlar?

Koçan, doğru iletişim kurulduğu ve halka üstenci yaklaşılmadığı zaman her şeyin mümkün olduğuna inananlardan: “Bizde dağ başında müze olur mu diye yadırgayanlar var. Batılılarsa ilginç buluyor; ‘Kültürel demokrasiye uygun proje yaratıyorsunuz’ diye. Bu kafalarla ifade özgürlüğü olmaz. İnsanı sevmeden, özerk bir alan yaratmadan olmaz. Kafamız çoğulcu demokrasiyi hak edecek kadar sivil değil.

1718291141955-004.jpg

Devletin hiçbir desteği yok

Fakat iyi niyet ve kişisel özveri, bu güzel mekânın devamlılığını sağlamak için yeterli değil. Coğrafya zor, mevsim kısa, çalışacak insan yok… Ertuğrul Günay dönemi hariç, hiçbir Kültür ve Turizm Bakanı da ilgilenmemiş. Hem Vakfın, hem konukevinin sürdürülebilirliği için daha çok desteğe ihtiyaçları var.

Sahi, kendi değerimizi neden göremiyor, gördüğümüzü değerlendiremiyoruz? Neden farklı ve özgün olanı takdir etmeyi bilemiyoruz? Yeni kuşakları özgürleştirmek, alan tanımak yerine neden baskılamaya, ezmeye bu kadar meraklı bir toplumuz?

Koçan’ın söyledikleri ve yaptıkları, tüm bunlara esaslı bir cevap niteliğinde. Sanattaki ve toplumdaki belli tarif ve duvarları kırmaya kararlı olduğunu her cümlesinde hissettiriyor:

Türkiye, bünyesindeki etnik unsurları, değerler dünyasını keşfetmiş değil. Bu kadar zengin bir coğrafya, farklı duyarlılıklar, farklı yaşama biçimleri var. Bunu bir çıkış için kullanmak gerektiğini düşünüyorum. Benim yaptığım da bu. Arkasında feodal geçmiş, köylüyü ve doğayı sevmek var. Bizimkisi bir hareket…”

1718291485301.jpg

Gel zaman, git zaman…

Baksı Kültür ve Sanat Vakfı’nın davetiyle akademisyen, mimar ve gazeteciler olarak gittiğimiz Müze’deki yeni serginin adı “Gel Zaman, Git Zaman”.

Sergide, 125 hanelik köyün yaşlılarının fotoğrafları da var, eski bir ahşap caminin kalıntıları da, modern sanatın en parlak isimlerinin eserleri de: İpek Duben, Selim Birsel, Genco Güran, Selma Gürbüz, Burçak Bingöl, Şakir Gökçebağ, Murat Morova… Sergilenen eserlerin hepsini sanatçılar bağışlamış.

Sergiyle eşanlı olarak “Akarsu Üstünde Söyleşiler” ise düşünce için bir özgürlük alanı yaratmak için düzenlendi:

Çoruh’un üstünde bir salda, Jülide Ateş moderatörlüğünde sanatçı ve akademisyenlerin konuşmaları kaydedildi. "Geçmiş Kime Ait", "Gelecek Nerede" ve "Karışık Zihinler için Öneriler" temalarıyla yapılan bu sohbetler, pek yakında yayımlanacak. Temmuzda ise yeni söyleşilerle devam edecek.

Önceki ve Sonraki Yazılar
MEHVEŞ EVİN Arşivi
SON YAZILAR